Türkiye’deki insanlar uyanacaktı(!) Elbette sosyalist-kapitalist anlayışıyla, gazete patronlarının gazetelerinde bir o köşeden bir bu köşeye gidip-gelen Çetin Altan ABD ve kapitalist batı hakkında atıp tuttuğu yıllarda, oğullarını hangi liselerde okutuyordu? Çetin Altan’ın mason locaları hakkındaki görüşleri nasıldır? Özellikle bildiği ve de ilgilendiği bir loca var mıdır? Localar ve sosyalizm hakkındaki düşünce ve kanaatleri nedir? Bunları niye yazıyoruz?
Size bu başlık tuhaf gelebilir. Bu başlık bazı kenar mahallelerin yaşamındaki bir kesitin özetidir. Hayatta her akıllı insanın iyi gözlemci olması lazımdır. Eski İstanbul’un kenar mahallelerinde bazı oyunlar olurdu. “Hasan almaz; basan alır!”; “Bul karayı; al parayı” gibi Bu oyunları tezgaha koyanlar uyanık ve de bitirim insan olarak geçinen asalaklardı. Bunlar “keriz” adını verdikleri kişileri, belirli köşelerde beklerlerdi. Oyun tezgaha konur. Oyun esnasında, oyunu oynatana yardımcı olan arkadaşları, tuzağa düşürecekleri şahıs karşısında, oyunu gerçekten oynuyorlarmış gibi yaparlar, bu sırada oyunu izleyen şahsa da çok kolay para kazanacağı inandırılır ve o da oyuna iştirak ederdi. Artık o şahsın, düştüğü bu oyun çukurundan çıkması öyle kolay değildi . Tuzağa düşerek kazanma hırsıyla oyuna başlayan kişi, bu oyunda kaybederse sorun yoktu. Eğer oyunda kazanmaya başlarsa da sonunda kaybetmeye mahkum edilirdi. Çünkü oyunu tezgaha koyan ekip, kavga çıkarır ve o şahsın elindekini yine alırdı. Yani oyuna giren şahıs, aynı zamanda gerçek anlamda oyuna gelirdi ve de elindeki avucundakini kaybederdi. Bu basit bir kumar oyununda insanın tuzağa düşürülmesine yönelik bir örnektir. Kısaca insan uyanık olmalıdır.
Siz Çetin Altan’ın “Onlar Uyanırken” adlı kitabını biliyor musunuz? Bu kitaptaki “Onlar” kelimesi kimi ifade etmektedir? “Uyanırken” kelimesi kimi göstermektedir. Hiç merak etmeyin söyleyeyim: Türkiye’de yaşayan bazı yurttaşları... Kimdir bu yurttaşlar? Onlardan da örnekler vereyim: Rize’den Cahit Eryılmaz, Kadirli’nin Tatarlı Köyünden Mustafa İspir, Denizli Çivril’den Ali Koçaklı, Ödemiş’ten Cavit Canbazoğlu,Antakya’dan Şükrü Erdoğan, Yalova Elmalı Köyünden Süleyman Adıyan, Boğazlıyan’ın Bektaşlı köyünden Hasan Kılıç ve benzerleri...Bu adamlar şu anda yaşıyor mu bilemem. Fakat Çetin Altan acaba onların ilacı oldu mu? Onu da bilemem! Bildiğim Çetin Altan çok iyi “Hasan Almaz Basan Alır” ya da “Bul karayı al parayı” oyununu iyi oynatabilir. Bu benim tespitim. Evet Çetin Altan’a göre yukarıda ismini verdiğimiz şahıslar uyanan şahıslarmış. Aslında bu zavallılar, bana göre en çok uyuyan şahıslardı. Zaten Çetin Altan’ın uyandıracağı insandan köy ya da kasaba olabilir miydi? Olsa olsa oğullarının yolundan gidenler olurdu. Çetin Altan . “Onlar Uyanırken” adlı kitabını Ararat yayınevi basmıştı. 1960’lı yılların ortalarında basılmış bir kitaptı bu. Türkçe’de böyle bir kelime var mıydı? Eğer, yoksa Ararat ne demekti? Kısaca Ararat yayınevi kanalıyla Türkiye’deki insanlar uyanacaktı(!) Elbette sosyalist-kapitalist anlayışıyla, gazete patronlarının gazetelerinde bir o köşeden bir bu köşeye gidip-gelen Çetin Altan ABD ve kapitalist batı hakkında atıp tuttuğu yıllarda, oğullarını hangi liselerde okutuyordu? Çetin Altan’ın mason locaları hakkındaki görüşleri nasıldır? Özellikle bildiği ve de ilgilendiği bir loca var mıdır? Localar ve sosyalizm hakkındaki düşünce ve kanaatleri nedir? Bunları niye yazıyoruz? Bir şahsa derinlemesine bakmazsanız, dümen suyunda gitmeniz çok kolaydır. Hem de öyle gidersiniz ki farkında bile olmazsınız. Sizin sayenizde para kazanan şahıslar, sonra da sizin adınıza halkımıza dönerler ve “Onlar uyanırken” derler...Şimdi bu perspektiften, Metal Fırtına adlı romanı inceleyeceğiz
