AB’ye Girme veya AB’mani
Türkiye Cumhuriyetinin AB’ye girmek istemesi aslında 1938’de İnönü ile başlayan yeni dönemde şekillenen batıcı politikanın son aşamasıdır. Avrupa Birliğinin Avrupa dilllerindeki esas adı, Avrupa Birliği değil, Avrupalı Birliğidir (Union of European). Türkiyede belki tepki doğacağı hissedildiğinden ötürü sonundaki –lı takısı çıkarılmış ve Avrupa Birliği şeklinde lanse edilmiştir. Türkiyenin batıcı (batılı değil) politikaları, Türkiyeyi her alanda batıya bağlama amacını gütmüştür. Batılılaşma, batıcı olmakla paralel yürütülerek tam batılılaşma, hatta .... hedeflenmiştir. Ancak bu batıcı milli (!) politika Türkiyeye çok pahalıya mal olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Türkiyenin siyasi, askerî, iktisadi, kültürel, mali, adli, diplomatik ve sair vaziyeti dediklerimizi tamamiyle doğrular niteliktedir.
Bütün bunlara rağmen Türkiyenin mutasyona uğramış devlet adamları eşyanın tabiatına aykırı şekilde, milletin ve devletin genetiğine aykırı şekilde, Türkiyeyi sürekli ve şiddetli şekilde batıya sürmeye devam etmektedir. Bu, divan edebiyatındaki pervane mazmununu hatırlatmaktadır. Pervane bilindiği gibi ışığa gelen, ışığın etrafında dolaşan ve nihayet ışığın ateşinde yanarak ölen, yok olan bir nevi kelebektir. Bu hususiyetinden dolayı kılasik edebiyatımızda maşukunun (sevdiğinin) yolunda kendini feda eden aşığı sembolize eder.
Türkiyenin durumu aynen böyledir.
Türk devletinin ve Türk toplumunun AB’manisi
Ancak Türkiyenin AB hususundaki marazi tavrını, pervane mazmunundan ziyade mani hastalığıyla izah etmek daha uygundur. Mani “oyunbazlıkla karışık coşku durumu, düzensiz ve hızlı düşünme ve içgüdüsel taşkınlıklar biçiminde kendini gösteren pisişik (ruhsal) işlevlerin aşırı uyarı nöbeti”, mecaz olarak da “bir şeye duyulan aşırı tutku ve çoğu kez garip ve gülünç olan alışkanlık” olarak tarif edilen bir ruh hastalığıdır (Büyük Larousse, mani maddesi). Manyak kelimesi de buradan gelir ve mani ile hemen hemen eş anlamlıdır.
Türkiyenin AB tutkusu ile maninin her iki tanımı tastamam örtüşüyor. Hele “bir şeye duyulan aşırı tutku ve çoğu kez garip ve gülünç olan alışkanlık” tam olarak Türkiyenin durumunu tesbit etmiyor mu? Adamlar ima ediyorlar, karşılarındakiler anlamıyor; açık açık “almayacağız” diyorlar, muhatapları kös dinliyor. Zira anlama özürlü, manik insanlarla konuşuyorlar.
Bir daha yazalım ki, AB Türkiyeyi hiç bir zaman içine almayacak. Bunun bir çok sebebi var. Şöyle ki:
1. Dinî yönden: Ne kadar aksini iddia etseler de AB, bir Hıristiyan kulübüdür. Türkiye ne kadar erozyona uğrasa da bir Müslüman memleketidir.
2. Nüfus bakımından: Türkiye 10, en geç 15 sene sonra Almanyanın nüfusunu geride bırakacak ve AB’nin birinci nüfuslu ülkesi olacak. Bu, milyonlarca puroleter Türkün Avrupaya akması demektir. Hatta Yunanistan ve Bulgaristan gibi ülkeler adeta Türkler tarafından yeniden işgal edilecektir. Böyle bir durumda Bulgaristan, Yunanistan ve bugün 10 kişiden birinin Müslüman olduğu Fransa gibi ülkeler kimlik ve güvenlik kırizine girmiş olacaktır. AB, bunu göze alamaz. Niye alsın ki? Almaması doğal bir tepki değil mi?
