Yaşanılan hayata bakarken kör, düşündüğümüzü sanırken uyutulduğumuzu anlamayız bile. Niçin? Çünkü yönetmenin oyununa gelmişiz de, farkında bile olamadığımız için. Yani hayatı öğrenirken zaman zaman her şeyi de, doğru bir şekilde öğrenemediğimiz gerçeğiyle de karşı karşıya kalabiliriz. Peki öyleyse kimdir bu yönetmen? Sinemadaki yönetmen ile ilgisi var mıdır? Yönetmen kimi yönetir? Yönetmen varsa yöneticilerimiz kimdir? Onlar ne iş yapar? Yoksa onlar da yönetmenin kulu, kölesi midir? Ya yönetilen milyonlarca, milyarlarca insanlar! Nerede kaldı demokrasi?
Dünyadaki hayatın iki yönü vardır. Birincisi ilahi iradeden kaynaklanır. Bu da iki aşamalıdır. İlahi iradeye dayanan insan hayatının birinci boyutunu oluşturan dünya hayatı ve sonrasındaki Allah’ın takdir edeceği günahlar ve sevaplara göre belirlenecek olan başka bir dünya hayatı (Cennet-Cehennem)...
Dünyadaki maddi hayatın ikinci yönü ise, ilahi iradeyi dikkate almayan bazı insanların kendi çıkar ve emelleri için geliştirmiş oldukları bir hayatıdır. İlahi iradeye dayanan hayatın belirleyicisi Allah’tır. Maddi yöne dayanan hayatında kendi yönetmenleri vardır. Aslında hayatın pek çok kademesinde yönetmenler olmakla birlikte, bizim anlatmaya ya da aktarmaya çalışacağımız yönetmenler, dünyadaki sosyal, ekonomik, politik, askeri ve kültürel dengeleri, kendi çıkarları uğruna değiştiren, yönlendiren ve de belirleyen insanlardır. Bizler dünyaya geldik ve de her şeyi hazır bulduk. Hazır bulduğumuz ortamlarda hayatı tanımaya, anlamaya ve öğrenmeye çalıştık. Tanımaya çalıştığımız hayatın içersinde, güzellikler de vardı, çirkinlikler de... Anlamaya çalıştığımız hayatın içersinde anladığımız ve kavradığımız pek çok şeyin dışında, yanlış anladığımız, yanlış kavradığımız ya da daha doğru bir söyleyişle, özellikle yönlendirildiğimiz alanlar da olmuştur. Doğruları savunduğumuzu sanırken, yanlışlar içersinde gittiğimizi belki de göremeyiz. Bazen malum çıkar çevrelerince gözlerimiz üç kağıtla bağlanır, beyinlerimiz de dağlanır. Yaşanılan hayata bakarken kör, düşündüğümüzü sanırken uyutulduğumuzu anlamayız bile. Niçin? Çünkü yönetmenin oyununa gelmişiz de, farkında bile olamadığımız için. Yani hayatı öğrenirken zaman zaman her şeyi de, doğru bir şekilde öğrenemediğimiz gerçeğiyle de karşı karşıya kalabiliriz. Peki öyleyse kimdir bu yönetmen? Sinemadaki yönetmen ile ilgisi var mıdır? Yönetmen kimi yönetir? Yönetmen varsa yöneticilerimiz kimdir? Onlar ne iş yapar? Yoksa onlar da yönetmenin kulu, kölesi midir? Ya yönetilen milyonlarca, milyarlarca insanlar! Nerede kaldı demokrasi?
Yönetmen kimdir?
