Batı medeniyetini topyekün kabul, şimdiden hayal dahi edilemeyecek şekilde neticelenecektir (Eski eserlerimizi kendi elimizle nasıl yok ettiğimizi ve Türkçenin günümüzdeki hal-i pür melalini hepimiz görüyoruz). AB de tabii ki armut toplamayacaktır. Öne sürdüğü ve süreceği şartlarla Türkiyeyi Nasreddin Hocanın kuşuna çevirecektir.
AB hakkında çok yazdık ama bir kere daha yazmayı gerekli görüyoruz. Acaba Türkiye AB’ye niçin girmek istiyor? Bu soruya verilecek cevapların ekseriyeti, “Türkiye refah seviyesini yükseltmek istiyor“ şeklinde olacaktır. Halbuki Türkiyenin AB’ye giriş amacının birincil sebebi müreffeh olmak amacına değil, batı yaşam tarzını halkına benimsetmek amacına yöneliktir. İktisadi olarak faydalanma ikincil amaçtır. Esas amaç batı kültür ve medeniyetini halka kabul ettirmek, batı kimliğini almak, batı liginde oynamak, kısaca her yönüyle batılı olmak, topyekün batılı olmak şeklinde hulasa edilebilir. Yani yerli ve tarihî musikinin yerine kılasik batı müziğini kabul etmek, alaturka tuvalet yerine alafıranga tuvaleti kullanmak, selamun aleyküm yerine merhaba demek, bütün kadınların başı açık olmak, yerli, milli, doğulu her türlü kültür ögesi ve geleneğinin yerine batıdaki mukabilini almak. Böylece irtica tehlikesi de önlenmiş olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi kültür politikası medeniyet-kültür (hars) ayrımını kabul etmez, batı medeniyetini sıtandart (tek) medeniyet, gülüyle dikeniyle bir bütün olarak kabul eder. Yani Ziya Gökalpın “medeniyet ayrıdır, kültür ayrıdır” pirensibine muhaliftir.
Bu durumda Türk milletinin batılı ülkelerden tek farkı, dili olacaktır. Ancak Türkiye batı medeniyetini topyekün kucaklama hedefine o kadar teşne [susamış] ve bunun için kendi kültürüne ve medeniyetine o kadar saygısız ve o kadar düşmandır ki, onun bu sevdası daha evvel yaptığımız teşbihi hatırlarsak, ateşin etrafında dönen pervane kelebeğine benzemektedir. Yani kendini mahvetmekle sonuçlanacaktır. Çünkü eşyanın tabiatına aykırıdır. Batı medeniyetini topyekün kabul, şimdiden hayal dahi edilemeyecek şekilde neticelenecektir (Eski eserlerimizi kendi elimizle nasıl yok ettiğimizi ve Türkçenin günümüzdeki hal-i pür melalini hepimiz görüyoruz). AB de tabii ki armut toplamayacaktır. Öne sürdüğü ve süreceği şartlarla Türkiyeyi Nasreddin Hocanın kuşuna çevirecektir.
Hem bilmeyenler öğrensin, hem tarihe dip not düşelim diye yazdık…
Devletin unsurları ve AB
Devlet hangi unsurlardan oluşur? Sayalım ve AB karşısındaki tutumlarına bakalım.
Devletin üç kuvveti olan yasama, yürütme, yargının üçü de AB taraflısıdır. Cumhurbaşkanlığı, etkili bir kuvveti olan Silahlı Kuvvetler ve YÖK (üniversiteler) de AB yanlısıdır (Toplam altı unsur).
Şimdi millete bakalım: Üç kuvvetin haricinde dördüncü kuvvet denilen basın, her fırsatta bağırıp çağıran sivil toplum örgütleri (STÖ), bir de en kalabalık, en sessiz ve en antidemokratik olan kitle olan milletin kendisi (Millet bir kuvvet olarak sayılmasa da olur. Çünkü yok denilebilir. Toplam üç unsur).
Bu saydığımız kuvvetlerden hangisi AB’ye karşı? Hiç biri!.. Hepsi AB taraftarı!.. Millet bile basit mantığıyla “serbest geçiş olacak, iş bulacağız” diye AB taraflısı değil mi? Öyleyse kimi, niye yardıma çağırıyoruz? Güvendiğimiz dağlara karlar yağmış, kimsenin haberi yok! Zavallı milliyetçiler!..
Türkiyede bizim gibi bir kaç kişi hariç, herkes AB’den yana olduğu için hükümetler bu kadar cüretkâr davranabilmekte, AB de Türkiyenin Avrupalılaşma sevdasını alabildiğine sömürmektedir.
Biz neden AB’ye karşıyız?