Nüfus kalabalıklığı bazılarının sandığı gibi AP’de Türkler lehine karar almaya yardımcı olmayacaktır. Çünkü AP, pilandaki devletler üye olduğunda bin civarında temsilciden oluşacaktır. Türkiye ise bunun en fazla 10’da birini teşkil edebilir. Bir kere kendi lehine bir karar çıkarsa dahi, yeniden oylama yapılır ve lehine çıkardığı karar aleyhine çevrilir. Üstelik bütün Türk temsilcilerinin oylamaya gitmesi de mümkün değildir.
3. Sosyal pisikoloji cihetinden: Türkiye ile Avrupa 375’de Hunların Avrupaya yürüyüşünden ve Avrupa haritasının iki kere Türkler tarafından değiştirilmesinden itibaren sürekli savaş halinde olmuştur. Bugünkü Türklerin kafasından Avrupa-Hıristiyan düşmanlığı silinmesine rağmen Avrupalıların kafasından silinmemiştir ve silinmeyecektir de. Silinmesi eşyanın tabiatına aykırı olur, mutasyon olur. Ancak Avrupa, Türkiye gibi kendisini mutasyona uğratmaz.
İşte bunlardan dolayı AB, Türkiyeyi içine almayacaktır. Ama dışarıda da bırakamayacaktır. Oyalayıp duracaktır. Kendi açısından yapacağı en akılcı çözüm Türkiyeye özel ortak, özel imtiyazlılık sıtatüsü vermek olacaktır. Bizce Türkiye açısından da en iyi çözüm budur. Türkiye AB’den özel sıtatü alıp Atatürk zamanındaki gibi herkesle iyi, barışçı ilişkiler kurmalı, burnunun doğrultusuna gitmelidir. Böyle çok daha saygın ve itibarlı olur. Yoksa halihazırda olduğu gibi 25 ülkeyle yaptığı Gümrük Birliği anlaşmalarıyla iktisadi, siyasi ve sair kırizlerden biraz zor çıkar.
Müzakere tarihine gelince kesinlikle ve kesinlikle verilecektir. Çünkü AB, ne pahasına olursa olsun, evet ne pahasına olursa olsun; AB’ye girmek için her şeyini vermeye, evet her şeyini vermeye hazır bir ülkeye niçin “hayır” deyip de onu kendisinden uzaklaştırsın. Batılılar akılsız değildir.
AKP hükümetinin AB siyaseti?
AKP, iktidara geldikten sonra herkesi şaşırtan bir davranışla şimdiye değin Mesut Yılmaz, Tansu Çiller gibi liderlerin dahi olamayacağı kadar AB taraflısı oldu. Diz çöküp, ellerini önüne koyup adeta AB’ye yalvarmaya başladı. Bunun için Kıbrısı dahi fedadan çekinmedi. Bu tabiatiyle bizi de şaşırttı ve sebebini düşünmeye başladık.
AKP, esas itibariyle Erbakandan ve onun Milli Görüş tanımlamasıyla hulasa edilen fikirlerinden kaynaklanan bir harekettir. Bizim bildiğimiz Erbakan, Kıbrısın bütününü fethetmek isteyen, Kıbrıstan bir kum tanesinin verilmesine razı olmayan ve AB’ye zıt fikirlere sahip bir şahsiyettir. Erbakandan neşet eden bir partinin aynı görüşlere sahip olması icap ederdi. Ancak böyle olmadı.
Bir müddet düşündükten sonra bu tavrın sebebine intikal ettik. Mesele Türkiyede yapılan bazı dinî baskılardan ve 28 şubat 1997 post modern darbesinden kaynaklanıyordu. 28 şubat darbesiyle Erbakanvari siyasetle bir yere varamayacaklarını anlayan Erdoğan ve çevresi, artık şöyle düşünmeye başlamıştı:
“Madem bize baskı yapılıyor. Madem bu memlekette başımızı örtemiyoruz. Madem Erbakan siyasetiyle bir yere gidemeyeceğiz. O halde biz de devletin (AB, devlet politikasıdır) ve kamu oyunun istediği yere, yani AB’ye gidelim. ABD ile de iyi ilişkiler kuralım. AB’de başımızı örtersek, kârımız olur. Örtemezsek de zararımız olmaz.”