Biri sakallı diğeri ise yüzü tıraşlı iki genç insan, Hulki Cevizoğlu’nun Ceviz Kabuğu’unda “Metal Fırtına” adlı roman türündeki kitaplarını anlatıyorlar. Yazarlardan sakallı olanı askerlikten sağlık nedeniyle muafmış, bu muaf olmanın sebebi de gözündeki bir rahatsızlıktan kaynaklanmış. Fakat önündeki kitap ya da yazıları gözlüksüz okuyacak kadar da görmektedir. Demek ki bu sakallı arkadaşın muaf olmasında, yakın görme sorunu esas alınmamış olduğu anlaşılmaktadır. Sakallı olan genç, eleştiriye yönelik sorular gelince, son derece sinirli olduğunu belli ediyordu. Bu sinirlilik halini en çok sergilediği anlardan birisini, telefonda BBP’nin Elazığ ilindeki bir yöneticisiyle yaptığı konuşmada gösterdi. Şahsın bu sinirlilik hali, bazen sorunun niteliğine göre de değişmekteydi. Örneğin kitapla ilgili askeri yöndeki sorular karşısında, kendisinin o bölümü yazmadığını vurgularken, o yükün altında kalmamaya ve üzerinden atmaya çalışmakta ve o kısmı arkadaşının yazdığını beyan etmekteydi. Fakat tüm bunlara rağmen cevap vereceği yerlerde de, sorularla karşı ataklar yapmakta ve yaptığı ataklarla da konuya yönelik yeterli bilgisi olmadığını ortaya koymaktaydı. Bu bilgi ya da bilgisizlik, F-22 ile F-16 kıyaslanmasında ya da Majino hattının bir günde 1939 yılında geçildiğini söyleyerek ortaya konuyordu.
Bu askerliğini yapmamış olan şahsın yanı sıra, diğer yazar ise sadece sekiz aylık askerlik yapmış, bu askerlik süreci de Marmaris’te deniz askeri olarak meydana gelmiş. Bu gencin de bu kısa süreli askerlik bilgileriyle kara harekatına yönelik bilgilere ulaşması ne kadar gerçekçilik gösterebilir?. O zaman da romanın içersindeki askerlik bilgileri ne kadar doğru olabilirdi? Romanın iki yazarı da, nedense kıravat takamamışlar ve de gömlekte giyememişlerdi. Belki zaman bulamadılar, belki onların özgürlük anlayışları ya da inançları, onları bu giyim tarzına sürüklemiş olabilir. Bir bayanın yayın sırasında sorduğu, niçin romanınızı bir cemaate yakın yayın evinde bastırdınız, türündeki bir soru karşısında, durumun üstünü örtme ya da o sorudan kaçma telaşı yüzlerinden okunmaktaydı. O sırada Hulki Cevizoğlu bu gençlere sormalıydı: “ABD’de yaşayan Fethullah Gülen hakkında düşünceleriniz nelerdir?” Cemaatin lideri orada yaşarken, Metal Fırtına romanını basan yayınevi, niçin böyle bir romanı basmaya ihtiyaç duyuyordu? Yoksa bu yayınevi için en önemli ilke para kazanmak mıydı? Onun için mi bu romanı basmıştı? Söylendiğine göre roman ABD’de de okunuyormuş. Acaba bu okuma, ABD’nin insanlarına kimler tarafından önerildi. ABD’de ki bilinen acımasız lobi, kendi çıkarlarının dışında başka güçlere kendi ülkesinde izin verir miydi? Örneğin Irak savaşı üzerine medyada diktatörce haber yasağı koyan ABD, ülkesinde sakladığı bir cemaat liderine yakın bir yayınevinin bastığı kitaptan rahatsız olmuş muydu? Rahatsız olmuşsa Fethullah Gülen’i bu konuda uyarmış mıdır ya da ona yakın olduğu söylenen yayınevini? Yoksa ABD’nin romandan rahatsız olduğu bir palavra mıydı? Ya da bu romanı, belirli çevirilerin ışığında gündeme sokturup da Türkiye’de yeni hedef saptırıcı gündemlerin oluşmasını mı istiyordu? Örneğin, Türkiye’de bir Amerikan düşmanlığının olduğunu, bu roman kanalıyla mı ispat ediyordu? Türkiye üzerinde geleceğe yönelik hesaplarında daha rahat hareket edebilmek için geniş bir açı mı çizdiriyordu? Bu açı, İran ya da Suriye ve belki de BOP açısı mıydı,? Yoksa ileri de Türkiye’ye yönelik iftira ve kampanyaların alt yapısı mı hazırlanıyordu? Neye göre? Türkiye’deki ABD düşmanlığına göre. Onun için mi ABD’li yetkilileri Aralık 2004’te İstanbul Ülkü Ocaklarını ve sonraki dönemde de Ankara’daki MHP yetkililerini ziyaret ediyorlardı? Yine Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer üzerine Suriye’yi ziyaret etmemesi konusunda bu nedenle mi uyarı yapıyorlardı? Olayın ABD yönünde, bu roman ne kadar Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının gücünü sarsabilirdi? Aslında romanın bu gücü sarsma sorunu da var mıydı? Romanın gerçekten sarsacak önemi ve gücü olsa Fethulah Gülen ABD’de barınabilir miydi ya da ona yakın olduğu iddia edilen yayınevi buna cesaret eder miydi?
