Flaş televizyonunda Selahattin Önkibar’ın Haziran 2004’te hazırladığı bölümde, konuşmacı olan Mehmet Metiner, konuşmacılardan Mehmet Gül’ün ısrarlı olarak ileri sürdüğü, Irak’taki İsrail faktörünü görmezden geliyordu. Metiner, diğer konuşmacı olan öğretim üyesi Emin Gürses’in yaşadığı örnekler ile ilgili bilgiler verdiğinde de, alaycı bir anlayışla durumu geçiştirmeye çalışıyordu. Bu arada Metiner gibi Kürt kökenlilerin, bu ülkedeki Sabatay’cıların güçlerini önemsiz ve de küçük görmeleri için, elbette sebepleri vardır.
Onlar, o sebepleri gayet iyi bilirler ve sonra da demokrat olduklarını söylerler. O yayındaki diğer bir konuşmacı olan Sırrı Sakık’ın zaten Yahudi diye bir sorunu yok ki...Kaldı ki, niçin olsun? Hele Irak’ta ve Türkiye’deki son yıllardaki gelişmelerden sonra...Kimin eli kimin cebinde...Kim kime çalışıyor? Ya da kim ve kimler küreselci siyonistlere çalışıyor, kul oluyor, köle oluyor? Bütün bunları, yaşayarak da görüyoruz...
Bu gazetedeki yazılarımızda, zaman zaman geçmiş yazılarımızdan alıntılar yapıyoruz... Niçin? Gerekli oluyor da, onun için...Çünkü sıtratejik yazılar, herkes için öyle okunması kolay olan yazılar değildir. Ya da bazı okuyucuların, çok kolay unuttukları yazılardır. Hem bu nedenle, hem de yeri ve zamanı tam geldiği için, o yazılardan alıntılar yaparak tespitlerimizin sağlamasını yapıyoruz. Bugünkü yazımızda da böyle bir tespitimizin günümüzdeki sağlamasını yapacağız ve bir kere daha haklı olduğumuzu göreceksiniz. Biz bu gazetenin Kasım 2002’deki sayısında, “Yakınımızdaki Irak, Irak’taki Yakınlarımız” başlıklı yazımızın. “CİA Ajanı, İsrail Pasaportlu Kürt(!)” bölümünde, yaşadığımız bir olayı şöyle aktarmıştık:
“Size, yaşadığım bir olayı, anlatmadan geçemeyeceğim. O zaman Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının, Kuzey Irak boyutundaki gelişmelerini, daha somut olarak değerlendirebilirsiniz. 2000 yılında idik. Telaviv’den THY’nın Ankara-İstanbul seferini yapan uçağına binmiştik. Uçağın orta sıralarında bulunan koltuklarına oturmuş bir şekilde, arkadaşım M. ile sohbet ederken, arkadaşımın yan tarafında bulunan, fizyolojik olarak Kürt tipli birisinin, bir şey sorduğunu gördüm. O şahıs, arkadaşıma, Kuzey Irak’taki Duhak kasabasına, İstanbul’dan nasıl gidebileceğini soruyordu. Neden soruyordu? Talebi karşısında, şaşırmıştık...Bizimle Telaviv’den uçağa binmesi ve pasaportu hususu, bizi düşündürdü. Arkadaşımla birbirimize baktık ve kendisinin hangi ülkenin pasaportuna sahip olduğunu, öğrenmek istedik. O da, İsrail pasaportuna sahip olduğunu belirtti. Bu pasaportla, Irak’a girmesi halinde, Irak yönetiminin kendisini ele geçirmesi durumunda, sorunlar yaşayacağını söylediğimizde, bu konuda: ‘Kuzey Irak’ta sorun olmayacağını’ beyan etti. O şahıstan, neden o bölgeye gitmek istediğini ve Kuzey Iraktaki ilgisinin ne olduğunu, öğrenmek istedik. ‘Ailesinin, kardeşlerinin ve akrabalarının o bölgede olduğunu’ belirtti. Bunun üzerine, Yahudi olup, olmadığını sorduk. ‘Kürt olduğunu söyledi.’ Kendisinin neden İsrail Pasaportu taşıdığını, sorduğumuzda da, 1996’daki Saddam Hüseyin’in baskısı yüzünden bölgeden Amerikalıların yardımıyla ayrıldığını belirtti. Yani açıktan söyleyemiyordu, ‘ABD tarafından çıkarılan beş bin kişiden biri olduğunu ve Guam adasına götürüldüğünü...’ Kısaca bu adam, CİA’nın bölgede yetiştirdiği, askeri ve mali destek sağladığı, 5000 Kürt ajanından birisiydi. Demek ki artık, Amerikalılar, yetiştirdikleri bu ajanlarını, Kuzey Irak’a göndermeye başlamışlardı. Bizde bu olaya şahit oluyorduk. İlginç olan ise, bu şahsa İsrail’in pasaport vermiş olması ve bu pasaporta dayanarak, ülkeden ülkeye geçiyor olabilmesiydi. Acı olan bir nokta ise, bizim güvenlik ve istihbarat birimlerimiz, bu duruma ses çıkaramıyorlardı. Bile bile lades buna denirdi. Sonradan her şeyde olduğu gibi, hazırlıksız yakalandık safsatalarına sığınacaklardı. Demek ki İsrail, bunlardan bazılarını, görünüşte de vatandaşı yapmıştı. Ne olursa olsun, Kuzey Irak’taki bu Kürtlerle ilgili faaliyetlerde, onların da etkisi açık ve netti. Bu işin önemli üs noktası, İsrail idi. Arkadaşımla yaşadığımız bu olay, Kuzey Irak’taki Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının, somut bir örneği idi. Yani Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı, sahnedeydi. Bu söylediğim örnek olayla da, düşündüklerimi, ne yazık ki hayatın kendisinde, somut olarak yaşıyordum.”