Yönetmen kimdir? Böyle birisi ya da birileri var mıdır? Evet bu alandaki, yani maddi hayatın hakimiyet yönünü belirleyen yönetmen, bir şahıs değildir, belki şahıslardır, belki anlayışlardır, belki kartellerdir, tekellerdir. Dünyayı talan etmeyi ve kendi çıkarları doğrultusunda gitmesini isteyen bir yaklaşımdır. Ama mutlaka bir yönetmen vardır. Bu olaylar, Darvin’in ‘Evrim Teorisi’ anlayışında olduğu gibi, tesadüflerin eseri değildir. Dünya hakimiyetinin bir organizatörü vardır. Dolayısıyla bunun için de yönetmen lazımdır. Peki yönetmen ne zamandan beri dünyada vardır? Malumunuz dünyada yöneten ve yönetilen hep olmuştur. Yöneten ve yönetilen için sömürünün küreselleşmesine gerek yoktur. İnsanların yaşadıkları, bulundukları yerlerde yöneten ve yönetilenler arasında sömürü de olabilir; ölüm de, kavga da, başka şeyler de... Yönetmenin çağı, bölgesel hakimiyetlerin sürdüğü dönemlerde ya da üretim-dağıtım-tüketim anlayışının uluslarüstü sermayenin kontrolüne geçmediği yıllarda, daha tam anlamıyla başlamamıştı. Uluslarüstü nakdi ve ayni sermayenin tüm dünyaya yayılması süreciyle birlikte, bunların kontrolünün gereği de ortaya çıkmıştır. Niçin? Dünyadaki genel hakimiyetlerinin kaybedilmemesi için. Buna örnek verebilir miyiz? Gayet kolay verebiliriz. Neyi? Birinci ve İkinci Dünya savaşlarını... Şimdi kaç Türk bunların farkındadır. Yani geçmişinin, bugününün ve de geleceğinin. Yönetmen, günümüzde hakimiyetteki en azgın sürecine doğru gelmektedir. Niçin en azgın dönem? Ellerindeki hakimiyeti rakiplerine kaptırmamak için. Bu durum dünyanın yönetmenini iyice yoldan çıkarmakta ve de vahşileştirmektedir. Bu azgın, vahşi yönetmen kimdir? Bu yönetmen elindeki kaynakları uzaktan kontrol eder gibi görünen ve bize içimizdeki ajanları aracılığı ile çok yakın olandır. Dünyanın bugünkü yönetmeni Anglo-Sakson-Yahudi ittifakıdır. Bu ittifakın gücünün farkına varmayanlar, bu ittifakın hakimiyetini anlamamış olanlar, bu ittifaka karşı mücadele etmeyenler, bu dünyada debelenip durmaya da mahkumdurlar. Bu ittifakın vahşilikleri Irak’tan Filistin’e, Vietnam’dan Afrika’ya kadar her yerde yaşanmış ve de yaşanmaktadır. Bu ittifakın bu politik tavrının dışındaki ekonomik vahşeti de, yoksul ülkelerdeki insanların sırtlarına borç kamburları olarak yükletilmiştir. Buna sadece Türkiye örnek değildir. Buna dünyanın beşinci petrol devi Venezüella, diğer petrol üreticisi ülkelerden Meksika, Nijerya da örnektir. Kendi ortamlarındaki potansiyeleri ülkelerinin büyüklükleri ve maddi kaynaklarına göre yüksek olması gereken; Arjantin, Birezilya, Hindistan, İndonezya gibi ülkeler de buna örnektir. Çünkü yönetmenin gemisine binmişler gidiyorlar. Nereye kadar, yönetmenin istediği yere kadar...
Yöneten necidir?
Bugünkü süreçte bizim gibi ülkelerde yöneten sadece bir aracı kuruluş gibidir. Yönetmenle yönetenin ilişkisi nedir? Kültürel mi, duygusal mı, yoksa cinsel mi? Yönetmenle yönetenin ilişkisi bir çıkarlar manzumesidir. Yöneten yönetmene muhtaç, yönetmen de bir yönetene... Aralarındaki fark yönetmen baskın, kalıcı ve belirleyici karakterdir. Yöneten ise rüzgarın yönüne göre değişir, kirli çoraplar gibi değiştirilir. Çorap değiştirme bazen sağ ayaktan başlar, bazen sol ayaktan devam eder. Görüntüdeki iktidar sağ ya da sol ayaktır veya her ikisi birdendir. Fakat perdenin arkasındaki güç ve kuvvet her şeyi izler, kontrol eder ve gerektiğinde de bir darbe, bir cinayet ile taşı gediğine öyle bir koyar ki, ne yöneten bunu anlar, ne de yönetilen. İşte o zaman Zülfikar Ali Butto olursun, Salvador Allende olursun, Adnan Menderes olursun veya Musaddık olursun!..