Türkiye yukarıda bahsettiğimiz gibi bir devlet olmasa, yani kendi kültürüne, kendi halkına, kendi dinine hürmetkâr bir devlet olsa, biz de AB’ye girmekten yana tavır koyarız. Ama biz Türkiyenin politikalarını, devletin ruhunu bildiğimiz ve AB’nin Türkiyenin karşılıksız aşkını istismar edeceğine inandığımız için, devletimizin ve memleketimizin geleceğinden endişe ediyoruz. AB’ye bu yüzden karşıyız.
Eğer Türkiyenin bahsettiğimiz kültür ve dış politikaları olmasa ve Avrupanın hafızasından hala silemediği Türk düşmanlığı ve Türkleri mahvetme purojelerinin 101’incisini bilmesek, biz de AB’ye girmeyi müdafaa ederdik (100 pilan için bakınız. Trandafir G. Djuvara, Türkiyenin Paylaşılması Hakkında Yüz Proje 1281-1913, çev. Pulat Tacar, Gündoğan y., İstanbul 1999, 382 s.).
Demokratik reformlar
Biz AB’nin istediği demokratik reformların taraftarıyız. Bunları AB istediği için değil, Türk milleti demokrasiye ve insan haklarının en iyisine, en genişine layıktır diye istiyoruz. Halkının devleti tarafından sevgiyle, şefkatle kucaklanması devleti zayıflatmaz, aksine kuvvetlendirir. Zira baskıyla hiç bir devlet kuvvetli olmaz ve olamamıştır da. Batı milletleri gibi Türk milletinin de demokratik hakların en genişi içinde, insan hak ve hürriyetlerine sahip biçimde yaşamaya hakkı ve liyakati vardır. Lakin bizim kaygımız hatta inancımız, Türk devleti ve milletinin istikbalinin AB’ye ipotek edilmesi ve AB’nin bunu sömürmesi, istismar etmesi ve bu vaziyetin istikbalimiz için vahim neticeler doğuracağı endişesinden kaynaklanmaktadır.
AB karşısında milliyetçi sağ camia ve Türkiyeyi kimler idare ediyor? sorusu
Türkiyenin özellikle 1938’den sonraki kültür politikasını ve AB karşısındaki devlet yahut milli politikasını bilmeyen milliyetçi-ülkücü sağ camia, başka cephelerde saf tutanlarla birlikte habire devletin bazı unsurlarını imdada çağırıp duruyor. Devlette görev yapmış emekli unsurlara “vatan satılamaz“ demeçleri verdiriyor. Ama vatan satılmakta devam ediyor ve hiç şüpheniz olmasın ki satılmaya devam edilecek.
Yeniçağ gazetemiz Verheugen için “Defol alçak” diye manşetten başlık atıyor (8 eylül 2004). Bir gün sonra “Kalkın ey ehli vatan” ibaresini başlık yapıyor ve manşet altında Atatürkün gençliğe hitabesini veriyor. Sahi Atatürkün gençliği nerede? KKTC’de nerede idi? TC’de nerede? Ülkenin bağımsızlığı peşinde mi? Okuyup düşünmek, laboratuvarda çalışmak peşinde mi? Yoksa karı kız peşinde mi? Sahi nerede?
Bizim vurgulamak istediğimiz ve Ufuk Ötesinde tebliğ etmek istediğimiz şudur: Türkiye 1938’den itibaren gayri milli, Greko-Latin ve materyalizm temeline dayalı bir kültür politikasıyla bugünlere gelmiştir. Bu politika yine İnönünün devreye soktuğu tarafsızlıktan ve bağımsızlıktan ayrılan batıcı dış politika ile paralel yürümüştür ve yürümeye devam etmektedir. Bu kültür politikasından (dış politikadan değil) sadece 1969-1991 arasında kısmen ayrılınmıştır. Evet kısmen! O da Marksist öğrenci hareketlerinin başlaması dolayısıyladır. Ve AB’ye girmek devlet politikasıdır, diğer deyişle milli politikadır. Yani AB’ye girmek isteyen, milliyetçi-ülkücü camianın kafasında mit haline, fetiş haline getirdiği devletin, bizzat kendisidir. Peki, milliyetçi-ülkücü camia AB’ye girmek isteyen devleti niye yardıma davet ediyor? Çünkü devletin kültür ve dış politikalarının ne olduğunu, neyi amaçladığını bilmiyor. Türkiyeyi “Türkler idare etmiyor” deyip işin içinden sıyrılıyor, çıkmaz sokakta patinaj yapıp duruyor. Ortada bilgisizlik var, cehalet var. Bu da okumamaktan, düşünmemekten, çalışmamaktan kaynaklanıyor (Gerçi bunu Emin Çölaşan da bilmiyor. Ama o farklı safta).