Aslında romanın konusunun ABD yönü, değişik bir şekilde kamuoyuna pompalanırken, Türkiye cephesi nasıl etkilenebilirdi? Bu cephe tam anlamıyla karışmıştı. Yazarlar, Türk ordusunu neredeyse etkisiz güç durumuna sokmuşlar ve ABD’nin belirli sayıdaki askerleriyle, Türkiye’nin teslim alınacağını vurgulamışlardır. Bu romanı okuyan bir şahıs sadece ABD askerinin Türkiye’ye girmesini değil, yüz binlerce asker beslediği bilinen Türk ordusunun ne işe yarıyor sorusunu gündeme sokmaz mıydı? Bu durum kafalara nakş olunursa bundan kim kazançlı çıkar? Vatan-Millet-Devlet gibi kavramların paspas edildiği günümüz ortamında, bu durum Türk Silahlı Kuvvetlerinin gücünün güçsüzlük olarak yansıtılmasından başka bir şey değil midir? Türk insanı, böyle olumsuz bir ruh haline düşerse, yarınlara hangi güç ve dayanışmayla çıkacağı da artık şüpheli hale gelmez mi? Bizler Türk çocuğu olarak, İngilizce bilmeyen Fethullah Gülen’ler gibi, Recep Tayyip’in çocukları ve diğer falanca filancalar gibi ABD’ye de gidemeyiz. Orada bize bakacak kişi, kuruluş ve güçler de yok, bizim için sadece bu yurt, bu ülke, yani Türkiye var. Birkaç kişi para kazansın, roman yazsın diye de tahrif edici komplo teorilerinin ya da düşüncelerin oyununa gelecek kadar da bilgisiz ve de bilinçsiz de değiliz. O iki yazar bu şekilde isim yapabilirler, para da kazanabilirler, fakat biz onların etkileyebileceği insan gurubuna girmiyoruz. Sakalsız olan yazarın, iki de bir “Atatürk’ün bozuk sicili” diye laflar ortaya atarak kendilerini de başka noktalara doğru çekme gayretleri de çok ilginçti. Atatürk’ün sicili hakkında bozuk diyen yazar, sekiz aylık erlik süresince kaç sicil görmüştür? Gerçekte kendisi sicil nedir biliyor mudur? Yoksa sicili, sicimle mi karıştırıyordu? Metal Fırtına romanı, yazarları adına maddi yönden elbette kazanç sağlamıştır. ABD ise bu romanı bahane ederek bir zemin oluşturdu. Romanı basanlar da hem maddi yönden gelir sahibi oldular, hem de Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde farklı görüşler oluşmasının alt yapısını da hazırladılar. Acaba bu olumsuz alt yapı sonrasında başka kimler ne kazandı ya da ne kaybetti hususunu da bu devletin sahipler düşünsün! Türk milletine gelince, bir defa değil çok defa düşünsün! Çünkü ayaklarının altındaki kara toprak, bir halı gibi çekiliyor ve kendisi yere düşürülmek isteniyor. Bugün bunu göremeyenler, yarın çocuklarını belirli bölge ve yerlerde devletimize düşman olanların kurşunlarıyla can verirken, ben bilmiyordum, benim ilgim yoktu, benim çocuğumun suçu neydi, demesinler? Bilsinler ki uluslarüstü güçlerin acıması yoktur. Onlarla birlik olup, değişik ülkelerde hareket edenlerin de gerçekte millet diye bir kaygısı yoktur. Bunu anlamayanlar, gidip Irak’ı görsünler, izlesinler ve de okusunlar.
