TÜRKİYENİN DIŞ TÜRKLER POLİTİKASI : HATAY, BATI TIRAKYA, BULGARİSTAN, KIBRIS, KERKÜK ve DİĞERLERİ
Esasında Cumhuriyetin Atatürkün ölümünden sonra da aynı politikayı devam ettirmesi gerekirdi ve beklenirdi. Burada anlatılması uzun sürecek hadiseler dolayısıyla ebedi şefin ölümünden sonra rota saptı. Türk kültürü ve Türk topluluklarını ilgilendiren çalışmalar yerine İsmet İnönünün himayesinde Hasan Ali Yücel-Nurullah Ataç ikilisinin pilancısı ve tatbikçisi oldukları materyalist-kozmopolit politika, yani Gırek-Latin ve diğer batı eserlerini basma politikası ikame edildi.
İstiklal savaşı kazanılıp Türkiyenin kuruluşu 24 temmuz 1923’teki Lozan anlaşmasıyla yedi düvele kabul ettirilmiş, 29 ekim 1923’te de cumhuriyet ilan edilmişti. Cumhuriyetin ilanı Türk tarihinde her bakımdan bir milattır.
İstiklal savaşını yapan ve cumhuriyeti kuran Atatürk yeni devletin politikasını bağımsız, tarafsız, barışçı bir dış siyaset esasına dayandırmış, sadece Sovyetlerle olan ilişkiler özel bir dikkatle yürütülmüştür.
Atatürkün bağımsızlıkçı, tarafsız, barışçı politikası çok doğruydu. Çünkü hem sıcak savaşların devri geçmişti, hem de Türkiye asırlardan beri süregelen savaşlardan yorgun ve zayıf, “harap ve bitap” düşmüştü.
Atatürkün kültürel pilandaki Dış Türkler politikası belirttiğimiz gibi Atatürk fetihçi ve irredantist politikaları bir yana bırakmış; bağımsız, barışçı, tarafsız bir siyaset tatbikine yönelmiştir. Tekraren söyleyelim, bu siyaset çok doğru bir siyasetti.
Lakin Atatürk, hariçteki Türklerin kültür meselelerine çok önem veriyordu. En uzaktaki Yakut, Kırgız, Çuvaş Türklerinin dilleriyle ilgileniyor, Türkiyeye göç eden ilim adamlarına bilim ve kültür müesseselerinde mühim vazifeler tevdi ediyordu.
Abdülkadir İnan (1898-1976), “Atatürkün dil devriminin önemli bir dönüm noktasına gelmiş olduğu günlerde milliyet davası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ülkü meselesidir” dediğini ve şöyle devam ettiğini nakleder:
“Türkiye dışında kalmış olan Türkler ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.” (Abdülkadir İnan, “Atatürk ve dış Türkler”, Türk Kültürü, kasım 1963, 13. sayı, 114. s. vd.).
Atatürk “Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz” derken boşuna konuşmuyordu. Zira Pekarskiy’in Yakut Dili Sözlüğünün Türkçeye çevrilmesini bizzat Atatürk istemişti. Sözlüğün basımına 1937 yılında başlanmasına rağmen Atatürk ne yazık ki 1945’te çıkan 1. cildi göremedi (Edouard Pekarskiy, Yakut Dili Sözlüğü, 1. c., TDK y., İstanbul 1945, 4. s.).
Atatürk pek doğru olarak Balkanları panslavist kültür faaliyetleri sonunda kaybettiğimizi belirtmiş, bu bakımdan hariçteki Türklerin kültürlerini araştırmayı ve yaymayı elzem görmüşür.
TTK’nın umumi kâtibi Reşit Galip 2-11 temmuz 1932’deki 1. Türk Tarih kongresinde “ben isterdim ki burada konuştuklarımızı Taşkentliler de anlasınlar” derken esasında Atatürkün görüşünü ifade ediyordu (A. Caferoğlu, Türk Kültürü, kasım 1966, 49. sayı, 18. s.).
Esasında Cumhuriyetin Atatürkün ölümünden sonra da aynı politikayı devam ettirmesi gerekirdi ve beklenirdi. Burada anlatılması uzun sürecek hadiseler dolayısıyla ebedi şefin ölümünden sonra rota saptı. Türk kültürü ve Türk topluluklarını ilgilendiren çalışmalar yerine İsmet İnönünün himayesinde Hasan Ali Yücel-Nurullah Ataç ikilisinin pilancısı ve tatbikçisi oldukları materyalist-kozmopolit politika, yani Gırek-Latin ve diğer batı eserlerini basma politikası ikame edildi.