Evet aktarma yaptığımız alıntımız bu...Şimdi gelelim; 22 Haziran 2004 tarihli bazı gazetelerin haberlerine: Radikal, “İsrailliler Kuzey Irak’ta Faaliyette”; Sabah, “İsrail Ateşle Oynuyor”;Cumhuriyet, “Kürtlere İsrail Eğitimi”;Zaman, “İsrail askeri, K.Irak’ta cirit atıyor.” ve diğer gazeteler... Gelelim 23 Haziran 2004 tarihine:Cumhuriyet, “Gazeteci Hersh, Tel Aviv’in bilgileri Ankara’dan gizlediğini savundu: ‘İsrail doğru söylemiyor’;Yeni Şafak, Barzani, İsrail’le ilişki Normal” ve diğer gazete haberleri...
Biz İsrail’in bu olayını birebir yaşamışız ve yaklaşık olarak yirmi bir ay önce de yazmışız. Neyi yazmışız? Yaşamış olduğumuz somut bir anıyı...Sizin sorunuz şu olmalıdır. Madem o olayı o uçakta yaşadınız da ne yaptınız? Evet, soru bu olmalıdır. Olayı beraber yaşadığımız arkadaşım şu anda özel bir üniversitede öğretim üyesidir. O günlerde Irak’a geçmek isteyen Kürt ya da Yahudi Kürd’ü olan o genç, devletin belirli yerlerine rapor edilmeliydi. Çünkü Türk’ün coğrafyasının ve geleceğinin menfaati bu çeşit hareketlere göz yummak üzerine oturtulmalıydı. Birileri, bu ve buna benzer yüzlerce geçişi, devlet adına kayıt altına almalı ve de engellemeliydi. Yapıldı mı, sanmıyorum, yapıldığına da inanmıyorum! Kuzey Irak’tan Guam’a taşınan o Kürtler, çoğunlukla İsrail üzerinden hareket edip, Türkiye sınırlarından Irak’a girdiler...Çünkü böyle bir geçişe İran ve Suriye zaten izin vermiyordu. İsrail pasaportu, Suudi Arabistan dahil, diğer Arap ülkelerinde de makbul olmuyordu...
