Abdurrahim Hakverdiyev’in Ceyraneli imzasıyla yazdığı “Marallarım” (Turan Neşrler evi, Bakü 2001) adlı kitapçığı. Kara mizah yapan ilgin çekici bir kitap. Hikayeciklerin başında mısralar, beyitler halinde öndeyiler var. Farsça olan birinde şöyle deniliyor: Nataşanın yolunda koyulmayan gızıl (altın) cepte gezdirilen ağır yüktür. Demek yüzyıl evvel de durum aynıydı. İlgimi çekti!
15 Temmuz 2004, “Cüme ahşamı” (Perşembe), saat, 22.09
Sabah tam dokuz buçukta ofisteydim; Behruz gelip bilgisayara bakacaktı. Gecikmeden geldi. Meğer genel ağ bağlantısı telefon hattı çalışmadığı için kurulamıyormuş. Bilgisayarın ekranı bozulmuş. Onu ve senelerdir bozuk duran teybi tamire götürdü!
Sonra Aşık Veysel’in birinci “sidi”sini dinledim, Kalan Müziğin yaptığı. Çok güzel parçalar var onda. “Kara Toprak”, “Güzelliğin on par’etmez”, “Mecnunum Leylamı gördüm” vs.
Gazetelere baktım. Hayli aradan sonra yeniden ilk sayısını çıkaran Hezer Dergisi’nde Şahbaz Beyin çevirisini okudum: Tom Wolf’un mektupları. Geçen asrın başında yazan bu Amerikalı genç edebiyatçı çok hassas bir ruha sahip.
Bankaya gidip para çektik. Dönerken İlham Minyatür Tiyatrosu’ndan akşamki temsil için bir bilet aldım: 10 bin manat; iki dolar gibi bir şey. Oyunun adı hatırımda kaldığına göre “Şifonerde eşg-meşk” idi. Bu tiyatro tek özel tiyatroymuş burada. On bir yıl olmuş kurulalı. Kurucusu “halk artisti” İlham Namiq-Kemal güzel de oynadı, Dram Tiyatrosu’nun oyuncusuymuş aynı zamanda. Ve İncesenet Üniversitesinde profesör.
Tiyatronun kapısından girer girmez orada oturmakta olan bir adama selam verdim. Memmed Tahiroğlu imiş. Nereden geldiğimi sordu. İstanbul’dan dedim. Ne yapıyorsun burada? Cevapladım. Ne zamandan beri diye sordu. Kendisi Nahcivan’da 19 sene filarmoni orkestrasının müdürlüğünü yapmış, tiyatroculuk yapmış, birkaç yıldan beri de bu oyunu seyredeceğimiz tiyatronun müdürü imiş. Konuşkan bir adam. Dinçer Sümer’in “Eski Fotoğraflar” adlı oyununu oynamak istiyormuş, burada.
Oyunu izledik. Oyun için “mezheke” diye yazılmış yani güldürü. Arapçadan gelen bu kelime bizde de geçen asrın başına kadar “müdhike” şeklinde ve aynı manada kullanılıyordu. Müzikli bir güldürü idi. Oyunun kadrosu on kişi kadardı. Yazarı ve oyuncularının adlarını bilmiyorum. Belki afiştekileri not etmek lazımdı. Biletin üzerinde yazarın ve oyuncuların adları yazılmamış. İçeride çok seyirci yoktu, bazı aileler vardı; 5-7 yaşındaki çocuklarıyla gelmişlerdi salona ama çocuklar pek seslerini çıkarmadılar.
Evlilik ilişkilerinden tatmin olmayan çiftlerin bir mobilya mağazasındaki üç “şifonyeri” almak istemesi ve bunların içine girip sevişmesiyle ilgili bir oyundu. Şifonyer dedikleri bizim gardrop dediğimiz şey. Bir ara müellif “ölüleriyle Arapça, dirileriyle Rusça konuşan bir milletten ne beklenir?” diye bir soruyu sormaktan da kendini alamamış. Toplumsal bir eleştiri! Ben bazı kelimeleri tabii duyamadım ama keyifli bir oyundu. Tipler gerçekçi idi ve gündeme uygundu. Oyuncular fena oynamadılar. Seyirci disiplini bize göre gevşekti, bazı cep telefonları çaldı, oyun başladıktan sonra girenler ve çıkanlar oldu.