Bu anlamda yönetmenin kulu olan yöneten, bir süstür, bir görüntüdür. İcraatı izne ya da onaya tabidir. Neredeyse tuvalete bile izinle gider. Tek görevi, yönetmenin üretim-dağıtım-tüketim zincirine destek olması, ayak bağı olacaklara karşı da engel olmasıdır. Nasıl? Eline verilmiş olan her türlü yetkiyle, güçle, baskıyla, sömürüyle, televizyonla, gazeteyle, paragöz yazarları çizerleri ve her türlü puropagandayla... Niçin? Tek ve gerçek işi, bu olduğu için. Asli işi, bu olduğu için. Zavallı yönetilenler daha çok umutla beklerler, fakat hava almaya mahkumdurlar. Onların yöneteni de kendileri gibi gerçekte bir yönetilendir. Fakat bulunduğu yerde ve ortamda uluslarüstü sermayenin sıtratejisi ve taktik anlayışlarından doğan ihtiyaçlar yüzünden, sözde yönetici yapılmışlardır. Bu durum 1945 sonrasında bu şekilde geliştirilmiştir. Üstelik demokrasi kavramı altında...
Ya yönetilenler
Dünyada çoğunluk onlardır. Fakat bir çember içersine düşmüş gibidirler. Buradan bazı şeyleri görmek mümkün değildir. Kaldı ki çoğu insan da, yaradılışı gereği bu görmeye de ihtiyaç duymaz. Sadece söylenene inanır. Sadece gündelik hayatını kurtarmaya çalışır. Yönetilenler tam anlamıyla dolmuşa bindirilmişlerdir. Bir oraya, bir buraya götürülürler. Fakat araç hep aynıdır. Şoförler, yani yönetenler zaman zaman değişir. Fakat yolcunun kaderi değişmez. Şimdi size bu yolcuların, yani yönetilenlerin kaderini ilgilendiren bir olay anlatmak istiyorum. Bu olayda da yönetmen de senarist de, oyuncular da mevcuttur. Anlatacağımız. Olay bir sinema filmine yöneliktir. Marlon Bırando’nun 1970’li yılların başında oynadığı “BABA” filmi vardır. Bu filmde Sicilyalı kökenli insanların ABD’nin Şikago kentindeki öyküsü anlatılır. Marlon Bırando, Şikago’da bir mafya babasıdır. Bütün konu Bırando’nun ayilesinin üzerinde geçer. Onların mücadeleleri, aşkları filmin ana noktasıdır. Sonuçta Marlon Bırando filmde rakip bir mafya gurubu tarafından vurulur. Ağır yaralanır. Vurulduğu sahnede filmin müziği de acıklı olarak çalmaya başlar. Bu filmin yönetmeni her şeyi hazırlamıştır. Yani izleyenlerin kendi bilinçli özgür iradeleri yerine, kendi bakış açısını koymuştur. Seyirciler artık tüketim insanı olmanın gereği, düşünmeden hareket etme sürecine sokulmuşlardır. Robot gibidirler. Üzerlerinde her türlü sömürü deneyi yapılabilir haldedirler. Evet Şikago’da bir mafya ayilesinin mücadelesi senaryo haline getirilip tüm dünyadaki yönetilen tüketicilere sunulmaktadır. Filmi izleyen yönetilenler, Marlon Bırando’nun vurulması olayına gözyaşı dökmektedirler ya da çok üzülmektedirler. Niçin? Bu filmdeki yönetmen artık bir tüketim tezgahı kurmuştur da onun için. Halbuki mantıklı bir insan o filmdeki baba vurulduğu zaman sevinmesi, alkışlaması gerekirdi. Çünkü o filmde vuran da, vurulan da, mücadele eden de toplumun gizli asalakları olan insanlardı. Şikago’daki mafya da, oranın dükkan sahibini, oranın insanı soyuyordu. Soyulanlar yönetilenler takımındaydılar. Dolayısıyla mafya karşıtı olmanın gereği, mafya liderinin vurulduğu sahnede ortaya çıkmalıydı. Bunun sonucunda bir mikrop daha geberip gittiği denilmeliydi. Halbuki yönetilen tayfasında olan izleyiciler baba vurulduğu için üzülmekte ve da ağlamaktadırlar. Çünkü yığınlar olaya kendi bakış açılarıyla bakamamaktadırlar. Böyle ortamların sonucunda elbette yeni tüketim zincirleri gelişir. Böylece BABA-2, BABA-3 filmleri ortaya çıkar. Mafyalara ve bu çeşit yönetmenlere her ortamda teslim olan yönetilenler, olayları doğru şekilde algılayamadıkları ya da kendilerine gerçek doğru yolu gösterenlere rastlayamadıkları zamanlar da, daha çok ama çok soyulurlar. Bu soyulma o kadar kolay olur ki, kendileri bile farkında olmazlar.
