Üç kıtanın 600 sene idare edildiği, zamanın dünya başkentinin sarayı Topkapı Sarayı’nın taht kapısına bugünkü sahipleri gibi yayılmışlar, bizim gençlerimiz de çalıp, söyleyip, oynayarak onları eğlendirirken görünce isyan ettim. Öyle ya.
Önce gelen, devlet idarecisi ve yöneticilerinin, mütareke basının da sevinç çığlıkları ile karşılaştık.
- “Dünya başkentinde olmaktan mutluyuz.”
Bakın hele. Akılları sıra dünyayı idare ediyorlar ya, BOP da eli kulağında, yarı yarıya devreye girmiş zaten, geri kalanı da şimdi güzel İstanbul’umda halledecekler. Evvelallah Kasımpaşalı başnazır da herşeye teşne, hiç bir şeye “hayır” demiyor, tezgâh da hazır.
Öyle bir tezgâh ki; Irak halkına yapılanların mini minnacık bir denemesi bizlerin üstünde yapıldı. Nasıl mı? Anlatayım;
Toplantı sonuçlarını hesaba kitâba vurup düşünürken, bugünlerde vapurla İstanbul’a geçmek haram deyip, gündüz gözü ile televizyon izlemeye başladık. Aman Allahım! O da ne? Ne kadar Pentagon muhibi varsa ekrandan fırlayıp, odanın ortasına daldılar, el kol hareketleri ile, mutluluktan tükürüklerini saçarak başımıza konan devlet kuşunu anlatmaya başladılar.
“Bunlar bu kadar çok muydu yaa?” demişim. Meğer, bunlar amipgillerdenmiş. Amiplerin bölünerek çoğalması gibi, yanlarına aldıkları stajyer gazetecileri kendilerine bire bir benzetmeden bırakmazlarmış. Hem seyrederken, hem tartışırken bir haber geldi ki, anneciğim çok hasta. Hemen telefon ettik, kolestrolü ve tansiyonu tavana vurmuş. “Annem hemen geliyorum.” Dedim. “Sakın yavrum, evden çıkma, burası asker polis dolu, apartmanların teraçaları bile tomsonlu asker kaynıyor.” “Anacığım sen hastasın terörist değil, şimdi gelip seni hastahaneye götürüyorum.” “İmkânı yok gelemezsin evlâdım, caddeden değil araba bir tane bile yaya geçemiyor. Bir kişi caddeye çıksa polisler copla sokakların içine kovalıyor. Nasıl gelebileceksin ki? Herkesi topluyorlarmış. Hem ben öğrendim. Kışlalar, nezaretler insan dolmuş, en önce de ellerinde listeler, bilgisayarlar varmış senin gibileri topluyorlarmış.” “Anne ne demek senin gibileri ya? Biz duymadık bunları sen nerden duydun ki?” “......../......(yalnız semtin değil, İstanbul’un fıkara gazetesi olup kendileri aynı zamanda Recepperverler cemiyeti üyesidir.) söyledi. Yanlış anlama evlâdım, hani sen öyle yazıp çiziyosun, her şeyi konuşuyorsun ya, o, onu kasdetti. Yemin et Allah’a, Kuran’a gelmeyeceğine dair.” “ Tamam, yemin ediyorum ama cankurtaran yolluyorum.” “ Hayır! Sakın ha! Olmaz! Bu gün o ambulânslar devlete çok lâzım ben dayanırım.” Boğazıma bir yumruk tıkandı ve kalakaldım. Ben dayanırım dedi. Önce devlet dedi. Ah anacığım nasıl anlatsam ki sana diye kahroldum durdum.
