O zamanlar Yemen’e gideni ölü sayarlardı ve şu meşhur türküyü tuttururlardı: “Adı Yemendir, gülü çemendir. / Giden gelmiyor, acep nedendir ” Bugün artık çoğunun adı sanı unutulmuş, kiminin de mezarı bile belli değil!
Bu başlık Mehmed Niyazi’nin yeni çıkan romanının yalnızca adı değil, aynı zamanda Yemen’de evladını yitiren anaların feryadı, bir yavuklunun âhı ve her şeyden evvel bir milletin sitemi. O zamanlar Yemen’e gideni ölü sayarlardı ve şu meşhur türküyü tuttururlardı: “Adı Yemendir, gülü çemendir. / Giden gelmiyor, acep nedendir ” Bugün artık çoğunun adı sanı unutulmuş, kiminin de mezarı bile belli değil!
Daha önce “Çanakkale Mahşeri” adlı romanıyla bizlere Çanakkale destanını romanlaştıran Mehmed Niyazi, şimdi de nice koç gibi evlatlarımıza mezar olan Yemen ellerini romanlaştırdı. Yemen! Ah! Yemen!... adını verdiği romanı çok mânidar sözlerle başlıyor: “Yemen çölü, nasıl bir ölü uykusundasın ki bunca şehidin kanı seni yeşertemedi. Anaların, gelinlerin ve nice yetimlerin ıssız yerlerde döktükleri gözyaşları yağmur olup üzerine yağsaydı, bağrından ormanlar fışkırırdı. Halâ derin sükût içindesin; bir dile gelsen, neler anlatırsın, neler ...
Ey göz alabildiğine uzanan Büyük Türk Mezarlığı! Nice genç evlatları yuttun. Onların da hevesleri, arzuları vardı, akşam güneşinin altında daldığın derin hülyalarında ne korkunç çığlıklar gizli! Etleri, kemikleriyle besleyerek bağrında büyüttükleri kayın ağaçlarının dallarında gecenin sessizliği matemlerin en içlisini dokuyor. Gün ağarırken kimbilir kaç bülbül feryadlarını dile getiriyor!...”
Bu vatan kimin? adlı şiirinde Orhan Şaik Gökyay, vatan için can veren kahramanları işaret ederek şöyle sesleniyordu.
Bu vatan, toprağın kara bağrında,
Sıra dağlar gibi duranlarındır.
Bir tarih boyunca onun uğrunda,
Kendini tarihe verenlerindir..
İleri atılıp sellercesine,
Alnından vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir.
Atsız da kahramanlar için şöyle diyordu: ‘‘Kahramanlık: içerek acı ölüm tasından / İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.’’ Bu milletin evlatları Çanakkale’de, Yemen’de, Trablusgarb’da ve daha nice yerlerde içtiler acı ölüm tasından. Dönmediler, dönemediler… Bugün artık elin vatanında sahipsizler, garipler…
Roman sizi bugünden alıp yıllar ötesine götürecek, ruhunuzda Yemen’e giden kınalı kuzuların ruhunu duyacaksınız. Ve Türk’ün ila-yı kelimetullah davasının kutsiyetini bir daha idrak edeceksiniz. Adı ihanet ve hainlikle özdeşleşen Şerif Hüseyin’in çirkin yüzünü göreceksiniz. Bazı Arap kabilelerin para, mal ve saltanat için devleti Al-i Osman askerlerini, İngiliz ve Fransızlarla anlaşarak nasıl arkadan vurduğunu öğreneceksiniz.
Çanakkale romanında kendinizi nasıl ki, siperlerin içinde yahut Allah Allah sesleri arasında süngü hücûmuna kalkarken buluyorsanız, Yemen romanında da ihanetin kol gezdiği çölün sıcak kumlarında olacaksınız. Gencecik askerlerimizin nasıl aslanlar gibi savaştıklarını ve ölüme nasıl kucak açtıklarını okuyunca göz yaşlarınızı tutamayacaksınız.
Romanda; vatan için ölüme meydan okuyan Zenci Musa’yı, Mamaka Mustafa’yı, Eyüp Berzenç’i, Üsküplü Osman’ı, Mihrali Bey’i, Kadınhanılı Hüseyin ile Adil’i ve daha nicelerini tanıyacaksınız. Birbirine kavuşamayan sevgililerin yürekleri dağlayan hüzünlü anları sizi derinden etkileyecek. Mülazım-ı sani Celaleddin Efendi ile Hatice’nin, Avni ile Hüsnüye’nin dramatik aşklarına şahit olacaksınız. Ve onların da gönül sızıları olduğunu anlayacaksınız.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın başı Eşref Beğ’in ve diğer arkadaşlarının vatan için, din için, millet için göze aldığı tehlikeler sizi heyecanlandıracak. Onların başta İngiliz ajan Lawrence olmak üzere casuslarla adım adım süren kovalamacaları ve kahramanlıkları kalp atışlarınızın ritmini değiştirerek, soluğunuzu kesecek. Eşref Beğ’in kırk üç inanmış arkadaşıyla, çölün ortasında yirmi beş bin kişiye nasıl meydan okuduğunu öğrendiğinizde, bayrağımızdaki al rengi daha iyi idrak edeceksiniz.
Ötüken Yayınevi’nden çıkan kitabın arka kapağında, gönül sızımız Yemen için şöyle yazıyor: “Bir zamanlar endişeyle, elemle andığımız Yemen sayısız gencimize mezar oldu. Yıllarca ‘Gece bir ses geldi derinden derinden / Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden’ diyen yaşmaklı kızlarımızın yürekleri orada çarpardı. Cihan biliyor ki; hiçbir milletin evlatları onların şartlarında onlar gibi savaşmadı, destanların en dokunaklısını arkalarında bırakmadı. Ne hazindir ki; şimdi o ıssız vadilerde, engin çöllerde ne mezar taşları, ne de ziyaretçileri var... Ansiklopediler: “Yemen’de ölen Türkler’in sayısını tarih bilmiyor, öğrenmekten de korkuyor’ derlerken nesillerle süren dramımızı anlatıyorlar; fakat hiçbir dram unutmak ve unutulmak kadar dramatik değildir.”
Mehmed Niyazi, Büyük Türk Tarihinin önemli olaylarını romanlaştırarak çok ulvi bir görev ifa etmektedir. Bu onun hakiki bir Türk aydını olmasından kaynaklanmaktadır. Türk roman hayatında yer almamış konuları romanlaştırarak, bugünkü gençliğe hem o günleri yaşatmakta, hem de mazimizin unutulmasını önlemeye çalışmaktadır. Mehmed Niyazi, Çanakkale Mahşeri isimli romanında da olduğu gibi Yemen! Ah! Yemen!... isimli romanında da çok titiz çalışarak hakikate sımsıkı bağlı kalmıştır. Mehmed Niyazi, tarihi bir destanı yazmanın şuuruyla bu eseri yazarken dönemin bütün şartlarını da okuyucuya çok güzel yansıtmış. Romanı okuyunca onun, bir kitap yazmış olmak için değil, milletine ve tarihe olan görevini layıkıyla yerine getirebilmek için yazdığını anlıyorsunuz..
Ne diyelim Mevlâm, Niyazi Hocanın kalemine mürekkep, gözlerine daha fazla fer versin!