Anlaşmalara istinat eden 3 Türk kitlesi
Milyonlarca kilometre kare sahası ve on milyonlarca nüfusu olan Osmanlı imparatorluğundan geriye kolu kanadı yolunmuş halde sadece 814.576 (Hatay topraklarını çıkarırsak daha az) kilometre karelik bir coğrafya ve 10 milyon civarında bir nüfus kalmıştı. Tabii olarak geride bir çok Türk kitlesi bırakmıştık. Bu kitlelerin sadece üçü üzerinde anlaşmalara istinat eden hukuki hakkımız mevcuttu. Bunlar İskenderun sancağı, Batı Tırakya Türkleri ve Bulgaristan Türkleriydi.
1. İskenderun sancağı : İskenderun Fıransızlar tarafından 30 ekim 1918’de imzalanan Mondros mütarekesinden sonra, 12 kasım 1918 de işgal edilmişti. Misak-ı Milliye dahildi. 20 ekim 1921’de Fransızlarla imzalanan Ankara itilafname (uyuşma)’sine göre bugünkü Hatay vilayetimizi teşkil eden İskenderun sancağı özel bir sıtatüye kavuşturulmuş, İskenderun Türklerinin kültürel ve idari hakları teminat altına alınmıştı.
Türkiye cumhuriyetle birlikte uyguladığı barışçı siyasete rağmen 1937 yılından itibaren İskenderun (sonraki adı Hatay) meselesiyle aktif olarak uğraşmış ve Hatay önce müstakil bir cumhuriyet olmuş, 1939’da ana vatana ilhak edilmiştir. Bu, tamamen Atatürkün şahsi eseridir, başkasının değil. Bunu herkes böyle kabul eder. Yoksa Abdülhamidden daha vehimli olan İsmet İnönüye kalsa idi, Hatay hiç bir zaman istirdat edilemezdi. Atatürkün İsmet İnönüyle arasının açılmasının sebeplerinden biri de İnönünün İskenderunda pasif, korkak bir politika uygulamak istemesi idi.
Hatay meselesi böylece halledildi. Ancak doğal olarak Suriyeyle ilişkiler bozuldu. 2005’in başına kadar Suriye Hatay üzerinde hak iddia etti. 2005’in başında imzalanan bir anlaşmayla “66 yıllık Hatay sorunu bitti.” (Hürriyet, 10 ocak 2005).
2. Batı Tırakya : İstanbuldaki Rum toplumunun ve patrikhanenin mukabilinde Batı Tırakyadaki Türk toplumunun ve Türkiyenin onlar üzerindeki bir kısım hakkı kabul edilmişti. Türklerin Yunan vatandaşlık kanununun meşhur 19. maddesine göre sistemli olarak Yunan vatandaşlığından çıkarılmasıyla 1923’te yüzde sekseni Türk olan Batı Tırakya Türk nüfusu bugün üçte bire inmiş, gayri menkullerin de büyük bir kısmı elden çıkarılmıştır.
Batı Tırakyada Türk kelimesi bugün kullandırılmamaktadır. Mesela 1927-86 arasında İskeçe Türk Birliği adını adını taşıyan teşkilat, 1986’da adında Türk kelimesi olduğu için kapatılmış, bu karara karşı yapılan itiraz Yunanistan yüksek mahkemesi tarafından reddedilmiştir. Bu hadise 2005 senesinin ilk günlerinde olmuştur (Hürriyet, 15 ocak 2005, 22. s.).
Yunan yüksek mahkemesi 31 ocak 2005’te verdiği bir kararla da Batı Tırakyada Türk Kadınlar Birliği ibaresinde Türk kelimesinin kullanılamayacağını hükme bağlamıştır. Başkan, bu kararın AB insan hakları kararlarına aykırı olmadığını bildirmiştir (NTV, 31 ocak 2005, 23 haberleri).
Bu arada Türkiyedeki Rum nüfusu da 2005 başı itibariyle 1453’ün altına inmiştir.
