Üslup, insanın varlığı ve kurduğu ilişkiler bakımından adeta mihenk taşıdır. Bununla birlikte, temel kabullerin, ölçülerin ve farklılık şuurunun varlığına işaret eder. Üslubun oluşması insanın tekâmül arayışına, birikimine, derinliğine ve kendine dışardan bakabilmesine bağlıdır. Kendine dışardan bakabilen insan yapıp ettiklerini, hayatına hakim olan ve yönlendiren ölçüleri değerlendirir ve buna göre duruşunu belirler.
Yani mukaddesleri, değer sancısı, içinde yaşadığı toplumun orijinaliteleri ile ilgili altyapısı olmayan birinin üslup sahibi olması da beklenemez.Kültürlü insan karşılaştığı bilgileri üzerinde düşünerek zihnine katandır. Üslup, Ahmet Hamdi Tanpınar’a “Osmanlı sınırından geçen herşey müslümanlaşıyordu.” dedirten bir keyfiyettir.Bu ifade kendine güvenen ve canlılığını koruyan bir kültür yapısının aldığı malzemeyi dönüştürme ve tesir etme gücüne dair çarpıcı bir örnektir. Tavır ve düşüncelerimiz bizim hassasiyetlerimizden, kimlik bilincimizden ve olmazsa olmazlarımızdan kaynağını alır. Bundan dolayı insan gerçeğini doğru yere koymadan, hayat tarzımızı muhakeme etmeden vazedilen her türlü telakki, hem insanı mesuliyetten uzaklaştırır hem de samimiliği noktasında şüphe uyandırır.
Bugün küresel emperyalistler bütün dünyada, yaptığı işten başka hiç bir şey bilmeyen, kazandığı para ve elde ettiği konfordan başka hiç bir şeyi umursamayan insan tipini yerleştirmeye çalışmaktadır. Sadece seküler donanıma sahip olan bu insan tipi kendisini ve etrafında olup bitenleri değerlendiremez, gidişatı sorgulayamaz. Asla mesuliyet alamaz ve değer üretemez. Batı uygarlığı ortaya koyduğu “Değersiz Dünya Düzeni”ni başka toplumları varoluş bilincinden kopardığı ölçüde devam ettirebileceğini çok iyi biliyor. Bunun için insanları salt fiziki gerçekliklerine ve içinde yaşadıkları güne hapsetmeye çalışıyor. Maddi gücü olmayanların “Arabesk”, olanların da “Eurobesk” hayat tarzları maalesef çözülmenin insanımızı sürüklediği iki yol olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortak şuurun ve değerlerin kaybolduğu yerde , kültürsüz medeniyetin statü sembolleri belirleyici ölçü haline gelir Hayatın ancak bir parçası olması gereken hobiler olabildiğince şişirilerek boşluktaki insanın kimliği haline getirilir. Varoluşunu anlamlandıran dinamiklerden koparılarak atomize olan fert, mesaisi dışındaki zamanları popüler kültürün önüne koyduğu malzemelerle doldurup tatmin olmaya çalışır. Bu iç karartıcı durumdan, tüketim kalıplarıyla yoğurulup yuvarlanmayan; bir meselesi, ıstırabı olan, Dündar Taşer’in “İmalat hatası” olarak vasfettiği insanı yetiştirebilirsek kurtulabilir ve üslubumuzla, kimliğimizle yarına kalabiliriz.
MİNİATÜRK’TE ÜSLUP
“Türkiye’nin Vitrini” sloganıyla tanıtılan Miniatürk’ü geçen günlerde gezip görme imkanı bulduk. Geçmişten günümüze hakim olduğumuz coğrafyalarda bulunan mimari eserler nicedir hasretini çektiğimiz bir dengeli bakış açısıyla sunuluyor. Yıllardır “Anadolu Uygarlıkları”, “Anadolu Kültürü” deyip de gezdikleri her yerde kendilerine adeta “Biz buradayız ve bizi yaşayacak insan potansiyeline sahibiz.” diye haykıran Türk-İslam Medeniyetinin eserlerini görmezden gelen aydın müsvetteleri, böyle bir dengeyi asla tutturamadılar. Çünkü bunlar Ahmet Davutoğlu’nun “Bir medeniyete bir kere merkezlik yapmış bir milletin, başka bir medeniyete eklemlenmeye hakkı yoktur.” ifadesiyle altını çizdiği asliyet şuurunun zerresini dahi taşımıyorlardı. Biz Miniatürk’te, Süleymaniye Camii’nden Mostar Köprüsüne; Macaristan’daki Gül Baba Türbesinden, Mevlânâ Türbesine, Mısır’daki Mehmet Ali Paşa Camii’nden Bursa Ulu Cami’ye medeniyetimizin mührünü gördük. 1400 yılında yapımı tamamlanan, Bursa Ulu Camide oryantalistlerin ve içimizdeki üçüncü sınıf taklitçilerinin göçebeliğine hükmettiği bir milletin yeni devlet tecrübesinin yüzüncü yılında nasıl da terkibi kurup, kendi üslubunu oluşturduğunu anladık. Biz şundan eminiz ki yapıldığı zaman Ulu Cami’yi görenler, gelecekte neler olacağını da az-çok tahmin etmiştirler. ‘Farklılık şuuru ve üslup bütünlüğü olmayınca neler oluyor? dersek belli bir dönemde yazılmış romanların çoğunun köşklerde geçmesi edebiyat alanında açıklayıcı bir örnek olabilir.Bizde sinema denince birkaç istisna haricinde asla yerli sinema değil, 60’lı-70’li yıllarda (Şimdi yegane faydası eski İstanbul’u görmek olan) zengin kız-fakir oğlan müthiş tesadüfler ve mutlu son formatında, 80’li yıllarda havuzbaşı ve gazinoda, 90’lı yıllarda ise nedense konusu hep, tarihçi Lamartine’nin görünce “Herhangi bir Fransız veya İtalyan taşra şehrinden farksız” dediği Beyoğlu, Taksim ve arka sokaklarında geçen filmler yapıldı. Bu kendinden kaçışı ve üslupsuzluğu kabullenmemiz mümkün değildir. Bize düşen ölçülerimizi parlatmak ve hassasiyetlerimizi diri tutmaktır. Çünkü hassasiyetlerini kaybedenler, haysiyetlerini de kaybederler...