Kasım 2008

Ö T E S İ

 

21.12.2024 



Aykırı Bakış

 
Dr. Yusuf Gedikli

AB’nin 17 aralık 2004 kararı


AB, Türkiyeyi ekran başına kilitleyen kararını ıkına sıkına açıkladı ve batılılığını, yani çifte sıtandardını bir kere daha gösterdi. Tarih verdi ama, ucu açık bir tarih... Yani “madem bu kadar seviyorsun, sen benim dediklerimi yapmaya devam et, canım isterse...” Ağustos 2004’teki Ufuk Ötesinde şöyle demiştik: “Müzakere tarihine gelince kesinlikle ve kesinlikle verilecektir. Çünkü AB, ne pahasına olursa olsun, evet ne pahasına olursa olsun; AB’ye girmek için her şeyini vermeye, evet her şeyini vermeye hazır bir ülkeye niçin ‘hayır’ deyip de onu kendisinden uzaklaştırsın. Batılılar akılsız değildir.”

Yazımız bilinçli bir öngörünün sonucunda yazılmıştı. Rasgele yazılmış, kazara doğru çıkarsa “ben söylemiştim” diye övünmek için yazılmamıştı. Görünen o ki haziran 2002’de yazdığımız “Yeşilçam kılasiği” ve aralığın son günlerinde Financial Times’ın yazdığı “vuslata erişilmeyecek tırajedik aşk”, sürüp gidecek. AB, Türkiyeyi ekran başına kilitleyen kararını ıkına sıkına açıkladı ve batılılığını, yani çifte sıtandardını bir kere daha gösterdi. Tarih verdi ama, ucu açık bir tarih... Yani “madem bu kadar seviyorsun, sen benim dediklerimi yapmaya devam et, canım isterse...”
Ağustos 2004’teki Ufuk Ötesinde şöyle demiştik: “Müzakere tarihine gelince kesinlikle ve kesinlikle verilecektir. Çünkü AB, ne pahasına olursa olsun, evet ne pahasına olursa olsun; AB’ye girmek için her şeyini vermeye, evet her şeyini vermeye hazır bir ülkeye niçin ‘hayır’ deyip de onu kendisinden uzaklaştırsın. Batılılar akılsız değildir.”
Yazımız bilinçli bir öngörünün sonucunda yazılmıştı. Rasgele yazılmış, kazara doğru çıkarsa “ben söylemiştim” diye övünmek için yazılmamıştı. Görünen o ki haziran 2002’de yazdığımız “Yeşilçam kılasiği” ve aralığın son günlerinde Financial Times’ın yazdığı “vuslata erişilmeyecek tırajedik aşk”, sürüp gidecek. Tarih arifesinde ve ertesinde Türk basınında ilk defa olmak üzere bazı gerçekleri gören kalemlerin olması hem hayret verici, hem sevindiriciydi.
Müzakerelerde Türkiye yine köşeye kıstırıldı. Balkenende “Türkiyenin Rum kesimini tanımamasına katlanamıyoruz” derken, Hıristiyanlık adına ne kadar üzgün olduklarını dolaylı olarak anlatmış oldu. Türkiye öyle sıkıştırıldı ki, eğer batılıların şartını kabul etseydi, Kıbrısta KKTC yok sayılmış olacak, Annan pilanından daha geriye düşülecek ve Türkler sadece azınlık olacaktı.
Şimdilik yine kurtulduk. Kıbırısı hâlâ kurtarabiliriz. Bakacağız...
Bu karardan alınacak çok dersler vardır. En önemlisi Türkiyenin aklını başına toplaması, yeni bir politika tesbiti yapmasıdır. Türkiye yeni bir hedef ve taktik tespit etmelidir. Bunun birincil şartı bağımsızlıktır. Çünkü bağımsızlık, olmazsa olmaz bir şarttır. Türkiye AB, ABD ve İsraile mahkumiyetten kurtarılmalıdır. Türkiyenin ithalatı ve ihracatı OECD ülkelerine mahkumiyetten kurtarılmalıdır. Türkiye, Türkiye ve Osmanlı coğrafyasındaki kültürel mirasına sahip çıkmalıdır (Şu durumda Türkiyedeki Osmanlı kültür mirasına bile sahip çıkmıyor). Türkiye doğuyla batıyla, güneyle kuzeyle her türlü siyasi, iktisadi, askerî, mali, ticari, sınai ilişkide bulunmalıdır. “Çağdaş yaşam tarzını alacağım” diye sadece batıyla ilişkiye girmek, Türkiyenin elini zayıflatır, nitekim öyle olmaktadır. Üstelik “çağdaş yaşam tarzı” zaten benimsenmiştir. Türkiye artık kendine güvenmelidir.

