Türkçemizi canlı, akıcı ve çekici tutmak için çaba harcayan yazarlarımızın millî bütünlüğümüzü de güçlendirdiğini görmekteyiz. Üstün bir dil üst kimliğin de temel taşıdır. Güzel bir dil özendiricidir ve kendi çevresinde birlik sağlar. Türk dilinin bunu başaracak sağlam bir bünyesi vardır. Kültür yapımızın gereği olarak başka dillerden alınan, fakat artık tamamen bizim olan, yüzlerce yıl kullandığımız ve halkımız tarafından öz malı gibi benimsenen kelimelerin bizi hiçbir şekilde rahatsız etmemesi gerekir. Hele bunların dışında hiç gerek olmadığı ve hiç de hoş olmadığı halde Batı dillerinden aparılan ve gösteriş için kullanılan sözcükler varken. Belki bunlardan, tam karşılığı bulunamayan birkaç tanesinin alınmasında zorunluluk olabilir.
Mevki ve unvan sahibi bir kişinin, kendi adını söylerken kelimenin ilk hecesini uzatarak “ Hâluk” şeklinde telâffuz ettiğini duymak beni epey düşündürmüştü. Niye dilimizi doğru öğrenemiyorduk? Neden bu iş de ehil olmayanların eline kalmıştı?
Şahıs ismi olarak kullanılan bu kelime o kişinin söylediği gibi okunduğunda, aslından oldukça farklı bir mânâya gelmektedir. Doğrusu, ilk hecesi kalın, fakat kısa, ikinci hecesi ince, fakat uzun okunan “halûk” şeklindedir. Huy ve davranış anlamında olan Arapça “hulk” kelimesinden türemiştir. Bildiğimiz ve zamanımızda önemi artan “ahlâk” sözcüğü bunun çoğuludur. Beğendiğimiz, değer verdiğimiz insanlar için “iyi ahlak sahibidir” deriz ya.
Bir toplumu millet yapan ögelerin başında onun dili gelir. Dikkat edilirse çeşitli kışkırtmalar, basiretsiz kişiler yüzünden haksız ve yanlış bir şekilde ayrılıkçılık güden etnik grupların ilk talepleri farklı bir dil kullanma biçiminde ortaya çıkmaktadır.
Güçlü bir kültür temeline dayanan dolayısıyla zenginleşmiş olan Türkçemizi canlı, akıcı ve çekici tutmak için çaba harcayan yazarlarımızın millî bütünlüğümüzü de güçlendirdiğini görmekteyiz. Üstün bir dil üst kimliğin de temel taşıdır. Güzel bir dil özendiricidir ve kendi çevresinde birlik sağlar. Türk dilinin bunu başaracak sağlam bir bünyesi vardır. Kültür yapımızın gereği olarak başka dillerden alınan, fakat artık tamamen bizim olan, yüzlerce yıl kullandığımız ve halkımız tarafından öz malı gibi benimsenen kelimelerin bizi hiçbir şekilde rahatsız etmemesi gerekir. Hele bunların dışında hiç gerek olmadığı ve hiç de hoş olmadığı halde Batı dillerinden aparılan ve gösteriş için kullanılan sözcükler varken. Belki bunlardan, tam karşılığı bulunamayan birkaç tanesinin alınmasında zorunluluk olabilir.
Bu Batı dillerinde, özellikle çok geniş ifade yeteneği olan Cermen ve Lâtin dilleri grubunda birbirinden alınmış binlerce kelime vardır. Her biri kendi dilbilgisi kuralları içinde bu kelimeleri yaşatırlar. Bunlar kendi dillerinin malı olmuşsa ve kültür yapılarıyla özdeşleşmişse herkes tarafından kullanılır. Başka dillerdeki telâffuzuyla alınması pek benimsenmez, yadırganır.
Dil meselesi önemi oranında, çok geniş bir şekilde çeşitli yönleriyle dil uzmanları tarafından ele alınmalı ve bir sanatçı titizliği ile derinliğine işlenmelidir.
Dilimizi kısırlaştırmamak için özen göstermek zorunda olduğumuz hususları belirtmekte fayda vardır. Demiştik ki öz malımız olmuş kelimeleri, kültür yapımızı sarsmayacak bir kaynaktan gelmesi halinde, her zaman kullanabiliriz. Bundan kaçınmak bizi sıkıntıya sokabilir, bazen hoş olmayan bir izlenim bırakır.
Örnekler vererek söylediklerimizi açıklığa kavuşturalım.
Erkek keçi anlamındaki “teke” kelimesinin aslı Farsçadır. Dil bilgisinde edat olarak geçen “belki” de Farsçadır. “Beter” de öyledir.
Hoşaf (hûş-ab), pirinç, pencere, tente, sirke, sebze, köşe (kûşe), bahçe (bağ-çe), bostan, Çarşamba, Perşembe gibi isimler Farsçadan dilimize girmiştir.
