Türkiye’yi ve Türk’ün değerlerini sulandırmak; bizi biz yapan özelliklerde çatlaklar oluşturmak; sıkı sıkıya sarıldığımız Atatürk ilkelerini gevşetmek ve giderek yok etmek isteyen dış güçlerin tek silahı “pastör”ler olsaydı, gülüp geçebilirdik. Onlar konunun eğlenceli yanı. Fazlaca ciddiye almaya değmez ! Konunun, “hiç de eğlenceli olmayan” bir yanı var ki, işte bunu “ciddi”ye almak zorundayız.
Misyonerler çoğaldıkça, “Nerede çokluk orada b..luk” özdeyişine uygun bir eğlencedir başladı... TV söyleşilerine katılan pastör (!) hazretlerinden hiçbiri gerekli donanıma bile sahip değil ! Birinin dediğini öteki çürütüyor... Bunun böyle olması da doğal. Hiçbiri “teolog” (Tanrıbilimci) değil! En duyarlı konular, alaylıdan da alaylı, yüzeysel bilgiler edinmekten öteye geçememiş kişilerin kısır dağarcığından gelişigüzel boşaltılıyor insanımıza... Neyse ki bunların amacı ayyuka çıktı... Bu saatten sonra inandırıcılıkları çok tartışılacaktır... Deprem bölgelerinde-varoşlarda fink atıp “mağdur”lara üç-beş kuruş vermekle bir yere varamayacakları kesin. “Mağdur”umuz o parayı alır, bildiğinden de şaşmaz ! Ayrıca, canı “hıristiyanlaşmak” isteyen birkaç bin kişi çıksa ne olur, çıkmasa ne olur !
Türkiye’yi ve Türk’ün değerlerini sulandırmak; bizi biz yapan özelliklerde çatlaklar oluşturmak; sıkı sıkıya sarıldığımız Atatürk ilkelerini gevşetmek ve giderek yok etmek isteyen dış güçlerin tek silahı “pastör”ler olsaydı, gülüp geçebilirdik. Onlar konunun eğlenceli yanı. Fazlaca ciddiye almaya değmez ! Konunun, “hiç de eğlenceli olmayan” bir yanı var ki, işte bunu “ciddi”ye almak zorundayız. Kitleleri etkileyen büyük gazetelerde köşesi olan, üniversitelerde kürsüsü olan birileri, kimi TV kanallarının da yadsınmaz katkısıyla, sözünü ettiğimiz “değerlerimizi sulandırma” görevini doludizgin yürütmekte... Birkaç yıl öncelerine dek bu “tip”ler sayılıydı... Örneğin, Emin Çölaşan’ın bir “liboş”u vardı, okuyup okuyup eğlenirdik... Liboşlar çoğaldı ve iş “eğlence” olmaktan çıktı... Gazetecilerin yanı sıra, “profesör / doçent” sıfatı taşıyan ve salt öğrencilerini değil -ekranlar aracılığıyla-kitleleri de etkileme konumunda olan birçok “etki ajanı”, Batı’nın Türkiye’ye uyguladığı “çifte standart”ı haklı göstermek için, haftanın yedi günü süslü sözcükleriyle karşımıza çıkmakta; neredeyse “teslimiyetçiliğin erdemleri” hakkında vaaz vermekte... Utanmadan, yüzü kızarmadan !..
Bunlara bir de NGO’lar(encio) eklendi... Bizlere “sivil toplum kuruluşu” olarak tanıtılan; görevi, hükümetlerin yetersiz kaldığı yerde devreye girip ulusun çıkarları doğrultusunda girişimlerde bulunmak olan bu kuruluşlardan birçoğu da “etki ajanı” olarak çalışmakta...
Neyse ki, yurtsever gazetecilerimiz, aydınlarımız, bilim adamlarımız da var. Sayısı az da olsa, bu insanları ve söyleyecek sözü olan “emekli paşa”larımızı konuk edecek ekranlar var. İçimizi acıtan gerçeklerin çoğunu bunlardan öğreniyoruz...
Bizler bu az sayıdaki gazetelerden-kanallardan ülke gerçeklerini öğrenirken; bir büyük çoğunluk bu gerçekleri ıskalamakta. Birileri, halkın “ülkenin nereye götürülmek istendiği” konusunu düşünmemesi için elinden geleni ardına koymuyor... Bunun için gazetelerin 5-10 sayfası futbola ayrılmakta; ekranda televoleler at koşturmakta... “Kim kiminle nerede ne yapmış ?” programları çoğalmakta... Son birkaç ayımız Semra kaynanayla geçti; önceki birkaç ayımız da Tülin-Caner’lerle geçmişti... Belki de hâlâ ekrandalar...
Sokaktaki Ayşe teyze ve Hüsnü bey, ABD’nin, İran ya da Suriye’ye olası girişiminde Türkiye’nin yardımcı olmasını sağlamak için kimi zaman değnek-kimi zaman havuç gösterdiğini bilmiyor ama, Tatlıses’in Derya’yla barışıp bir de ev aldığını biliyor !.. İşte bir numaralı etki ajanı “necip basın”ımızın gücü !