Buradan çıkaracağınız kıssadan hisse, yönetilenler olarak, yöneticilerinizi seçerken BABA filmini izler gibi seçtiğiniz sürece, ellerinizi, düşüncelerinizi ipotek etmekle kalmıyorsunuz ve geleceğinizi de ipotek ediyorsunuz. O nedenle dünya adı verilen bu gezegendeki yaşadığımız canlı tiyatrodaki yönetmenleri, senaristleri, oyuncuları iyi izleyin, iyi kavrayın. Bunları yapmazsanız, saf seyirci olarak daha çok şam babalarını, iskele babalarını, mafya babalarını ve baba olmayan babaları da gerçek baba sanır ve sürekli omuzlarınızda taşırsınız. O nedenle aklınızı kullanın ya da akılcı insanları bulup onları takip edin, çünkü başka dünya yok.
Bugün Türk milleti yönetilen gurubun içersindedir. Bu yönetilen gurubun içersindeki bu milletin pek çok yiğit evladı, Türklerin geleceği uğruna mücadele vermektedir. Verilen bu mücadelede önemli olan doğru teşhis ve çözümlere ulaşmaktır. Bugüne kadar Türk milliyetçiliği gerçek anlamda sağlıklı ve de akılcı bir düşüncenin üzerine oturmaktan ziyade, hamasi ve hayali bir yapının üzerine oturduğu için, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı gerçeği sağlıklı bir şekilde değerlendirilememiştir. Eğer gerçeği görenler varsa, onlar da kalıcı bir çözüm için mücadele yöntemi oluşturamamışlardır.
15 Ağustos 2004 günü Sabahattin Önkibar’ın “Alternatif” adlı verilişinde (Azerbaycan Türkçesi’nde purogram karşılığı kullanılan kelime) Sayın Mehmet Gül’e sorulan bazı sorular gerçekten can alıcıydı. Ekonomik anlamdaki anlayış ve değerler içeren o sorularda, cemaatlerin güç ve etkinlikleri vurgulanırken, Türk milliyetçilerinin bu gerçeği görmemeleri elbette mümkün değildi. Öyleyse kimler Türk milliyetçiliğini ekonomik gerçeklerden uzaklaştırıp, kısır kavgalara itmişlerdi? Bu itişlerden kimlerin cepleri, cüzdanları ve kasaları dolmuş, kimler nasıl ve ne şekilde sürünmüştü? Bunlara niçin dur denilmemişti? Pek çok cemaatin gazeteleri, televizyon kanaları, hastaneleri, üniversiteleri etkin bir şekilde çalışırken Türk milliyetçileri uyutulmuş muydu? Doğu Perinçek gurubunun dahi kanalı varken, Türk milliyetçiliği niye, niçin bu konuda organize olamıyordu? Hayatlarını hiçe sayarak can pazarına düşenler, niçin para pazarında dayanışma içersine giremiyor ve içlerindeki üç beş kişinin, hep bana hep bana anlayışına yenik düşüyorlardı? Bu, herhalde düzeltilmesi gereken en önemli yanlıştı. Günümüzde kahrolsun kapitalizm diyen bir sürü komünist kökenli kişiler, vakıf üniversiteleri şemsiyesi altında paraları toplarken, Türk milliyetçileri bırakın para toplamayı, çocuklarını okula göndermekte zorlanıyorlar. Çünkü imkanları sınırlı. Onlara çıkarlarını gözetmeden, ekonomik anlamda önderlik edecek bir babayiğit henüz çıkmadı. Eğer çıkmazsa da, dünyanın bugünkü maddi kulvarlarında koşmak, daha da zorlaşacaktır.
