İki yıl önce bu ay, Ufuk Ötesi’nde cemrelerden başlayarak sözü Çiğdeme, Nevruza getirmiştim. Bu yıl da son cemre de düştü. Düşmesine ya, Anadolumuzdan kar görüntüleri, çığ ve sel haberleri birbirini izliyor. Anlaşılan o ki, baharı görmek, koklamak, havasını ciğerlerimizin en uç noktalarına kadar doldurmak için Nevruza ulaşmamız gerek.
Kaderden şikayet ederken, “Ağustosta suya girsem, / Kazma kesmez buz olur” diye türkü tutturanlara rastlamışsınızdır. Ağustos biraz abartma ama, Anadolu insanı nisanda, mayısta çok karlar, tipiler görmüştür.
Belli bir yaşın üzerinde olanlar, Âşık Veysel’ın sesinden dinledikleri bir türküyü hatırlarlar:
“Yıldız akşamdan doğarsın
Dağlara boyun eğersin
Ben gibi yar mı seversin
Doğmayaydın mavi yıldız...
Yıldızlardan irişansın,
Yardan bana bir nişansın
Benim gibi perişansın
Doğmayaydın mavi yıldız...”
Türkünün hikâyesini de bir radyo programında Âşık Veysel’in sesinden dinlemiştim. Zühre yıldızına Anadolu’da kervan kıran derler. Kırgız Türkleri de “Kervan Culduz” demişler. Osmanlılar, gece ile şafak arasındaki zamana “erte” adını verdikleri için çoğu yerde “erte yıldızı” adını da almış. Gece ile şafak arasında doğan, şafağın sökeceğini müjdeleyen bu yıldız; tan yıldızı, çoban yıldızı, sarı yıldız, mavi yıldız adlarıyla da anılıyor. Âşık Veysel’den dinlediğim hikâyeye göre, Sivas-Yozgat dolaylarında bu yıldızın erken doğması yüzünden gece yarısı yola çıkan kervan, haydutlar tarafından yok edilmiş. Bu olay üzerine halk türkü yakmış.
Bir başka varyantı var bu hikâyenin. Olay Kayseri-Sivas arasında geçer. Dilden dile, telden tele, duygu duygu akar, yayılır. Duyanların gözleri buğulanır. Gider taa Erzurum’a orada türkü olur, yine dilden dile söylene söylene dolaşır yurdun dört bucağını. Derleyenlerin, yazanların, radyoda yayınlayanların yüreğine sağlık. Ne olaydı da radyolarımız yine bu hikâyelere yer vereydi. Televizyonlarımız tele-voleler aymazlığından kurtula da özümüze döneydi.
Gelelim hikâyemize:
Yüzyıllar önce, Sivaslı kervancılar Halep'ten mal getiriyordu. Yurtlarından, baba ocağından, yâr kucağından, aylarca ayrı kalmışlardı. Gurbetin acısı düğüm düğüm içlerine işlemişti. Kuş olup, kanatlanıp bir an önce Sivas'a ulaşmak çabasındaydılar. İçlerinde bir genç vardı ki, henüz bıyıkları terlemişti. Yeni nişanlı, yavuklusunun hayaliyle yanıp tutuşuyor, onun yadigârı mendili göğsünde taşıyor, özlem denilen kavramı yüreğinin derinliklerinde yaşıyordu.
Kervancılar, kışın yola çıkarken, kışın kış olduğu günlerde sıcak ellerden geçeceklerini, baharda Sivas’a ulaşacaklarını hesaplamışlardı. Sivas’a birkaç menzil kala, cemrelerin düşüp, havanın, suyun toprağın ısınacağını, kar çiçeklerinin onları karşılayacağını ummuşlardı. Halepteki hesap, Lalebeli’ne, Beştepeler’e uymadı. Bir yıkık dökük hana kendilerini zor atmışlardı. Burada geceleyecek, tan vakti yola düşerek bir gün sonra da Sivas’ta olacaklardı.