AB veya batı ne zamandan beri Türkiyenin milli (devlet) politikasıdır?

Milliyetçilerin alim (arif değil) aydınları çok okumadığı, okusa da düşünmediği, bilhassa Cumhuriyet tarihini hiç bilmedikleri için bugüne değin, AB veya batıya yönelişin milli politika veya devlet politikası olduğunu bir türlü anlayamamışlardı. Biz yazdıktan sonra öğrenince devlet politikasını sorumsuz makamların etkisine bağlamaya başladılar. Oysa ki Kıbrısta tavizin verildiği Gümrük Birliği de Demirelin zamanında imzalanmıştı. Demirel yeni gelin gibi hem Servden bahsederdi, hem AB’ye doğru giderdi, hem de eştaşı Denktaşla 28 aralık 1995’te, deklarasyon yayınlardı.
Kıbrıs için deklerasyonlar yayınlardı.. Hem de Helsinki 1999’u kabul ederdi?!. Bugün makamda olmadığı için kafasına göre takılıyor.
Neyse fazla laf etmek istemiyoruz. Sabık Turancı, Atatürkçü, İnönücü, laik, hayli Marksist Şevket Süreyya Aydemirden bir hüküm verelim de bilmeyenler öğrensin:

“İşte İnönünün bu hava içindedir ki İngiliz ve Fransız deklerasyonları, daha sonra da İngiltere ve Fransa ile ittifaklar şeklinde örebildiği dış siyaset örgüsü, Türkiyeyi tamamiyle batıya yöneltti. Ve o zamandan beri Türkiye dış siyasetinde batı aleminin bir uzvu ve batı siyasetinin Ortadoğuda ö n c ü s ü olarak hareket etti.” (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Remzi k., İstanbul 1968, 2. c., 344. s.).

Bir de İnönünün kanatları altında Nurulllah Atacın, Hasan Ali Yücelin, Suat Yakup Baydurun, Yakup Kadrinin nasıl bir kültür politikası yürüttüğünü araştırsınlar. Menderesin 1952’de NATO’ya girdikten sonra batının kucağına gönüllü olarak nasıl oturduğunu arşivlerden okuyup öğrensinler. Bahsi geçen şahısların yazı, kitap ve faailyetlerini okusunlar da devletin milli siyasetinin batıya yönelik olduğunu anlasınlar, görsünler...
Daha evvel de yazdık. Türkiye gemisi 1938’den beri batıya doğru yol alıyor. Bunun adı Avrupa Konseyidir, NATO’dur, Ortak Pazardır, AET’dir, AT’dir, BAB’dır, AB’dir ve sairedir, neticede batıdır... Milliyetçiler hâlâ kamaralarda Türk alemine doğru koşuyor...
Koşadursunlar... Çok koşarlar...

