Bu toplumun Anadolu’yu bir Türk yurdu haline getirip bize bırakanlar gibi organize olabilmesi için önce varoluş ve kimlik bilincini canlandırmaya, özgüvene, asli ve asil hedeflere ve kendi gündemine sahip olmaya ihtiyacı vardır. Şahsi gayretlerin kurumlaşması, olumsuz şartlardan kurtulmak için anahtar vazifesi görebilir.
“Bana “Sen yoksun, sen öldün” diyorlar
"Bu kör acuna inat yedi iklimdeyim...”
Organize olmak, birlikte düşünmek ve birlikte yaşamak iradesi dün olduğu gibi bugün de mühim ve gerekli. Birarada yaşayan insanları bir nüfus kalabalığı olmaktan çıkarıp potansiyellerine işlerlik kazandırmak ve ortaya bir güç merkezi çıkarabilmek için organizasyon kabiliyetinin yüksek seviyede olması gerekiyor. Yarına kalabilmek, orijinal kültür sahibi toplum olarak varlığımızı devam ettirmek istiyorsak sistemli bir çalışmamızın, üzerinden belli bir zaman geçtiğinde yeniden yorumlanabilecek kalitede fikri ürünlerimizin olup olmadığını iyice düşünmemiz gerekiyor. Halihazırdaki kaos ortamında duruşunu bozmayanlar, tavırsızlığa ve nemelazımcılığa kaçmayanlar karikatür olarak değil bütün şahsiyetleriyle yarın da var olacaktır. Toplum olarak nelerin etrafında birleşiyoruz? sorusuna verilecek cevap bugün nerede olduğumuzu ve yarın nerede olacağımızı gösterecektir. Küresel hegemonyacılar, dünyaya hediye ettikleri değerler krizinin tesiriyle bizi basitliğin, seviyesizliğin, ciddiyetsizliğin ve samimiyetsizliklerin etrafında birleştirmeye çalışıyorlar. Bizi bütünüyle “arabesk bir toplum” haline getirmeyi hedefliyorlar. Çünkü arabesk toplum, kendisini aşan hiçbir hedefi olmayan, maddi varlığını tatmin için yaşayan ve bu zaafları sebebiyle yönlendirilmeye en müsait insanların birarada yaşaması demektir. Bu kısırdöngüden çıkabilmek için kapsayıcı ve kuşatıcı bir tasvvur geliştirmek, kaynağını üç kıtaya mührünü vurmuş medeniyet birikiminden alan yeni bir proje üretmek gerekiyor.
Türkler tarih sahnesine çıktıkları Orta Asya’da kendilerinden çok daha kalabalık olan Çin ile komşu idiler. Bu çok kalabalık milletle yapılan mücadele ve savaşlar hem iyi organize olmayı hem de hareketliliği gerektiriyordu. Zaten onlarla yapılan mücadele, fırsatını bulduğunda saldıran, güç yettiremeyeceğini anlayınca bozkıra çekilen bir tarzdaydı. Çin nüfusunun büyüklüğüne rağmen dışa açılamadı, hep aynı coğrafyada kaldı. Organize ve hızlı hareket etmeyi hayat tarzı haline getiren Türkler ise Orta Asya’dan, önce Anadolu’ya gelip Bizans’la savaştılar ve 30-40 yıllık bir varlıkla Haçlı Seferlerini göğüslediler; sonra da Avrupa’nın içlerine kadar yürüyüp asırlarca bütün hrıstiyan dünyasının hem stratejilerinde hem de rüyalarında (!) baş rolü oynadılar. Biz şimdi 10 kişi birbirini kaybetmeden Eminönü’nden Üsküdar’a geçemeyecek durumda olduğumuzdan, yüzbinlerce kişiyi bütün varlıklarıyla beraber azımsanmayacak mesafelere taşıyabilen bu birlikteliği ve organizasyon gücünü anlayamıyoruz. Birinci Viyana Kuşatmasının ilk sabahında uykudan kalkan Viyanalılar, daha dün karşılarında bomboş duran arazide Osmanlı askeri tarafından şehire benzer bir yapı kurulduğunu görünce şaşkına dönmüşlerdi. Aslında vaziyetimiz 13. yüzyılda Anadolu’nun Moğollar tarafından istila edildiği zamanlardan daha kötü değil.. O cendereden bu milleti Mevlana’lar, Yunus Emre’ler, Hacı Bayram Veli’ler ve Hoca Ahmed Yesevi’nin can ocağında pişip Anadolu’ya akın eden Gazi-dervişler, Alp-erenler çıkardı. Çünkü onlar hem organize hem de hedef sahibiydi. Zihinlerini, İslam medeniyet ve düşünce birikimi ilmek ilmek örmüştü. Gayretlerinde yoğunlaşarak sağladıkları özgüven ve gönül zenginliği onları ilayı-kelimetullah’ın taşıyıcısı haline getirmişti. Ömer Lütfü Barkan’ın onlara verdiği isim “Kolonizatör Türk Dervişleri” idi. Kolonizatör Türk Dervişleri dinamizmleri sayesinde tek başına da olsalar gittikleri yerde erimiyor, oraları etkiliyor, değiştirebiliyorlardı. Barkan, bu kendine haslığı şu sözleriyle ifade ediyor: “Dağdan bayırdan toprak açmak, iskan edilemeyecek bir halde ıssız ve vahşi bir tabiat ortasında, hırsız yatağı yerlerde yerleşmek gibi işlerin ancak azimkâr insanlar ve hayatiyeti yüksek bir millet tarafından yapılabileceği aşikârdır.” Barkan, şu örnekle yapılan işin mahiyetini kafamızda berraklaştırıyor: “Niğbolu’da Razgrad civarında Bali Bey oğlu Yahya Bey, tekkesini Tutrakan gibi Rumeli’nde şekavet yeri olarak tanınan ve halk ağzında, son zamanlara kadar “Tutrakandan gelmiyorum” yani o kadar kaba değilim, şeklinde dolaşan bir sözün yaşamasına sebep olan bir yerde kurmuştur.”