“Diğer” sıfatı, “eğer” edatı da öyle. Çok sevdiğim “Tûran” adı da Farsça ekle yapılmıştır.
Hepimiz biliriz ki bütün bu saydığımız kelimeler Türkçe konuşanlar tarafından benimsenmiştir ve özellikle ülkemizde hemen herkes tarafından kullanılmaktadır. Daha da yüzlercesi...
O halde bu kelimeler Türkçeleşmenin de ötesinde Türkleşmiştir ve bu yüzden kullanılmasında hiçbir sakınca yoktur. Kullanmazsak, hele yerlerine –bir zamanlar yapıldığı gibi- yapay sözcükler icat edersek yazık olur.
Bir de uzatma işaretinin kullanılmasından kaçınıldığı için yanlış konuşulan sözler vardır. Yazımızın giriş bölümünde örneğini görmüştük. Pek kullanılmamasına rağmen bilmemizde yarar olan deniz mânâsındaki “bahir” kelimesi “bâhir” şeklinde uzun okunduğunda güvenilmez kişi anlamında bir sıfat olur.
Erzak, hububat karşılığı olarak dilimizde çok sık geçen “zahîre” ile parlak manasındaki “zâhire”nin her ikisi de Arapçadır. Arap harfleriyle yazılışları oldukça farklıdır. Okunuşlarındaki farkı da gözetmek gerekir.
Öldükten sonra tekrar dirilme anlamında kullanılan “rec’a” ile umut etme, dileme anlamındaki “recâ”da öyledir.
Güzel bir isim olan ve ay yüzlü mânâsına gelen “Mehlika” ile helâk edilecek yer anlamındaki “mehlike” arasındaki söyleyiş farkı belirtilmelidir.
Elbette bütün bunları kullanılsın diye değil yanlış kullanılmayı ve yanlış anlamayı önlemek için ortaya koyuyoruz.
Bakın, erkek ismi olarak çok geçen “Âsım” iffetli, ismet sahibi mânâsına gelirken bunu “Asim” olarak telâffuz edenler günahkâr kişi demiş olurlar.
Neyse ki “şiir” kelimesini iki “i” harfi ile yazıyoruz. Yoksa bu da aslan karşılığı olan “şîr” ile karıştırılabilirdi.
Yüzlerce örnek verebiliriz. Bu konuya son verirken çok karşılaştığımız bir kelimeden bahsetmeden geçemeyiz. “Alçak gönüllü” karşılığı olarak kullanılan “mütevazı” kelimesini son harfini incelterek “mütevazi” şeklinde söyleyenler var. Bu ikinci şekil “paralel, koşut” anlamında olup artık günlük konuşmalarda pek geçmemektedir. Hiç kullanılmasa daha da iyi olur.
Çok karşılaştığımız için belirtmeden geçemeyeceğimiz bir kelime de “safahat” tır. Safhalar, evreler demek olan bu söz, eğlenceye düşkünlük anlamına gelen “sefahat” ile karıştırılmaktadır.
Bir toplumu millet yapan unsurların en önemlisi dildir desek yanılmış olamayız. Dil, kültürün ve törenin temel taşıdır. Depreme dayanıklı durması için üzerinde fazla oynamaya gelmez. “Töre ilden önce gelir” denilmiş. İl ne kadar gerekliyse dil de o kadar önemlidir.
Dil -canlı- bir organizmadır; kendi yarasını kendi sarar. Sırası gelmişken söyleyelim; gönül yerine kullandığımız “dîl” sözü için de bu yargı geçerlidir. Canlı ve hareketli olan, kökü derinde bulunan hiçbir organ ile hoyratça oynanmamalıdır. Dil sözcükler alır verir yenisini yapar.
Bakın, duygulu sanatçı ruhlara coşku veren değişik bir kelime olan “eleğim sağma” yerine dilimizde geçen ne kadar çok kelime vardır. Bu “alaim-i sema” dan Türkçeleştirilmiş olmakla beraber bir zamanlar bunun Farsçası hatta Fransızcası da kullanılmıştır. Şimdi kulağa çok hoş gelen “Gökkuşağı” adını herkes benimsemiştir. Ülkemizde kadın adı olarak kullanılan “tiraje” kelimesinin de bu anlamda olduğunu yani gök kuşağı karşılığı olduğunu sanıyorum.
Yazımızın başlığı olan “dilin kemiği yoktur” deyiminin ne anlamda olduğunu biliyorsunuz. İnsanların bazen düşünmeden ve yersiz olarak konuştuklarını, dedi kodu yaptıklarını ifade eder. Ancak burada dilin hareketli ve duyarlı bir organ olduğu kadar gelişme yeteneği olan bir kavram olduğunu da çağrıştırıyor.
Dil ve edebiyat uzmanı bilgili ve yetenekli arkadaşlarımız var. Onları, bu çıkışımızı sürdürmeye, ufkumuzun içinde bulunan bu konuyu işlemeye çağırıyorum.