Sılanın kokusunu duyar gibi oluyorlar, içleri içlerine sığmıyor, bir gün sonraki vuslatın hayallerini kuruyorlardı. Ama, onca yol yorgunluğunun etkisiyle bir süre sonra uyuya kalmışlardı. Yalnız içlerinde biri vardı ki, onun gözüne uyku girmiyor, bir an önce yola devam etmek istiyordu. O yukarıda sözünü ettiğim nişanlı gençti. Dili özlem türkülerinde, gözleri gök yüzündeydi. Çünkü, gün ışımadan, şafağın sökeceği yerde bir yıldız doğardı ki, bu yıldız görülünce, kervancılar yola çıkardı. Sonundu doğuda bir sarı yıldız gördü. Genç nişanlı, coşkuyla uyuyanlara bağırdı:
"Sarı yıldız, mavi yıldız!"
Kervancılar davrandılar. Hayvanlara mallarını yüklediler. Karın savurmakta olduğuna aldırmadan yola çıktılar. Bizim delikanlı, herkesten önde gidiyordu. Atı boyunca yükselmiş karın üzerinde güçlükle yol alıyor, yoruluyor, yavaşlıyordu. Ama genç, bütün gücüyle ilerlemek istiyor, atını kırbaçlıyordu. Kar, arada bir duruyor, sarı yıldızın parıltısı karların üzerinde yansıyordu. Ama, bir tuhaflık vardı. Birkaç saat geçmişti. Sarı yıldızın gayri kaybolması ve tan yerinin ağarması gerekiyordu. Doğacak günden hiç bir belirti yoktu. Bu tuhaflığı kervancılar birbirlerine söylemeye başlamışlardı. Kimisi:
"Her hâl uykudan ayıkamadığımızdan zamanı şaşırdık. Şimdi gün doğar." diyorlardı da hiçbirinin aklına bunun yalancı tan yıldızı olacağı gelmiyordu. Derken, bir tipi başladı. Savrulan karlar yüzlerine kamçı gibi çarpıyordu. Göz gözü görmüyordu, hayvanlar yürüyemiyordu. Deneyimli kervancılar biraz sonra gerçeği anladılar ama artık iş işten geçmişti. Yola devam etmeleri de geri dönmeleri de imkansızdı. Hele beş yüz metre ileride olan bizim nişanlı delikanlıya, tipinin uğultusundan seslerini duyurmaları da mümkün değildi. Tipiye rağmen arada sırada parıltısı görülüp kaybolan sarı yıldıza doğru yol almaya çalıştılar. Hâlâ gün ışımasından bir belirti yoktu. Yolları şaşırmış gide gide "Kervankıran" diye anılan yere varmışlardı.. Tipi öyle şiddetlenmişti ki, sarı yıldız onları görüyor, olanı biteni seyrediyordu ama kervancılar artık hiç kimseyi göremiyorlardı. Günün yavaş yavaş karşı dağların arkasından yüzünü göstermeye başladığını da göremediler.
Ben diyeyim iki, siz deyin üç hafta sonra, karlar erimeye, Sivas ellerinin gülü yaprağı açmaya başlayınca, Kervankıran'dan geçen ilk kervanlar, kendilerinden önce olan bitenleri gördüler, göz yaşları döktüler. Nişanlı genç delikanlı, hepsinden ileride, toprağa boylu boyunca uzanmış ve atının dizginlerini sıkı sıkı tutmaktaydı. Yok olan kervanı, oldukları yerde atlarıyla, katırları ve eşekleriyle gömdüler Kervankıran'a...
İşte o günden sonra, kim yüreğinden yanmış ise, veryansın etti Kervankıran'a ve o günden sonra adına Kervankıran denen sarı yıldıza... Türküler yakmışlardı ölenlerin ardından... Aradan yüz yıllar geçmişti. Hangi Sivaslı “gardaş”a sorsanız bilir ve anlatır Kervankıran yıldızının oynadığı oyunu. Eğer Erzurum’daysanız bir “dadaş” elini kulağına atar da şu türküyü patlatır:
“Ah yine bu gün yaralandım
İndim etrafı dolandım
Dertli canımdan usandım
Sana derler kervan kıran
Beller büken, evler yıkan...
Yıldızlardan uruşansın,
Benim gibi perişansın
Yârdan bana bir nişansın
Sana derler kervan kıran
Beller büken, evler yıkan...
Yine doğdu sarı yıldız
Yine doğdu mavi yıldız
Sana derler kervan kıran
Beller büken, evler yıkan...”