3. Bulgaristan Türkleri : 1925’te Bulgaristanla yapılan anlaşmada her iki ülkedeki Türk ve Bulgar azınlığının bazı hakları ahde bağlanmıştı.
Türkiyenin mesele çıkarmamak için uyguladığı pasif politikalar, karşı taraflarca pek iyi değerlendirilmiş, Bulgaristan 1951’de 150 bin Türkü hududa yığmış ve Türkiye bunları almak zorunda kalmıştır. Daha sonra gelen muhacirlerle 500 binden fazla Bulgaristan Türkü Türkiyeye göçmüştür.
Türkiye 1970’lerden sonra Pomak Türklerinin isimlerinin değiştirilmesine seyirci kalınca, Bulgaristan 1984’te Türklerin isimlerini de değiştirmiş, Türkiye anlaşmaların kendisine verdiği hakkı “sosyolojik gerekçelerle değil, insan haklarını ” müdafaa için kullanmıştır?
4. Türkiyenin “Kıbrıs diye bir meselesi peyda oluyor”
Zaman ilerledi. Yıllar geçti. Kıbrısta bir şeyler olmaya başladı. Hemen belirtelim ki Türkiyenin Kıbrısta hiç bir ahdi hakkı yoktu. Bütün haklarını 1923’teki Lozan anlaşmasıyla İngiltereye devretmişti. Ahdi hakkı olmayınca, meramı da olmayınca meseleyle ilgilenme gereği bile duymadı. Misal verirsek CHP’nin son hariciye vekili Necmettin Sadak, 30 ocak 1950’de TBMM’de “Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur” demişti (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Remzi k., İstanbul 1968, 3. c., 212. s.). Sadece bir kaç ay sonra DP’nin hariciye vekili meşhur Türkolog Fuat Köprülü, 20 haziran 1950’de DP’nin gurup toplantısında aynı sözleri bir kez daha tekrar etmişti: “Böyle bir mesele yoktur.” (Aydemir, 3. c., 213. s.).
Şevket Süreyya daha sonra Sadak ve Köprülünün demeçleri için şöyle diyecekti: “Bunlar mağaralarda uyuyan bir takım insanlardılar.” (Aydemir, 3. c, 213. s.). Acaba Aydemir bugünleri görseydi, ne derdi?
1954’te Kıbrıstaki toprakların yüzde 38’i Türklerindi (Aydemir, 3. c., 211. s.).
Türkiye 1 nisan 1955’e kadar Kıbrıstaki hadiseleri görmemezlikten geldi. Sonra İngilterenin ve kamu oyunun baskısıyla meseleye müdahil olmaya karar verdi. Aslında müdahil olmasının esas sebebi İngilterenin baskısıydı. Yoksa bütün Türk hükümetleri gibi kamu oyu ne derse desin devlet ancak kös dinlerdi.
İngiltere Türkiyeyi devreye sokmasaydı, hem sadık müttefiki Türkiyeden olabilir (devlet pilanında değil, kamu oyu pilanında, devlet her zaman İngilterenin sadık müttefikidir), hem de emperyalizmin kılasik siyaseti olan sorunlu bölgeden mahrum kalabilirdi. Halbuki Türkiyeye Ortadoğu paktı için, anti-emperyalist Arap alemine baskı yapması için çok ihtiyacı olacaktı.
Türkiyenin devreye girmesiyle 1959’da Zürih ve Londrada yapılan anlaşmalarla Kıbrıstaki Türk cemiyetinin varlığı ve hakları hukuki teminat altına alındı. Böylece Hatayı halleden Cumhuriyetin Batı Tırakya ve Bulgaristan Türkleriyle beraber anlaşmalarla üzerinde hak sahibi olduğu Türk azınlığı sayısı tekrar üçe yükseldi.
Zürih ve Londra anlaşmaları DP’nin dış politikadaki tek başarısıdır.
Kıbrıs Türk toplumu 1974’te garantörlük anlaşmasının gereği olarak Türkiye tarafından kurtarılmış, lakin Türkiye hâlâ siyasi ve hukuki bir çözüm üretemediği için 31 sene sonra Kıbrıs meselesini halledememiştir. Dolayısıyla 1 nisan 1955’te başlayan Kıbrıs meselesi halen sonuçlanmamıştır.