Oyundan sonra yazarı ile tanıştırdı bizi Memmed Tahiroğlu. Tebrik ettim, tiyatronun yaşını sordum, daha giyinmemişlerdi. Hava isti diyordu. İsti sıcak demek; iki kelime de aynı kökten gelmesine rağmen ne kadar farklı duruyorlar!
Kendinden kısaca bahsetti İlham Namiq-Kemal. Oyuncuları tebrik etmek istedim ama henüz giyiniyorlardı. Ayrıldım.
Eve gelince “Şov Teve”de Haluk Kurdoğlu ve Türkan Şoray’ın dizisini izledim. Genç işadamının karısını ihmal etmesi ve erkeklerin ev kadınlarının işini küçümsemeleri ve sadece iki saat için bebeğe bakamamaları ve evi savaş alanına döndürmeleri anlatılıyordu.
18 Temmuz 2004, Pazartesi, saat. 00.20 Sabahı veya ‘Gece yarısı’
Cuma günü de Şifonerde eşg-meşg’i seyrettiğimiz aynı yerde Ünlü Fransız yazar Exupery’nin Küçük Prensini “Balaca Şahzade” adı altında temaşa eyledik. Godot’yu Beklerken’i de Godo’nun Hesretinde diye aktarmışlar Bakü Türkçesine. Bunlar bana çok ilgi çekici geliyor; aynı dilin iki kolu nasıl başka başka mecralardan akıyorlar; nasıl başka bir mantık hakim oluyor bu aktarma işine?
Bir çocuk oyunu olarak tasarlanmış, gayet güzel sundular. Çocukları da güldürmeyi başardılar. Pandomim Tiyatrosu oyuncuları idi temsili takdim edenler.
Dünkü gün kötü bir gündü. Dışarısı çok sıcak fakat ev hayret edilecek derecede serindi. Verimsiz geçti, biraz gazete okudum. Menemen yapıp yedim, belki en güzel yanlarından biri buydu. Akşama tıraş olup Enver Uzun ile buluşmaya gittim. Hakani Küçesindeki eski kitapçıya baktım. “Azerbaycan Dilinin Gramatikası”na beş “şirvan” dedi adam. Kaçtım oradan.
Geçen gece de uyuyamadım, kalktım Azerbaycan Dergisi’nin 6. sayısındaki Ekrem Eylisli’nin uzun-hikayesini okumaya başladım: Etirşah Masan. İlgin çekici bir hikaye gerçekten. Çok hoş bir lisanı ve uslubu var Eylisli’nin. Biraz masal havasında yazılmış. Güncel olaylara da dokunmuş. Bağımsızlık dönemi, Elçibey vs. var hikayede. İnsanları seven ve bunun kelimelere çok başarıyla aktaran bir yazarla karşı karşıyayız. Sabah devam ettim aşağı yukarı 40 sayfalık hikayeyi bitirdim. Hafızam zayıflamış iyice, öyküdeki bütün kişileri gerektiği gibi hatırlayamadım sabah okurken. Şimdi başa dönüp bir kere daha kim kimdir diye bakmak lazım. Yeniden okunabilecek bir metin. Okumalı yeniden.
22 Temmuz 2004, Perşembe, saat. 23.58
Akşam eve girmeden Samed Vurgun bağında oturdum; oraya gelmeden de karşısındaki bağda (orası da bu bağın bir parçasıdır) oturmuştum biraz: Bugün öğleyin yemekten dönerken, ilk geldiğimde kaldığım binanın arasında köhne kitap satan adamdan, beş bin manata iki kitap aldım: Biri bir polisiye galiba, öteki Molla Nasreddin dergisinde çıkan eleştirili hikayeciklerin yeniden basımı: Abdurrahim Hakverdiyev’in Ceyraneli imzasıyla yazdığı “Marallarım” (Turan Neşrler evi, Bakü 2001) adlı kitapçığı. Kara mizah yapan ilgin çekici bir kitap. Hikayeciklerin başında mısralar, beyitler halinde öndeyiler var. Farsça olan birinde şöyle deniliyor: Nataşanın yolunda koyulmayan gızıl (altın) cepte gezdirilen ağır yüktür. Demek yüzyıl evvel de durum aynıydı. İlgimi çekti!