AKP böyle düşünerek, Türkiyenin gururunu rencide edecek ölçüde AB taraflısı oldu ve geri çekilen bir ordunun her şeyi yakıp yıkması gibi bir çok müesseseyi tahrip etmeye başladı. Batının her dediğine “olur” dedi. “Ben seni AB’ye götüreyim de gününü gör” der gibi kızgınlık ve intikam hisleriyle hareket etti ve etmeye de devam ediyor. AKP’nin tahrip politikasına devletin hiç bir kurumu karşı çıkmadığına göre devletin diğer unsurları veya kuvvetleri de böyle istiyor demektir (Türkiyede bir çok kesimde ordunun AB’ye karşı olduğu şeklinde bir zan vardır. Bu doğru değildir. Ordu da AB’ye girme taraflısıdır. Sadece bazı çekinceleri vardır. Lakin Kıbrıs politikasında bu çekincelerin de vazgeçilmez olmadığı görüldü. Bir daha hatırlatalım ki, AB devlet politikasıdır).
Lakin AKP’nin AB siyaseti olmasa, iktidarda kalabilir miydi? O da ayrı mesele...
Biz düşünerek meselenin künhüne vakıf olduktan sonra AKP’li bir bürokratla konuştuk. O da bizim düşündüklerimizi aynen teyit etti. Fazla olarak “kaleler içten fethedilir” dedi. Hatta İstanbulun fethi esnasında “İstanbulda kardinal şapkası görmektense, Türk sarığını görmeyi tercih ederim” diyen Grandük Notaras örneğini verdi ve bir fil hikayesi anlattı (Sözü uzatmamak için fil hikâyesini vermiyoruz).
Böylece baş örtüsü gibi mesele olmaması gereken bir dert, Türkiye Cumhuriyetinin iç ve dış politikasında etkileyici değil, belirleyici bir role malik oldu. Ve Türkiye Cumhuriyetinin 1938’den beri kendilerini mutasyona uğratmış kadrolarca batı rotasına sokulan devlet gemisi ile AKP’nin küskün, dargın, kırgın ve aynı zamanda kızgın liderleri ve tabanı aynı noktada ve aynı hedefte buluşmuş oldu. Ne garip tecelli!
Devleti idare edenler bütün bunları biliyor ve onlar da aynı şeyleri değişik amaçlarla istiyor. Bakalım AKP, hedefini tutturabilecek mı?
Daha önce düşündüğümüz bir mevzu
Sırası gelmişken parantez içi şunu da ifade edelim ki, böyle bir düşünme ameliyesini bir de 1989-90’da yaşamıştık. 1989’da Berlin duvarının yıkılmasından ve sosyalist bulokun dağılmasının artık kaçınılmaz olduğunun anlaşılmasından sonra evvela solcu Türk basınında, sonra liberal ve akabinde diğer Türk basınında bir Aleviler ve Alevilik furyası esmeye başlamıştı. Bayram seyran değilken bu furya nereden kaynaklanmıştı? Meseleyi bir müddet düşününce çözmüştük. Sorun şuydu:
Sosyalizmin yıkılmasıyla Türkiyede sol basının istinat ettiği kitle de yıkılacaktı. Böyle bir vaziyette solcular gazetelerini, mecmualarını, kitaplarını kime satacak, kime okutacaklardı? Onları kim kaale alacaktı? Maddi ve manevi kuvvetlerini kaybetmeyecekler miydi? Yeni bir çare, istinat edilecek yeni bir insan kitlesi bulmak lazımdı. En münasip kitle de Alevi vatandaşlarımızdı. Uyandırmak için tabuları kıralım bahanesi uyduruldu. Bunun en iyi yolu da gazete, dergi, kitap, televizyon yayınlarıyla uyuyan kitleyi uyandırmaktı! Pilan başarıyla uygulandı, tabular yıkıldı ve hedef tutturuldu.