Sol, din ve misyonerlik

Son 10-15 yılda ülkemizde misyonerlerin cirit attığı ilgilisinin malumudur. Aslında Türkiyede misyonerliğin başlangıcını 1821’de Amerikalı misyonerlerin İzmirde karaya ayak basmalarıyla başlatmak gerekir. Cumhuriyetin ilanından Sovyetlerin yıkılışına kadar olan sürede tavsayan misyonerlik faaliyetleri, son yıllarda gemi azıya almıştır. Ülkemizde 1938’den sonra uygulanan din politikasının dinî inançları ve milli duyguları tahrip etmesi, yine 1938’den sonra tatbik edilen Grek-Latin kültür politikasının entelektüelleri umursamaz duruma getirmesi, son yıllardaki fakir fukaralık, AB’ye yaranmak için Hıristiyan-Grek kültürünün revaç bulması, misyonerlere gayet müsait bir çalışma ortamı yaratmıştır. Hatta son on yılda “Heybeliada ruhban okulu açılsın” demeyen televizyon, bu paralelde yazı yazmayan yazar kalmamıştır. Ancak konu imam hatipler olunca ruhban okulu açılsın diyenlerin hemen hemen hepsinin imam hatiplere karşı çıkması, ibret verici vakalardandır.
Son zamanlarda sol kesimde yer alan kimselerin de misyonerlik faaliyetlerinin tehlikesini gördüğü gözlerden kaçmamaktadır. Aydınlık dergisinden, Türk Solundan sonra, son günlerde Cumhuriyet gazetesi ve Rahşan Hanım da misyonerliğin tehlikelerine dikkat çekenler arasında yer almışlardır. Cumhuriyet gazetesinde 20 aralık 2004 tarihinde yer alan baş yazıda aynen şu şaşırtıcı ifadeler yer almıştır:
“Hiç bir şey almadan vermek yalnız Allaha mahsustur.”
Atalarımız pek doğru olarak “imanla paranın kimde olduğu belli olmaz” demişler. Cumhuriyetin Allah kelamı etmesi Türkiyede yeni bir çağın başlangıcı olarak görülebilir.
Rahşan Ecevitin geçenlerde gazetelerde yayınlanan beyanatı da bir imdat ve tehlike çığlığıydı:
“AB’ye gireceğiz derken dinimiz elden gidiyor. Ben de bir Müslümanım.” (Yeniçağ, 3 ocak 2005, 11. s.).
Bilerek de bilmeyerek de olsa Rahşan Hanım, dinin elden gitmesi hususunda kocasıyla beraber rol sahibidir. Buna rağmen ne olursa olsun yine de sevindirici bir gelişme...
Yeri gelmişken misyonerlik için muhterem Necdet Sevinç ağabeyimizin Osmanlıdan Günümüze Misyonerlik Faaliyetleri isimli eserini okurlarımıza tavsiye ederiz.

İsrailin Kıbrıs jesti

İsrailin iki yıldan beri sürekli ve ısrarlı surette yapılmasını istediği dış işleri bakanı Abdullah Gülün İsrail ziyareti, nihayet 5 ocak 2005’te gerçekleşti. Ziyaretin bir jest olarak kabul edilmesi, İsrailin karşı jestini de beraberinde getirdi. Bu, İsrailin İsrailli iş adamlarına Kuzey Kıbrısta iş yapma izni vermesiydi (CNN, 5 ocak 2005, 23 haberleri).
Vasal basının üstünde bilerek durmadığı bu gelişme aslında çok mühimdir. Çünkü hemen hepimiz biliriz ki İsrail, 5 milyonluk ve 57 senelik bir devlettir, ama başta ABD olmak üzere bir çok dünya ülkesini doğrudan ve dolaylı olarak yönetmektedir. İsrailin böyle bir karar alması, ABD’nin de böyle bir karar alması neticesini doğurabilir. Ancak bir şartla. Biz de aynı şeyi istersek, sadece istemekle kalmazsak ve isteğimiz doğrultusunda çalışırsak.
İsrailin Türkiye ile ilişkilerine önem verdiği erbabına malumdur. İsrail başbakanı Şaronun “ABD’den sonra dünyada İsrail için Türkiyeden daha önemli bir ülke olmadığını” söylediği de malumdur (Milliyet, 13 Ağustos 2004, 22. s.). Çünkü tarihçi Gumilevin deyimiyle aklın bir araya getiremeyeceği, lakin bir araya gelen Türk-İsrail kimerası [normalde olmaması gereken ama olan) gibi olgular tarihte nadirdir. Şaronun bu sözünün üzerinden çok geçmeden Filistin meselesi ve Irak savaşından dolayı Türkiye ile İsrail arasındaki soğukluk gitgide arttı. İsrailin Kuzey Iraktaki faaliyetleri Türk kamu oyunda yara almasına yol açtı. Öyle ki Ankara “[İsraili Kuzey Irakta] yatakta yakaladık. Giyindiler. Odadan çıktılar ve şimdi inkâr ediyorlar” suretinde düşünmek mecburiyetinde kaldı. (Fatih Altaylı, Hürriyet, 14 temmuz 2004, 25. s.).
İsrailin son Kıbrıs kararı 1949’dan beri en düşük seviyedeki ilişkileri normalleştirmek için alınmış önemli bir karardır.
İsrailin böyle bir karar almasının sebeplerinden biri de, tarih boyunca sürekli soğuk münasebetler içinde bulunduğu Yunanistan ve Rum devleti ile Yunan-Rum halklarını bir anlamda cezalandırmasından ileri gelmiştir (Tabii ki iki cambaz bir ipte oynamaz).