Yönetilenlerin önündeki en büyük engellerden birisi de, bazı kişilerin ortama girip ortamı bulandırması şeklinde belirir. Bunu yine Önkibar’ın 29 Ağustos 2004 tarihli Alternatif adlı verilişinde gördük. Özal döneminde görevler alan Hasan Celal Güzel ne kadar da istekli bir şekilde R.T.Erdoğan’ı korumaya çalışıyordu. Biz Erdoğan’ın Türklük konusundaki yaklaşımlarına yönelik örnekleri, bu köşede zaman zaman verdik. Erdoğan, Türk olmak zorunda olmadığı gibi, Türklüğü savunmak durumunda da değildir. Türkiyeliyim de diyebilir. Bu onun doğal hakkıdır. Gerçi sıkıya geldiği zaman, örneğin İstanbul’daki NATO toplantısı öncesinde olduğu gibi; o zaman bu milletten Türk konukseverliğini istemekte, Türkiyelilikten söz etmemektedir...
H. Celal Güzel’in bulunduğu verilişte, İstanbul Milletvekili Emin Şirin de konuşmacı olarak vardı. Sayın Şirin, H. Celal Güzel’in R. T. Erdoğan’ı ısrarlı bir şekilde koruma ve savunma teşebbüsünü, çok güzel bir yaklaşımla boşa çıkartmıştır. H. Celal Güzel, Erdoğan’ın kendisine Türk dediğini duymuş, fakat o verilişte bulunan Emin Şirin ve Osman Durmuş ise, bizler gibi duymamışlar. Tayyip Efendi, Türküm dese ne olur, demese ne olur. Biz onun ne olduğunu biliyoruz. O da kendisini biliyor. En azından Türküm demeyerek dürüstlük yapıyor. Buradan ders alınması gereken acı nokta, Hasan Celal Güzel gibilerin bu yaklaşımlarının iyi bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Sayın H. C. Güzel, Özal dönemindeki Bakan arkadaşı Veysel Atasoy’un hastanede mikrop kapıp ölmesinden üzüntülü olduğunu ve de bakan arkadaşı Atasoy’un Türk Milliyetçisi olduğunu söylüyordu. Elbette Türklük kimsenin tekelinde değildir. Her Türk, milliyetçi olabilir. Fakat gerek Veysel Atasoy, gerek H. C. Güzel Türk milliyetçiliğinin ölümünün alt yapısının hazırlandığı Turgut Özal dönemlerinde gıklarını ne kadar çıkardılar? Türk parası mahvedilirken nerelerdeydiler? Özal’ın miras olarak devraldığı bin ve beş yüz liralar yok edilip sıfırlar büyütülürken neredeydiler? Hayali ihracatlar patlarken mevkileri neydi? Uzanlar, Topraklar, Aksoylar paradan para kazanmaya başladıklarında onları göremiyorlar mıydı? Pirensler, Civanlar, Şeminerler ve diğerleri at oynatırken H. Celal Güzel ne yapıyordu? Altanlarla, Barlaslarla iç içe olan Özal ve Özal’ın yanında bulunan Güzel ve Atasoy neyi konuşuyorlardı? Türk Milliyetçiğini mi? O zamanlar onlar için cicim aylarıydı. Gazetelerde sürekli çağ atlatıldığından bahsedilirken sesleri niye çıkmıyordu? Bunun bir palavra olduğunu, niye söylemiyorlardı? Şimdi H. C. Güzel, V. Atasoy’un ölümüyle, ciğerinin yandığından bahsediyor. Evet kaderi görüyor musunuz. çağ atlatılan bu ülkede, çağ atlatıcılar böyle bir ölümle karşılaşıyorlar ve H. C. Güzel efendi ABD’de böyle şey olmaz diyor. Bizi yıllarca yöneten ve yönetenlerle beraber olan bu adamlar, neyin milliyetçiliğini yaptılar? Nerede çağ atlattılar? Demek ki çağ atlama, tam bir palavraymış. Erdoğan ve şürekası da bundan ders alsın! Dün çağ atlattığını iddia edenler günümüzde bu halde. Bugün ülke adına düzeltme palavrasını sıkanlar, yarın ne halde olacak? Onu da yaşayanlar görecek!