Erdoğanın Fransa ziyareti
Temmuz ayının ikinci yarısında Erdoğanın Fransaya yaptığı resmi ziyarette manidar hadiseler yaşandı. Muteber! devlet Türkiyenin başbakanına verilen camı kırık zırhlı araç, Türkiyenin Fransa nezdindeki değerini gösteriyordu. Bunu Asya, Afrika ülkelerinden biri yapsaydı, Türk basını hop oturup hop kalkardı. Fransa olunca sadece öylesine yazdılar (Şurasını teslim edelim ki, Fransa bugün yer yüzünde devlet gibi devlet olan bir kaç devletten biridir). Erdoğanın 1.5 milyar dolarlık Airbus jesti! de tam bir şarklılık örneğiydi. Şirak Şöredere “hemen müjdeleyeceğim” dedi. Laf aramızda “iyi bir enayi bulduk, ikimiz de yolup duralım” demiştir. Zira bu pazarlığın alt yapısını Almanlar hazırlamıştı (Airbus, Fransız-Alman ortak yapımıdır). Zaten bir kaç gün sonra Fransız ticaret bakanının “Kopenhag kıriterlerinde Airbus yok” demesi de açık şekilde ironi içeriyordu. Hele Sosyalist Parti başkanı Hollande’ın “Ermeni soykırımını tanıyın” demesi de işin tuzu biberiydi. Tek olumlu taraf, Erdoğanın görüşmelerde bacak bacak üstüne atmasıydı.
Sonuç
Şimdi Türkiye bahane bırakmamak uğruna AB’nin her dediğini yapıyor ve yapacak. Kıbrıstan sonra Ege de verilecek. Atinada bir tane cami yokken, Ayasofyanın açılması için Antimos ve AP talepte bulunurken (26 temmuz 2004, NTV), Adliye sarayı ve sair binalar yıkılıp ne kadar Bizans eseri varsa ortaya çıkarılacak, Heybeliada ruhban okulu vakıf üniversitesi numarasıyla açılacak. Patrikhane ileride orta kapısı dahi açılmadan, açtırılmadan Vatikanlaştırılacak. 2003 temmuzunda çıkan kanun gereğince gayrı menkuller yabancılara satılmakta ve satılacak. Bu gidişle on sene sonra doğuda oya sunum yapılırsa şaşırmayın.
Bir kaç yıl önce çoğu tarafını beğenmediğimiz Emin Çölaşan şöyle yazmıştı:
“Burada itiraf ediyorum : Ben AB’nin yerinde olsam, aynı şeyi yapardım. Kişiliksiz, teslimiyetçi tiplerin böylesine bol olduğu bir ülkeye başka türlü davranmazdım. Kucağıma bir kez oturttum mu, bir daha kolay kaldırmazdım.” (Emin Çölaşan, Hürriyet, 6 ağustos 2002, 3. s.).
Çölaşan haksız mı?
Ya Huntington’a ne dersiniz? Yazdığı kitabın 263. sayfasında bakın neler yazmış: “Türkiye bir noktada batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip batının temel İslami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyici ve tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir.” (Suat İlhan, Orkun, Temmuz 2004, 9. s.).
Türkiyenin AB’manisi Huntington’un deyimiyle Türkiyeyi dilenci, hüsran verici, aşağılayıcı duruma düşürüyor. Türkiyeye zarar veriyor, Türkiyeyi dünyada gülünç durumda bırakıyor. Doğaldır ki böyle bir devlete kimse saygı duymaz, kimse kaale almaz. Bizi dinlemiyorsanız, bari emekli general Suat İlhanı dinleyin...
NOT: Bir arkadaş 1950’de Kore harbine gidiş kararının Meclisçe mi, hükümetçe mi verildiğini sordu. Karar hükümetçe verilmiş, meclise gidilmemiştir. CHP, bu yüzden hükümeti eleştirmiştir.