Bir gün birisinin çıkıp da “Sen bizim düşüneceğimizi bildin o halde öleceğimiz günü de bilirsin; söyle!” demesi onun hiç değişmediğini gösterir. Çünkü daha önce de yani bindiği dalı kesmekte iken uyarıldığı zaman ahmakça gülmüş ve hiç aldırmamıştı. Şimdi de ancak Tanrı’nın bileceği bir olayı senin bilmeni istiyor. Hep aynı zavallı adam... Değişeceği de yok. Onulmaz bir hastalık. Bizim bezirgânların «serbest piyasasındaki» ilaçlarla tedavisi mümkün değil. İyisi mi bunu bir köşede oturtup çevreye zarar vermemesi için zararlı oyuncaklarını da elinden alarak onun yerine bir başkasını yetiştirmek lâzım.
İyi de ömrümüz böyle geçti; bu iş nasıl olacak? Er veya geç olacak.
İşimiz yalnızca ayrık otu temizlemek değil, hattâ bu iş bizim işimiz değil. Taze fide dikip sulayacaksın. Senin işin bu; en yi tohumu, en yi fidanı bulacaksın.
Bizim ömrümüz insanoğlunun uzun yürüyüşü yanında nedir ki?.. Elbette geçip gidecek. Birçok değerli insan bu dünyadan anlaşılmadan geçip gitti. Bu yeni bir şey değil; insanın kaderi bu. «İnsanlar hüsran içindedir.» Asıl hüsran içinde olanlar da anlaşılmayanlar değil, onları anlamayanlar.
Ağlaması gerekirken insan, yüzünde aptalca bir ifade ile etrafı küçümseyen nazarlarla bakıyor.
İşte o göklere sığdıramadığınız düzenin «hâl-i pür melâli», acıklı durumu.
Şu tenekeden yapılmış medyanın hep ön planda olan papağanlarına yakın olmayı, onların gözüne girmeyi marifet sayan insanda kişilik mi kalır ki sen onda kimlik arıyorsun. Ya hu, aydınlıktan kaçan kişi doğru yolu bulabilir mi ki sen ondan medet umuyorsun. Kendisi sıfır olanın arkasına milyonlarca sıfır takılsa ne değişir?
Magazin «varakparelerinde» boy göstermek için yarışan kızcağızların o hafta kiminle «birlikte» olduğunu öğrenip çok önemli bir haber gibi komşu hanıma yetiştiren, filan tanınmış yazarın hangi konuda nasıl ahkâm kestiğini büyük bir vukufla (!) etrafındakilere anlatmaya çalışan akıl fukarasının, bu milletin kültür dağarcığına koyacağı bir zerre var mıdır?
Avrupa Birliği’nin, ülkemizdeki anti demokratik uygulamaları bahane ederek ve sistemli bir şekilde baskı yaparak çeşitli tâvizler koparma yoluna gideceğini, buna meydan vermemek için bir milli mutabakat anlayışı içinde, anayasa ve kanunlarda düzeltmelerin yapılması gerektiğini yıllar önce belirttiğimizde AB’ye karşı duruşumuzu yanlış yorumlayarak kendi görüşlerine paralel bulan -hem de iyi yetiştiğini sandığımız- bazı milliyetçi arkadaşlarımız ABD-İsrail ekseninden kopmamak için AB karşısında bulunmamız gerektiğini büyük bir gafletle açıkça ifade etmişlerdir. Denize düşen yılana sarılır deyiminde olduğu gibi. Bunun nasıl bir eksen olduğunu hiç düşünmeden... Ne hikmetse hep yer değiştiren, konum değiştiren, eğim değiştiren bu eksen hiçbir zaman hayırlara vesile olmamıştır.
Şimdi kalkıyoruz bu Angloamerikan-İsrail cephesinin ürettiği fitneye karşı çareler arıyoruz ve maalesef bu çareyi yine onlarla ikili anlaşmalara mahkûm olmakta, silah ihaleleri vererek göze girmekte bulacağımızı sanıyoruz.
Kuzey Irak’taki gelişmeler endişe vericiymiş. Günaydın! Nasıl da gördünüz bak!
Sahi bu gelişmeler sizin umurunuzda mıydı?
Ülkenizdeki işsizlik, gelir dağılımındaki dengesizlik (pislik), vurgun, soygun sizi ilgilendiriyor muydu?
Bir “kamusal alan” saplantısına tutulmuş bütün gün kılık kıyafet yönetmelikleriyle uğraşmaktasınız.
Siz baş örtüleriyle uğraşırken eloğlu başınıza çorap örüyor; kimin başına çuval geçirirsem ne gibi tepki alırım hesaplarını yapıyor. Bütün strateji uzmanlarının bildiği ama sizin kamusal alanınızda “esamisi okunmayan” (adı geçmeyen) psikolojik yumuşatma metotlarını uyguluyor.