Cankurtaran kelimesinin canlanması

Çocukluğumuzda köylerimizde yol olmadığı için hastalananları doktora salla götürürlerdi. 1964’te biz ilk okuldayken köyümüze yol geldikten sonra cankurtaran arabalarıyla tanıştık. Fiili ve hedefi pek güzel ifade eden bu güzel kelimemiz, sonradan ortadan kaldırıldı. Yerine ambulans konuldu. Arapça kelimeleri atan bakanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları cankurtaranın canını kurtarmaya bile teşebbüs etmediler. Cankurtaran Anadolumuzun ucra köşelerinde ve İstanbulun Cankurtaran semtiyle Cankurtaran tiren istasyonunda kaldı.
Geçenlerde sevinerek gördük ki, Eminönü belediye başkanı sayın Nevzat Er, belediyeye ait acil yardım taşıtının adını cankurtaran koymuş. O kadar sevindik ki... Sayın başkana teşekkür ederiz...
Sayın Nevzat Er beyefendiyi seçim öncesinde Yazarlar Birliğinde dinlemiştik ve bilinçli olarak, bilhassa alkışlamıştık. Alkışlamamızın sebebi “Eminönündeki ecdat yadigârı tarihî eserlerimizi kurtaracağız” demesiydi. Bildiğiniz gibi tarihî eserlerimiz bilerek, istenerek tahrip ediliyor. Ol sebepten biz mimari mirasımıza çok önem atfediyoruz. Bu vesileyle muhterem başkana bu sözünü de hatırlatıyoruz.

Sivil toplum mücadelesine devam

5 ocak 2005 günü Beyazıt devlet kütüphanesinde çalışırken, “Beyazıt konferansları”nın başladığını ve kültür bakanlığı müsteşarı purofesör Mustafa İsenin konuşacağını öğrendik. Purofesör İsen divan edebiyatımız hakkında bilgi verdi ve 3 bin civarındaki divan şairimizin takriben 600 kadarının, yani beşte birinin İstanbullu olduğunu belirtti. Soru kısmına geçilince, “sual edelim mi, etmeyelim mi?” diye çok düşündük. Sonunda “vatandaşı aktif ol, demokratik hakkını kullan, sorgula diye teşvik ediyoruz; biz dediğimizi yapmazsak o zaman samimi değiliz” diye düşündük ve söz aldık.
Hakkı Tarık Us ve Atıfefendi kütüphanelerinin çalışır duruma getirilmesini talep ettik, olumlu cevap aldık. Ama asıl niyetimiz ve hedefimiz bunlar değildi. Acemoğlu hamamıydı.
Şöyle dedik: “Sayın müsteşarım! Buraya pek yakın olan Acemoğlu hamamı en az iki yüz seneliktir. Dede Efendinin babasının işlettiği hamamdır. Şimdi yıkılıp sadece kubbesi bırakıldı. Bu hadise 2004 senesinde oldu. Bir şeyler yapamaz mıyız. Ayıp değil midir bu?”
Bunları söylerken yaradılışımızdan ve boğazımıza kadar dolduğumuzdan ötürü biraz heyecanlandık. Bu esnada kadın erkek bir çok anlı şanlı purof ve sağcı milliyetçi sözde aydınlar hayretle dönüp bize baktılar.
Sayın İsen bilerek veya bilmeyerek (muhtemelen bilerek, zira siyasetçiler yönlendirmeyi pek iyi yaparlar) Acemoğlu hamamı yerine 2. Beyazıt (Patrona Halil) hamamından bahsetti. Meselenin üniversite ile Vakıflar arasında olduğunu belirtti ve yeni bir soru teşebbüsüne meydan verilmeden toplantı sona erdirildi. Yoksa hava elektiriklenecekti.
Buna benzer aktiviteleri her vatandaşımız, her alanda yapmalıdır. Böyle yaparsak var olduğumuz anlaşılacak, millete ehemmiyet verilecek, dediğine uymaya mecbur kalacaklardır.
Velhasıl mücadeleye devam...



ufuk@ufukotesi.com

Bu yazı toplam defa okunmuştur.

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.

UFUK ÖTESİ.COM

BU YAZIYI TAVSİYE EDİN

Adınız  Soyadınız

E-posta adresiniz
Arkadaşınızın e-posta adresi

 

Yazdır  - Sayfanın Başına Dön 

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002