Üstad Necip Fazıl, doğumunun yüzüncü yılı dolayısıyla Kültür Bakanlığı öncülüğünde düzenlenen bir programla anıldı. Geçen hafta İstanbul’da, AKM’de gerçekleşen programda bir de belgesel film yayınlandı. Ancak tam bir hayat kırıklığıydı bu belgesel. Zira Necip Fazıl’ın estetik anlayışından uzak bir yapımdı. Üstelik muhteva olarak da son derece yetersizdi.
Üstad Necip Fazıl, doğumunun yüzüncü yılı dolayısıyla Kültür Bakanlığı öncülüğünde düzenlenen bir programla anıldı. Geçen hafta İstanbul’da, AKM’de gerçekleşen programda bir de belgesel film yayınlandı. Ancak tam bir hayat kırıklığıydı bu belgesel. Zira Necip Fazıl’ın estetik anlayışından uzak bir yapımdı. Üstelik muhteva olarak da son derece yetersizdi.
Necip Fazıl gibi, sanatçıların anılması elbette alkışlanacak bir olay. Hele Kültür Bakanlığının ve hükümetimizin bu tür etkinliklere doğrudan destek olması, bizzat içinde yer alması sevindirici. Fakat gönül ister ki, anma programları sadece şekil şartlarını yerine getirmek amacıyla yapılmasın. Böyle toplantıların esas amacı, anılan kişilerin yeni kuşaklar tarafından daha iyi tanınmasını sağlamak olmalı.
Geleceğin toplumunu inşa etmek, geçmişte kalan değerlerimizi daha iyi analiz etmek ve onların fikirlerinden istifade etmekle mümkün. Peki söz konusu anma programı ve özellikle izlenen belgesel bu amaca uygun muydu? Elbette değildi. Sadece Necip Fazıl’ı yakından tanıyanlar için nostaljik bir toplantıydı. Necip Fazıl’ı hayatta iken tanımış olanlarımız açısından kendisini bir kere daha rahmetle ve minnetle anma vesilesi oldu. Ama bunun ötesinde, Necip Fazıl’ın adını ilk defa duymuş olanlar veya onun eserlerini yakından incelememiş olanlar için hiçbir mesaj yoktu.
Oysa Necip Fazıl, Sorbon Üniversitesinde felsefe okumuş; Nobel ödülü sahibi, ünlü filozof Henri Bergson’un derslerine devam etmiş ve onun övgüsüne mazhar olmuş istisnai bir insandı. Yine İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde felsefe bölümünde hocası olan Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, “Ben talebeleri arasında Necip Fazıl’ın da bulunduğu bir devrin profesörüyüm” diyerek onunla iftihar etmiştir. Söz konusu filmde, bunlardan hiç bahsedilmedi. Üstelik üstadın sanat dehasına yakışmayan, yetersiz bir film yapılmıştı. Halbuki Necip Fazıl’ı tanıyanlar, onun sanat ve estetik uğruna ne “çile”ler çektiğini yakinen bilirler. Bütün bir ömrünü sanatın zirvesinde geçiren üstad, en sonunda “anladım sanat Allah’ı anlamakmış, gerisi çelik çomakmış” diyecek kadar da işin künhüne varmış gerçek bir sanatçıydı.
Belgeselin atladığı en önemli detay ise Abdulhakim Arvasi ile buluşmasıydı… Gerçi isim verilmeden esrarengiz bir zatla buluşmasına yer yer değinildi. Ama olayın gerçek yüzünü bilmeyenler, bunun sıradan bir dostluk ilişkisi olduğunu sanabilirler. Oysa sıradan bir buluşma değildi söz konusu olan. Kendi tabiriyle avlanmıştı. Efendi hazretlerine aşk derecesinde bağlanmıştı. “Her şeyi o türlü kaybettim ki Allah’ı kazandım” diye haykıracak kadar çarpılmıştı. “Bay zeka” olarak anılan bir zat, bir anda teslim oluvermişti. Bu yüzden, birilerinin gözünden düşmüş ve “sabık şair” olarak anılmaya başlamıştı. İşte Necip Fazıl’ı olgunlaştıran ve “bizim” yapan da onun hayatındaki bu değişimdi.
Filmde, Necip Fazıl’ın dehasını ortaya koyan nüktelerden hiçbir eser yoktu. Kısacası, bu filmde Necip Fazıl’ı göremedik. Sadece kronolojik bir hayat hikayesi sunan bir belgesel yapılmıştı çünkü. Biraz da hedefi belli olmayan, ikide bir iş değiştiren, durduk yerde hapislere girip çıkan meczup bir adam portresi çıkıyordu karşımıza.
Ümit ederiz ki Kültür Bakanlığı bu eksikliği telafi eden, Necip Fazıl’ın hatırasına yakışır gerçek bir belgesel yaptırır. Bunu gerçekleştirecek kadrolar ve teknik imkanlar ülkemizde mevcut. Yeter ki isabetli karar verilsin ve iş ehline teslim edilsin.