5. Türkiyenin Kerkük meselesi
Kerkük de Misak-ı Milli hudutları içerindeydi. O da İskenderun gibi Mondros mütarekesinin 7. maddesine göre 10 kasım 1918’de İngilizlerce işgal edilmişti. Mesele Lozanda halledilememiş, diplomasi virtüözü İngilizlerin ayak oyunlarıyla 5 haziran 1926’da yapılan Ankara anlaşmasıyla Türkiyeden koparılmıştı. Özetle Musul-Kerkük meselesi İngilizlerin Türklere attığı en büyük kazıklardan biridir.
Doğrusunu söylemek icap ederse Türkiyenin Kerkük üzerinde hiç bir hukuki hakkı bulunmamaktadır. Ankara anlaşmasına göre petrol gelirinden alması gereken yüzde 10 payın bütününü bile alamamıştır. Bunda gösterilen acizlik de ayrı bir meseledir.
Irak Türkleri Türkiyenin gündemine 14 temmuz 1959 katliamıyla dahil olmuştur. Bundan bir yıl önce 17 temmuz 1958’de yapılan darbe ile Irak Bağdat paktından ayrılmış, anti emperyalist kampa geçmişti. Darbe sırasında Ankara radyosunun İngiliz vatandaşlarının sağlık durumundan haber vermesi, Türk kamu oyunu şaşırtmıştı.
14 temmuz 1959’da komünist Kürtlerin idare ettiği bir tertiple bir çok Türk ileri geleni öldürülmüş, cesetleri sokaklarda sürüklenmişti. Bunun üzerine Türkiyede “Irak Türleri kültür ve yardımlaşma derneği” kurulmuştu.
Katliamın sorumluları mahkemelerce mahkum edilmesine rağmen hükümler tatbik edilmemiş, Türk(men) toplumu ihkak-ı hakla suçluları cezalandırmaya başlayınca hükümet de geri kalanlar hakkındaki hükümleri uygulamıştı (İhkak-ı hak, verilmesi gereken cezanın verilmemesi halinde cezayı bizzat mağdur kişi veya toplumun tatbik etmesidir).
Kerkük meselesi hakkında bir çok yazı yazdığımız için onları tekrar etmek istemiyoruz. Ancak bir iki mühim olguyu tekraren belirtmek mecburiyetindeyiz.
Bugün Irak Türkleri arasında iki tane Kürt taraftarı parti, bir tane İran taraftarı parti, bir tane Suriye taraftarı parti ve doğal olarak Irak taraftarı parti ve guruplar bulunmaktadır. Irak Türkmen Cephesi ise Türkiye taraftarıdır.
Şimdi düşünelim: Daha Türkmen toplumunu bile bir araya getirememişiz. Ayrıca hani bizim Türkiye taraftarı laik Kürt, laik Arap, laik Sünni, laik Şii parti ve guruplarımız. Yok ve olamaz.
1992’den beri yazdığımız gibi Irak Türklerinin aydınları ve liderleri de Türkiyenin ruhunu fark edemedikleri için yanlış üstüne yanlış yapmışlardır. Bunlar Türkiyeye güvenmiş (Türkiye ne de olsa bir devlet gibi görünmektedir) ve hep tökezlemişlerdir. Bir toplum en evvela kendine güvenmelidir. El parasıyla düğün yaparsanız, bugünkü hallere düşersiniz. Sayın Denktaş da Türkiyeye güvenmenin bedelini ağır ödemektedir.
Bize göre Türkiyenin Irak Türklerine yapacağı en büyük iyilik, onları kendi haline bırakması, hatta onlara “bize güvenmeyin” demesidir. Bu takdirde Türkmen toplumu 1959-60 ruhuna dönebilir.
Görülüyor ki Türkiye burada da yaya kalmıştır.
Diğerleri
1964 Taşkent depremine yardım göndermeyen tek devlet Türkiye idi. Tahmin edilebileceği gibi bir doktorla bir hemşire gönderilseydi, güya Turancılığını göstermiş olacaktı?!. Bu davranış milli destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlunun kanına öyle dokunmuştu ki şair, Anayurdun Sesi adlı bir şiirinde şöyle diyordu: “Yedi kat yabancıya el uzatırken, neden / Benim yüz yıllık tasam, soydaşıma dert değil? / Taşkentin feryadına ses gelmez Ankaradan / Rus tanklarının zırhı, bu dert kadar sert değil.” (N. Y. Gençosmanoğlu, Kopuzdan Ezgiler, 2. b., TEV y., İstanbul 1979, 53-54. s.).