En çok saygıdeğer, samimi, çilekeş, davasını hiç bir menfaat düşünmeden yürütmüş, bu yolda bıçak yemiş, kurşun yemiş, hapishanelere girip çıkmış, alçakgönüllülükleriyle gönüllerde yüksek mevki tutmuş, şahsiyetlerine büyük hürmet duyduğumuz bazı yazar ve ağabeylerimize üzülüyoruz. Öyle yazılar yazıyorlar ki, katılmamak elde değil. Bilge Kağan gibi ülkemizin acınacak haline yanıp yakılıyor, çırpınıyor, feryad ü figan, dad u imdad ediyorlar. Ama aldıran yok ve ne yazık ki olmayacak da.
Çünkü Türkiye gemisi batıya gidiyor. Milliyetçiler geminin kamaralarından Türk dünyasına koşuyor. Kaptan ara sıra ne olduğuna bakmak için kamaraları dolaşıyor. Türk dünyasına koşanlara “koşun, koşun” diyor. Bu, milliyetçilere “kaptan (devlet) da bizimle” kanaatini bahşediyor. Ama gemi batıya ilerlemeye devam ediyor ve edecek. Londra, Vaşington, Telaviv duraklarından sonra Brüksele varacak. Milliyetçiler de kamaralarda Türk dünyasına koşmaya devam edecek.
Bilgi ve demokrasi kültürü
İşte bu noktada sağ kesimin, yani milletin ekseriyetinin en büyük eksiği ortaya çıkıyor. O da demokratik kültür eksikliğidir. Biz milliyetçi sağ camianın demokratik olması gerektiğini baştan beri üstüne basa basa, altını çize çize yazdık ve yazıyoruz, vurguladık ve vurguluyoruz. Çünkü demokratik kültüre sahip olmazsak sesimiz çıkmaz. Sesimiz çıkmazsa kimse bizi dinlemez. Zaten sesin yok ki, zaten bir talebin yok ki. Devlet, millet seni niye dinlesin, niye kaale alsın? Bir şey istemezseniz onu istediğiniz nereden bilinecek? Ama eğer biz devletin bütün kuvvetleriyle ve kurumlarıyla AB taraflısı olduğunu bilsek ve ona göre tavır belirlesek, durum bambaşka olur. O zaman devleti kurtarırız. Çünkü Atatürkün dediği gibi “milleti kurtaracak olan bizzat milletin azim ve kararıdır”, kararlılığıdır.
Sol ve din
Eğer Türkiyede Atatürk devri kültür politikasını tatbik etmeye devam etse idi, AB’ye girişle kendisini koruyabilirdi. Çünkü Atatürk laik, fakat gerçekten milli bir kültür siyaseti ve bağımsız, tarafsız bir dış politika uyguluyordu. Ancak 1938’den sonra İsmet İnönünün himayesinde şimdilerde sağda neredeyse evliya mertebesine yükseltilen Mevlevî (?!) Hasan Ali Yücel ve materyalist (idealist felsefedeki anlamda) olduğunu dürüstçe itiraf eden Nurullah Ataçın yönlendirmesiyle ortaya konulan Greko-Latin kültür politikası, milli kültür namına ne varsa milletin bünyesinden çıkarıp atmayı ve dini toplumun bütününden dışlamayı hedeflediği için tamamiyle ateist-materyalist bir aydın, bürokrat nesli yetişmiştir. Bu nesil o zamandan zamanımıza değin Türkiyede her mercide ipleri elinde tutmaktadır. Bürokraside, iş aleminde, basında, yargıda, meclislerde, hükümetlerde, üniversitelerde vs.
Bu durumu göz önüne aldığımızda Aydınlık, Türk Solu, dini devre dışı bırakan Türkçü guruplar, sadece “Türk, Türk!“ diyerek bir yere varacaklarını sanmakla çok aldanıyorlar. Milletin dinî-manevi sahasını boş bırakırsanız, Mustafa Balbayın yaptığı gibi “Kuzey Kıbrısta kendilerini solcu sananlar emeğin gücünü savunacaklarına Türk düşmanlığı yapmayı sürdürüyorlar” şeklinde yanıp yakılırsınız (Cumhuriyet, 16 temmuz 2004, 5. s.).
Zira Türkün dini, yani İslamı olmazsa pek çabuk kendinden geçer ve başka bir şey olur. Kıbrıs Türkleri 2004 senesinde kendilerine sadece 64 kilometre uzaklıkta olan ana vatanlarını değil de, AB’yi ve Rum yönetimini tercih ediyorsa, kendilerine milli sol ve sair sol adını verenler külahlarını önlerine koyup düşünmelidirler. Bu Tataristanda da böyle olmuştu. Kimse Gagavuzları örnek göstermesin. Zira Gagavuzlar 500 sene Osmanlının idaresinde yaşamamış olsalardı, şimdi o toplumun esamisi dahi okunmazdı.