Ne oldu? İsrail gezimizde, görevli olan bir askere , durum söylendi. Olayın rapor edilmesi hususu belirtildi. Durumun önemi anlatıldı. O şahıs, ‘ben gerekeni yaparım’ dedi. Rahatlanılmıştı. Çünkü kendisi Ankara’da görevliydi. Sonradan öğrenildi ki bu şahıs, bu olayı dikkate bile almamış. Olayı önemsemeyen bu şahıs, yine yerinde, yine maaşları bu milletin kesesinden tıkır tıkır alıyor. Ülkenin halini ve bir memurun konumunu görüyorsunuz değil mi? Bu milletin kesesinden beslenen, ilgisiz ve duyarsız bu şahıs, bir hastalık bahanesiyle, yıllardır Ankara'da oturmuş ve de devletin memuru... Acaba hangi devletin memuru?!. Bu şahıs, sürekli olarak yurt dışı gezi ve görevlerde bol bol yer alıyormuş! Niçin? Döviz verildiği için...Belki belirli bir süre sonra da emekli olacak ve bu ülkenin, bu milletin parasını, hiç sıkılmadan kesesine ve midesine emekli kimliğiyle de indirecektir. Acaba onun için Türk olmak önemli midir? Gözünde dolarlar fır fır döndüğü sürece hiç sanmıyorum! Bu ve bu gibi devlet bürokrasisi içersine sızmış adamlara, kimse dur diyemeyecek mi? Ve sürekli böyle tipler bu ülkede ödüllendirilecek mi? Her hangi batı ülkesinde, böyle bir şey olabilir mi? Güzel Türkiyem de ne yazık ki oluyor...Bir kısım amirler, bu çeşit gelişmelerin farkında bile değil, ne de başka başka ilgililer...Sonra da bir bakıyorsunuz, PKK belası azıyor ve canlar alıyor, Talabani ve Barzani ülkemize bakıp kıkır kıkır gülüyorlar ve yabancı sıtratejistler halimize görüp alay ediyorlar. Bunlardan bir tanesi şöyle diyor: “Türkiye tehlike algılamasında artık homojen değil.(...) Artık tek Türkiye yok. Irak’taki kırmızı çizgileri birer bire yok oldu.”
Bu çeşit oluşumların suçlusu, sadece dış basınç ve ona uşaklık eden etnik milliyetçiler mi? Ya para, mevki, unvan karşılığında bürokratik mekanizmanın arkasına geçip, doğru dürüst hiçbir iş yapmadan, sadece milletin parasını utanmazca, arlanmazca tokatlayanlara ne demeli? Bu ülkede kime, nasıl güveneceksiniz ve neyi savunacaksınız ya da anlatacaksınız? Türkiye, her geçen gün kan kaybediyor! Sırça köşklerinde oturanlar, bana mısın demiyor? Onlar: sadece “benim olsun, küçük olsun” ya da “bu benim olsun, gerisi ne olursa olsun” diyorlar! Durum çok vahim, bu çeşit ilgisizliklerin, ihanetlerin üst üste gelmesinden, getirilmesinden biz de bıktık, ülkedeki duyarlı olan herkesimdeki insanlar da... Bu işin, elle tutulur yönü de kalmıyor artık...
Vah ülkem vah! Ya millet! Hangi gecenin derinliğinde, kaçıncı uykusunda... Sonra gündelik yaşantımızın Atatürk’ten sonraki bir türlü değişmeyen gerçeği; didişmeler, bağrışmalar ve çıkar ilişkileri...Bu ilişkilerde palazlanan döviz tutkunları, dolar aşığı ve çılgınları... Bu malum döviz safsatası adına paraların, milletin boğazı ve kursağı tutularak toplanması ve sonra da ilgisiz ve duyarsızların ceplerine oluk oluk akıtılması, verilmesi ve de birilerinin başlarına çuvallar geçirilmesi... Silinen kırmızı çizgiler...Güvenilen dağlara karların yağması, umutların ihanet seline takılıp, sürüklenip gitmesini, herkes kendi zaviyesinde birebir yaşıyor. Türkiye’yi parçalamak isteyenlerin hepsi, zil takmışlar oynuyorlar ve bizler de, duruma öylesine bakıp, bir atasözünde olduğu gibi, yüksek ateşte sayıklıyoruz: “Çingen çalar, Kürt oynar!” Ya hayinler ne yapar, ya uyuyan Türkler! Onu artık siz ve sessiz çoğunluklar da düşünsün! Hayinlerin müttefikliğini sadece dışarıda aramayın!..İçerideki hayinler arasında da, sadece PKK’lıları da görmeyin. Nice hayinler var içimizde, ilgisiz ve de bilgisiz ve de devletin parasını sülük gibi çeken, evler, arabalar alanlar, nice sülükler ve vampirler var içimizde, işimiz çok zor...