Ah be annnem; hani arkamdan dualar ederek, korku ile beni okula ve işe yolculadığın sabahlarda devlet vardı. Ve liderler vardı. Her ne kadar birbirlerine zıt kutuplarda olsa liderdiler. Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz. Seversiniz veya sevmezsiniz. Ama liderdiler. 12 Eylül 1980’e kadar. Darbeden sonra (ihtilâl değildir) çok kısa zamanda köprülerin altından çok uzun zamanlarda akması gereken sular aktı. Darbeden önce lider olanlar dahi, yeni kurulanlarla beraber artık sadece parti genel başkanı idiler. Hiç unutmuyorum Karabağ’da Ermenilerin Azarbaycan Türklerini katletmesi sonrasında görüş ve halkı için destek isteyen Azarbaycanlı bir gazeteci yazara o zamanın parti başkanlarından biri özetle şöyle diyordu:
-Biz de bir ORTADOĞU DEVLETİ’yiz. İsrail bir ORTADOĞU DEVLETİ olarak teşekkül etmiş; yerini almıştır. ARAP kardeşlerimiz, Ortadoğu’yu işgal eden, büyük, önemli bir ulustur. Dünya tek merkezli olmaktan, çok merkezli olmaya gidiyor. Japonya, Çin. Rusya başlıbaşına bir güçtür. Rusya’yı ihmal etmemeli, KARADENİZ REFAH VE İŞBİRLİĞİ PROJESİNE önem vermeliyiz. Türk Cumhuriyetleri ile olan münasebetlerimizdeyse ABD (ki bugün müttefikimiz ve büyük bir devlettir), ile yakın işbirliğinde olmanın, yararlı olacağı kanaatindeyim. Çünkü kendi imkânlarımız sınırlıdır. Meselâ Japonya, o zamanın süper devleti olan İngiliz İmparatorluğuna dayanarak kalkınmasını sağlamıştır. Türkiye de kendi kalkınmasını ve TÜRK DÜNYASI ile olan teşkilâtlanmasını düzenlerken bu dengeleri dikkate almak ve bunlardan yararlanmaya çalışmak zorundadır. Çünkü bizim imkânlarımız, gücümüz sınırlıdır. .. (16 Nisan 1992 )
Konuşan 1980 öncesinde bir lider sonrasında ise parti genel başkanı idi. Bu sadece Türkiye’ye mahsus değildi. Çok ülkelerin idarecisi ve yöneticisi, parti genel başkanları ve sekreteryaları dahil birer ABD memuru olmaktan gurur duyuyordu.
Artık ABD’nin büyük şehirlerinin kocaman binalarında toplantılar yapılıyor. Orada kararlar alınıyor. Bunlar öylesine kararlar ki; sümme haşâ Allah kelâmı kabul edilip, kanun, nizanname, mevzuat olarak meclislerden anında harfiyen geçiriliyor, olmadı; kararnameye bağlanıyor. Bir gece de devletler işgâl ediliyor, bölünüp parçalanıyor. Bölünmeden pay alan üç buçuk eşkıya parçası ise koskoca Türkiye Cumhuriyeti’ne kafa tutuyor.
Hani o her Cuma Yasinler okuyarak andığın şehitlerimizin kanının dökülmesine sebeb olan Zana ve arkadaşları da dışarı da ortalığı karıştırmaktalar be annnem. Biraz önce haber geldi, üç askerimiz şehit, üç askerimiz ise gazi olmuş. Sıcağı sıcağına (tabirdir yanlış anlama) resimleri geldi şehitlerimizin de gazilerimizin de. Gözümün yaşı ateş gibi sıcak iniyor bu yazıyı yazarken. Lânet olsun vatanımı satana da, askerime silâh doğrultana da. Haminnem derdi ya: “Taş doğuraydı bu vatana ihanet edeni doğuran analar.”
Haaa bu arada Kasımpaşalı mı ne yapıyor? Güzel anneciğim, sen de sinirin bozulmasın diye ne televizyon seyreder ne de gazete alırsın. Aklın sıra boykot ediyorsun ama o, adı üstünde Kasımpaşalı, eli maşalı... Önüne geleni azarlıyor, bağırıyor, çağrıyor, kendi yandaşlarına uygun yasalar çıkararak, kendi zenginlerini yaratırken, kadroları da sempatizanları ile dolduruyor.
Sen; önce devlet gelir dedin, ne beni, ne de ambulânsı istemedin ama, gelense onun âmiri idi. İki gün boyunca aldığı emirleri o uyguladıkça, bizim de yaşam fitil fitil bunumuzdan gelecek. TBMM’ye bağlı olan saraylarda halk alışsın diye (pardon kamuoyu) belki de önceden kendileri yaşamaya başlayacaklar.
Öyle ya; Atatürk ve İnönü’den onların nesi noksan ki?
Hem dememiş miydi Erzurum’da “Atatürk’ü aşacağız” diye...
Nasıl ki, 1950’li yılların acılarını biz hâlâ yaşıyorsak, bunların bıraktıklarını da torunlarımız yaşayacak...