Dini devreden çıkardınız mı ortada bir boşluk, bir kaos doğmayacak mı? O takdirde misyonerlik faaliyetlerine neyle, nasıl karşı duracaksınız? Leninle mi, Maoyla mı, ırkçılıkla mı? Dinin yeri apayrıdır. Çünkü din hayatın manasının ne olduğuna cevap veren tek sistemdir.
Türkiyenin İslam ülkelerine modelliği
Zaman zaman bilhassa yabancı devlet adamları Türkiyenin İslamla demokrasiyi bağdaştırdığını, bu sebepten İslam dünyasına model olabileceğini seslendiriyor. Ancak Türkiye aşırı laik bir ülke olduğu, sadece İslam dininden değil, İslam kültüründen de sıyrılmak istediği için, İslam dairesinden çoktan koptuğu için İslam dünyasına bir model oluşturamaz. Türkiyenin son 50-60 yılını inceleyen bir kimse bunu rahatlıkla görecektir. Zaten Türk askerî yetkilileri bunun farkında oldukları için Türkiyenin modellik niyetinde olmadığını yeri geldiğinde vurgulamışlardır.
Irak savaşının sebeplerinden ikisi daha
Okuyucularımız Irak savaşının sebepleri ve sonuçları hakkında yazdıklarımızı hatırlarlar. Milletin çoğu meselenin petrolle ilgili olduğunu sanıyordu. Biz esas sebebin İsrail olduğunu belirtmiş, ikincil sebepleri de yazmıştık. İngilterenin vicdanı sayabileceğimiz The Independent da savaştan sonra şöyle sual etmişti: “Her şey İsrail için mi?”
O zaman göremediğimiz (aslında hiç kimse görememişti, şu anda da pek az kimse görüyor) birbirine illiyet-sonuç ilişkisiyle bağlı iki sebep, geçtiğimiz aylarda su yüzüne çıktı.
Bilindiği vechile Irak toprakları MÖ 4000 yıllarında kurulan ilk yazılı medeniyetin beşiğidir. Diğer bütün medeniyetler, yani Anadolu, Ortadoğu (Fenike, İbrani), Mısır, Yunanistan ve tabii İslam ve Avrupa medeniyetleri köklerini buradan almışlardır. Sümerlerin içerisinde erimiş bir Türk tabakası da vardır. Bunu Türkçe ile Sümercedeki ortak kelimelerden anlıyoruz. Mesela Türkçe Tanrı, Sümerce Dingir gibi.
Irak topraklarına saldıran iki mütecavizden biri olan ABD’nin tarihi sadece 200 sene, kart anası İngilterenin tarihi ise yaklaşık 900 senedir. Her iki devlet de BM’nin savaş esnasında tarihî eserlerin korunması hakkındaki anlaşmasına imza atmamışlardır. Savaş akabinde müzelerin yağmalanmasını teşvik etmiş, tarihî eserlerin tahribine göz yummuşlardır. Demek ki savaşın sebeplerinden biri de kıskançlık ve düşmanlık dolayısıyla 6000 yıllık tarihe malik olan eserleri yok etmekti.
ABD şu ana dek BM’nin düzenlediği 449 anlaşma ve sözleşmeden sadece 117’sini imzalamıştır. Bu, ABD’nin milletler arası hukuku değil, kendi hukukunu dayatmaya çalıştığını göstermektedir.
Ancak asıl mühimi savaştan sonra sistemli bir şekilde süren entelektüel kıyımıdır. Malum olduğu üzere Irak, Arap ülkeleri arasında entelektüel yönden en gelişmiş ülke idi ve geçen yıldan bu güne kadar 300’e yakın akademisyen, bilim adamı, entelektüel işkenceyle öldürülmüştür. Bunların önemli bir kısmı sosyal bilimciler, bilhassa tarihçi ve dilcilerdir. Nedense Hürriyet gazetesi 22 temmuz 2004’te bu hususta bir haber vermiş, aynı gazetede Doğan Hızlan da nedense bundan bahsetmiştir. Yine nedense CNN Türk televizyonu eylül ayının başlarında konuyu gündeme taşımıştır. Bütün kaynakların birleştiği husus, kıyımın Irak devletinin bilimsel alt yapısının yok edilmesini hedeflediği ve bunun arkasında ABD, İngiltere ve İsrailin bulunduğudur.
Özetle Irak toplumu geçmişinden, köklerinden kültüründen kopartılmak, Mankurtlaştırılmak istenmektedir. Görülüyor ki, emperyalizmin pilanları ve katliamları bitmiyor.