BİR HATIRA DAHA
Biz, icazeti dışarıdan vermediğimiz için, belki az okunuyoruz. Belki de, hiç dikkate alınmıyoruz. Fakat size yaşadığım bir olayı daha anlatacağım. O zamanlar bu ülkede Baba Buş’un en yakın dostu (!) Turgut Özal’ın etkisi çok fazlaydı. Orta direk masalcısı ve Çankaya’nın şişmanı unvanı olan zatın, dikili ağacı da olmayan büyük oğlu, ilk özel televizyonu, Uzanlarla ortak olarak açmıştı. Demek ki, dikili ağacı yoktu, parası çoktu ya da babasının makamının ağırlığı vardı. Bu ne ağırlığıydı? Para ağırlığı mı, kilo ağırlığı mı? Geçelim bu konuları. Bu ilk özel televizyonda Arabistanlı Lavrens’in faaliyetlerini anlatan filmin daha yeni oynatıldığı günlerdi. O günlerin birinde, bir kitapçı da, yönetmen Metin Erksan ile karşılaştım. Fırsat bu fırsattır dedim, tanıştım. Laf lafı açtı. Arabistanlı Lavrens’in yönetmeni olan Davit Liyin’in filmleriyle, kendisininkinin bir ölçüde benzeştiğini söyledim. Tabi bunu ben, bir seyirci gözüyle söylüyordum. Erksan bunu kabul etmedi. Anladığım kadarıyla da, İngiliz yönetmenini pek sevmiyordu. O çok Oskarlı İngiliz yönetmeni, genelde filmlerinde doğal güzellikleri, uzaktan çekilmiş sahnelerle de göstermeyi seviyordu. Ersan’ın bazı filmlerinde de, uzaktan çekilmiş sahnelerle, doğal güzellikler işlenmiştir. Ben bu mantıkla soruyu sormuştum. Metin Erksan konuyu değiştirdi. Bana “hangi filmimi beğeniyorsun” dedi. Pek çok kişinin beğendiği “Yılanların Öcü” ya da “Susuz Yaz” filmini söylemedim. Ben ‘Sevmek Zamanı’nı beğeniyorum’ dedim. O ise: “bu filmin kıronik aşıkların” filmi olduğunu söyledi “ve sana, o filmle ilgili bir anımı anlatayım” dedi. Gerçekten de bilinen filmlerinden ziyade, bu filmi beni daha çok etkilemiştir...
M.Erksan, 196O’lı yılların başında, Türkiye’yi yurt dışında başarıyla temsil etmiş ve Almanya’da Susuz Yaz filmi ile “Altın Ayı” ödülünü de almıştır. Bu Türk sinemasının ilk başarılı çıkışıydı. O yıllarda, Türkiye İşçi Partisi yeni kurulmuş, sendikalar güçlenmeye başlamıştı. Metin Erksan bana, o konuşmamızda özetle şunları anlattı: O dönemin sendika yetkililerinden bir gurup, kendisine gelmiş ve “ağbi senin güzel filmlerin var; bize ver de, işçilere izlettirelim” demişler. O da: “buyurun, size vereceğim filmi bu, alın ve işçilere izlettirin” demiş. Sayın Metin Erksan’ın sendika yetkililerine verdiği film, “Sevmek Zamanı” imiş. Bir süre sonra, sendika yetkilileri gelmiş ve “bu ne biçim film? Biz senden işçilerle ilgili bir film istedik, sen bize bunu verdin. Bu film de; ne işçi, ne patron var? Film boyunca bir adam, sürekli resim taşıyor” diyerek filmi geri vermişler...
Gel zaman git zaman, bu film Cezayir’de bir festivale katılmış, filmi orada izleyen ve sonra Fıransa’da bir yayında olumlu yazı yazan bir eleştirmen; “bu filmin çok önemli ve farklı bir yapıda olduğunu ve burjuva-proletereya ilişki ve çelişkisini değişik bir biçimde aktardığından” bahsetmiş... Bu yeni gelişmeden bir şekilde haberdar olan sendikacılar, tekrar Erksan’ı ziyaret etmişler ve “ağbi, senin elinde çok güzel bir film varmış, emek-sermaye çelişkisini çok iyi anlatıyormuş, sen bize bu filmi niye vermiyorsun? Bizden niye saklıyorsun demişler?” Erksan’da bunun üzerine, “bu filmi, kendilerine bir süre önce vermiş olduğunu ve işçilere böyle bir filmi göstermeye gerek olmadığını” hatırlatmış!..Fakat sendika yetkilileri ısrarlı, ille de bu film diyorlar, başka bir şey demiyorlarmış ve Erksan, nihayet “Sevmek Zamanı” adlı filmi, onlara bir daha vermiş... Erksan konuşmamızın sonunu şöyle bağladı: “Artık icazet dışarıdan gelmişti”
Evet arkadaşlar, günümüz sürecinde, biz ne yazarsak yazalım, ister Irak’ın kuzeyindeki Yahudi parmağını, istersek başka şeyleri ve hatta aylar, mevsimler ve yıllar öncesinde yazalım, bazıları için yine bir şey değişmeyecek, çünkü onlar için hep icazet dışarıdan gelecektir. Buıu gerçeği, hiç ama hiç unutmayın! Aynı Türkiye’deki; kartelci, gurupçu, tekkeci ve paracı basının içinde yaşanılan süreç gibi...