GERÇEK AYDIN TAVRI
Bizde bu yazıyı kaleme alma fikrini oluşturan Yahya Kemal’e sorulan iki soru oldu. Bunlardan birincisi şuydu: “Bu millet nasıl Viyana’ya gitti? Onun cevabı iki kelimedir ama derindir: “Pilâv yiyerek ve Mesnevi okuyarak...” Mesnevi burada ortak şuurun, ortak kültürün varlığıdır. Toplum sağlam bir dünya görüşüne dayanırsa bir kitap işte böyle nefes almaktan, yemek-içmekten hemen sonra gelir. Bu benimseme fethe giden askere Mesnevi okutur, anneye çocuğuyla meşgul olurken Yunus Emre ilahisi söyletir. Maalesef şimdi bunları bilmek entelektüel gayret işidir.
İkinci soru ise “Üstad, ne yapacağız? idi.Cevaben “Horasan’dan gelen Alperenler ne yaptıysa biz de onu yapacağız.” diyor. Yahya Kemal bu sözleriyle mesuliyet bilincini ortaya koyuyor ve bir fikri açılım meydana getiriyor. Yenilmeye devam eden bir medeniyetin çocuğu olarak böyle bir inşa edici tavrı göstermesi takdire şayandır. Fikri açılım meselesi çok önemlidir ve bizim hakiki aydınları sahtelerinden ayırabilmemiz için adeta terazi hükmündedir. Şimdilerde olduğu gibi Yahya Kemal’in yaşadığı zamanlarda da pek çok aydın içinde yaşadıkları toplumun gerçek sorunlarından kaçmışlar, yüzleşme cesaretini gösterememişlerdi. Onların yaptığı cüz meseleyi esas mesele haline getirmek ve böyleymiş gibi anlatmaktır. Artık ihtiyacımız olan aydın tipi, yalnız kültür adamı olarak inceleme ve tasnif yapan değil öğrendiklerinin üzerinde düşünen ve buradan çıkardığı neticeleri topluma sunabilen, yani bir terkibi yakalayan insandır.Bu aydın, tefekkür-kültür birlikteliğini ürünlerinde sergileyebilendir.
Kötü olana kötüdür diyebilmek, yaşananların gerçek sonuçlarını tespit etmek de çok mühimdir. Fakat insanlara canlılık kazandıracak, kuvvet verecek olan şey hedef sahibi olmaktır.Realitenin gücüne rağmen kendi gündemini oluşturabilmektir. Çünkü yapılması gereken, olup bitenleri seyretmekle yetinip saman alevine benzer tepkiler vermek değil bütün bunlara kendi varoluş ve kimlik bilincinin tezahürü mahiyetinde tezler geliştirmektir. Asil bir hedefi olmayanın sağlam bir duruşu da olamaz. İşte bundan bin yıl evvel Horasan’dan gelip bu toprakları ilim ve irfan yuvalarıyla donatan Gazi-dervişlerin hem asil hedefleri hem de sağlam duruşları vardı. Toplumsal yılgınlığın had safhaya ulaştığı, AB’ye dahil olmanın bütün sıkıntılardan kurtulmanın yegane çaresi olarak görüldüğü bir ortamda hangi anne-baba çocuklarını bize ait ölçülere ve değerler sistemine göre yetiştirmeyi dert edinecektir? Şahsiyet eğitimi için özel bir gayret gösterilmeden topluma katılan çocuğun kahramanı Harry Potter, yiyeceği hamburger, şiarı bencillik olacaktır. Erol Güngör’ün nereden nereye geldiğimizi şu ifadelerle anlatıyor: “Bir vilayete İstanbul’dan bir vali geldiği zaman ilk 10-15 gün içerisinde oranın halkından, yerlilerden kendi etrafında gayet kuvvetli bir kültür çevresi topluyordu ve bunlarla birlikte orası için gerçekten bir meşale hizmeti görebiliyordu. Şimdi Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde yüzlerce mühendisimiz, şu veya bu teknik sahasında yetişmiş gayet iyi insanlarımız vardır ama bu şekilde bir kültür çevresi meydana getirebilecek kimselerimiz yok denecek kadar azdır.”
Bu toplumun Anadolu’yu bir Türk yurdu haline getirip bize bırakanlar gibi organize olabilmesi için önce varoluş ve kimlik bilincini canlandırmaya, özgüvene, asli ve asil hedeflere ve kendi gündemine sahip olmaya ihtiyacı vardır. Şahsi gayretlerin kurumlaşması, olumsuz şartlardan kurtulmak için anahtar vazifesi görebilir.
Yaşadığımız toprakların kapılarını açanlar en zor zamanlarda, en zor hallerde bile kendi dünya görüşlerini yaşadılar. Tarihi birikimi doğruların, güzelliklerin etrafında birleşmek ve hakikatin sözcülüğünü yapmakla örülen bir toplum yine o birikimden alacağı kuvvetle “insana sadece insan olduğu için değer veren yegane medeniyet”i canlandırabilir...