Şair haklı olarak Rus tanklarının zırhının, Türkiyenin davranışı kadar sert olmadığını belirtiyor.
Benzer bir hareket 1993 Azerbaycan-Ermenistan çatışmalarında da sergilenmişti. Barışçıl amaçlar için istenen helikopter (bazı Türk ülkelerinde buna dik kalkar deniliyor), verilmemişti.
Sonuç
Şu gün Türkiyenin sadece Bulgaristan, Batı Tırakya, Kıbrıs Türklüğü üzerinde ahidlere dayalı müdahale ve söz söyleme hakkı vardır. Kıbrısı 1923 senesinde Lozanla tamamiyle devretmesine rağmen, 1959’da yani 36 yıl sonra tekrar ahidlere dayalı hak sahibi duruma geçmiştir. Fakat 1974’teki fiili durumu aradan 31 sene geçmiş olmasına rağmen hukuki bir zemine oturtamamıştır. Kıbrısın halledilememesi Türkiyeyi iki hatta daha çok cephede mücadele etme mecburiyetinde bırakmıştır. Kerkük-Musul siyasetinde Kıbrısın halledilememesi de menfi rol oynamış olabilir. Uygulanan pasif politikalarla 1926’da bütün haklarımızı devrettiğimiz Kerkük-Musul meselesinde 79 sene sonra hak sahibi duruma gelemedi (Kıbrıs halledilseydi de bu kafayla vaziyet pek fazla değişmezdi ya! O da ayrı bir mevzu).
Türkiyenin yurt dışındaki Türkleri savunmak için her hangi bir savaşa girmesi düşünülemezdi. Kıbrıs bunun anlaşmalara dayalı tek istisnasıdır. Lakin Türkiyeden beklenen devlet ve toplum bazında Türkiye dışındaki Türklerle siyasi, bilhassa kültürel pilanda ilgilenmekti. Türkiye ise devlet ve toplum bazında geçmişini bilerek ve isteyerek reddetme politikasıyla yurt dışındaki Türklere sadece siyasi pilanda değil, kültürel pilanda dahi alakasız kaldı. Yurt dışındaki Türkleri sadece milliyetçi ve mukaddesatçı bir kısım aydın müdafaa etti. Onlar da sadece fikir pilanında kalmış, müşahhas çalışmalar yapmamışlardır.
Türkiyenin Türkiye dışındaki, bilhassa Osmanlıdan miras kalan Türklere ilgisiz kalışı yabancıları dahi şaşırtmıştır. Mesela merkezi Londrada bulunan Azınlık Hakları Gurubu tarafından yayınlanan “The Crimean Tatars, Volga Germans and Meskhetians” isimli eserin sonunda, Türkiyenin dışarıdaki Türklere ilgisiz kalışı şöyle ifade edilmektedir.
“Kırımlı Türklerin isteklerini elde etmek için tıpkı Sovyet Yahudileri gibi batıda bir dayanakları olması lazımdır; ama nedense Türk hükümeti Türkiye dışındaki milli hareketlere karşı öyle ilgisiz ki...” (Sir Olaf Caroe, Sovyet İmparatorluğu - Sömürülen Milletler, çev. Zerhan Yüksel, Tercüman 1001 temel eser, tarihsiz, muhtemelen 1970 ortaları, 2. c., 405. s. İngiliz devlet adamı Sir Olaf Caroe 1892-1981 yılları arasında yaşamıştır).
Gerçi Kırım üzerinde de hiç bir ahdi hakkımız yoktu. Ancak “insan hakları” bazında ilgilenebileceğimiz bir toplumdu. En azından Sovyetler yıkıldıktan sonra Kırım Türklerine zamanında maddi yardım yapılabilse idi, şu anda yerleşim puroblemleri olmazdı.
Hulasa batıya giden devlet gemisinin içindeki kamaralarda koşuşan Türk milliyetçileri Türk dünyasıyla alakalı bir şeyler yaptıklarını zannediyorlar, ama sadece kendilerini tatmin ediyorlar; yaptıkları daha doğrusu yapamadıkları sadece kamaraların içinde kalıyor.