SAVAŞLARIN ÇEŞİTLERİNİ GÖRELİM
Tarihte savaşlar çeşitlidir. En belirginleri dar ya da belirli bölge ya da alanda cereyan eden savaşlar diyebileceğimiz ve diğer adıyla da “Hat Savaşları” olarak niteleyebileceğimiz savaşlardır. Başka bir savaş biçimi ise, geniş bir coğrafyaya ve bölgeye yönelik olan savaşlardır ki, buna da eski tabirle “Satıh ya da Alan savaşları” diyebiliriz. Günümüzde buna üçüncü bir savaş çeşidi eklenebilir “Uzaktan Vurma Savaşları.”
Fıransa’nin Almanya’ya karşı Majino hattına dayanarak ortaya koyduğu savaş dar ve belirli bir bölgeye dayanan, Hat Savaşıdır. Böylesi savaşlarda savunma yapan ülke ya da toplumdaki ana sıtrateji, genel olarak bütün askeri güçlerini ve lojistik desteklerini belirli noktalara toplayıp savunma pozisyonunda düşman olarak niteledikleri orduları beklemektir. Fıransa’nın Majino hattında beklediği ya da yapmağa çalıştığı savaş, bu çeşit bir savaştır. Böylesi savaşlarda liderin, komutanın ve de askerlerin yetenekli, cesur ya da çok gözü pek olmaları da gerekmez. Burada taktik açısından ana gücün toplandığı yer, aynı zamanda savunma unsurundaki birikimler ile tuzakların olduğu yerdir. Böylesi yerler de savaşacak olan taraflardan olan hattı savunan ülke ya da topluluk askerleri, ilk etapta daha şanslı olarak görülmektedirler. Çünkü savaşılacak güzergahı kendileri belirlemektedir ve de savaşılacak olan o güzergahı çok iyi tanımaktadırlar. Aynı zamanda, bu savaş güzergahını iyi bildikleri için, aynı futbolda olduğu gibi deplasmanda değil ev sahibi konumundadırlar. Böylesi savaşlarda iyi teçhiz edilmiş ülkelerin orduları genel olarak savaşan kuvvetlerin arasındaki asker, mühimmat ve teknolojik açılardan denge iyi ya da benzer ölçülerde oturmuş ise, genelde alan savunmasındaki askeri guruplar etkili olmaktadırlar. Bu durum size tarihte yüzlerce örnek verilerek anlatılabilir. Alan yada Hat savunması da kendi içersinde çağdan çağa bölgeden bölgeye değişiklikler de göstermiştir. Bu alan ya da hat savunmasına meydan savaşları da girmektedir. Böylesi meydan savaşlarında hattı savunan ülke askerlerinin kendi ülkesinde ya da kendi arazisinde belirli bir mevkide düşman ordularını bekleyenlerin çoğunlukla bu durum son şansları olmaktadır. Savaş yeri olarak kendi belirledikleri yerde düşmanları olarak gördükleri orduları bekleyen kuvvetlerin yenilgi anında kısa bir sürede toparlanmaları mümkün olmamakla birlikte, çok kolay olarak yok olmaları da söz konusudur. Timur’un Yıldırım Bayezit ‘ı Ankara’da böylesi bir savaşta bertaraf ettiği bilinmektedir. Yine Kanuni’nin Macar ordusunu Macar ovalarında böyle bir anlayışla yok ettiği hatırlanmalıdır. Fatih’in Otlukbeli’nde Akkoyunlu lideri Uzun Hasan’a;Yavuz’un Çaldıran’da Şah İsmail’e karşı kazandığı zaferler böylesi askerlik başarısına yönelik örneklerdir.
Bu çeşit savaşlarda hatların birden fazla cephede kademeli bir şekilde oluşturma çabası da söz konusu olabilmektedir. Bu konuda çift hatlı olarak bir savunma oluşturan ve “Devleti El Türki” olarak bilinen Memluklu Sultanlığı, liderleri Kansu Gavri ve sonra da Tomanbay’la Ridaniye ve Mercidabık’ta yaptığı savaşta bu çeşit örneklerdendir. Hat savaşlarına diğer bir örnek ise, geçmişte şato, kale ve şehir savunması şeklinde belirmektedir. Bu anlamda Bizans’ın İstanbul şehrini savunması bu perspektifte yapılmıştır. Bunda da Bizanslı askerler yüzlerce yıl etkili olmuşlardır. Yine Viyana şehrinin iki kere Türklere karşı savunma pozisyonuna sokulması ve bunda başarı sağlanması önemli örneklerdir. Bilhassa II. Viyana olarak tarihte bilinen bir savaş sürecinde, savunmadakiler dışarıdan gelen askeri destekle bütünleşmiş ve ani çıkış ve saldırılarla da olayın bu yönünü düşünmeyen ya da beklemeyen orduların perişan olmasına da yol açmışlardır. Bu duruma en iyi örnek, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın içine düştüğü pozisyondur. Metal Fırtına yazarları, bir şeyi yazmak için yazmak ya da dikte edilmesine göz yummak yerine araştırma yapıp ona göre hareket etmeliydiler.