Ölüm orucundan son aşamada vaz geçirilen ya da artık orucu sürdürmeye mecali kalmayan insanları bilirsiniz. Gıda alma melekesini yitirmişlerdir. Zorla verilen gıdaları da mide kabul etmez. Çünkü vücut artık istemiyor ve beklemiyor o yiyecekleri. Bu durumda serumun da bir faydası olmaz.
İşte bu ölüm orucundakiler gibi, bünyesinin ihtiyacı olan manevi gıdaları reddeden, karayel denilebilecek rüzgarların etkisiyle meçhule yelken açan bir toplumu yeniden “millet” kavramıyla bağdaştıracak stratejiyi belirlemek zorundayız. Ufkun ötesine doğru yolculuğa çıkan gönüllüler uzun nefesli olmalı,
azık torbasındaki gereksiz ağırlıklardan kurtulmalı ve asıl önemlisi maddi manevi her türlü bağımlılıktan sıyrılmalıdır.
Bir zamanlar gençlerin güzel bir sloganı vardı: “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz” burada sıfat olarak kullanılan “Yufka” kelimesini “morali bozuk” mânâsında almak gerekir. Yoksa elbette ki insanlığın temelinde merhamet, hukukun temelinde insaf olacaktır.
Uzun bir yolculuk... yeniden ve en baştan. Evet, milletimin kaderi böyle. Göç yollarındaki gibi uzun ve çetin bir yolculuk...
Çocuklar genç oldu, gençler kocaldı.
Yeniden yavrular doğdu altında.
Söyle ay, denize çok mu yol kaldı ?
Kavuşacak mıyız yoksa yakında ?
Göç şarkısı böyle diyor. Bir kuşağın bitiremeyeceği bir yolculuk. Aslında bu yolculuk hiç bitmez ya... Tarih göçlerin bittiğini söylüyor ama yüreklerdeki göç, gönüllerdeki hicret bitmez. Özgürlük ve bağımsızlığı derinliğine yaşayıp temiz havayı soluyabilecek bir menzile varmak bile büyük mutluluk.
Önce böyle bir konak yerine varıp nefeslenmek gerek. Dolar destekli kirli propagandanın yaylım ateşinden kurtulmadıkça sağlıklı düşünmek kolay değildir.
Er geç mağlup olacağını, diz çökeceğini korku dolu kalbinde duyan şer cephesi, çıkış yolunun rehberlerine nefes aldırmamak için bu baraj ateşine ara vermeyecektir.
Fert başına düşen milli gelirin elli katından fazla para ödeyip lüks araba alan haramiye hayranlık duyacak, ona kul köle olacak kadar bir aşağılık duygusuna kapılmış olanları bu hastalıktan kurtarmak zordur ve böyle bir çaba boşuna zaman kaybıdır.
Zerre kadar insan sevgisi taşımayan, “şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid eden” ruhsuz bezirgana büyük işadamı diyebilen zavallıları adam edemezsiniz. Bunları yola getirdiğinizi sandığınız zaman çürük kalaslara güvenmiş olursunuz. Bu hatayı, millet ve ülke adına yapmaya kimsenin hakkı yoktur.
Millet denilen topluluk, sosyolojik açıdan geniş bir aile özelliği taşımalıdır. O halde böyle bir sosyal grupta işbirliği ve dayanışma önde gelen unsurlar olmalıdır. Bu noktadan hareket ederek, bazı kişilerce fark edilmeyen, bazılarınca bilerek gözden kaçırılan bir gerçeği tekrar gün ışığına çıkarmakta fayda vardır. İktisat, ancak sosyolojinin yanında yer aldıkça önem kazanmaktadır. Çünkü insanoğlunun ve beşeri ilişkilerin olmadığı yerde ekonomiden bahsedilemez. İktisadi çıkışlar bütün toplum ile ilgilidir.
Meseleye geniş açıdan bakınca bir sosyal topluluğun yalnızca işveren ve çalışanlardan ibaret olmadığı görülebilir. İktisadi doktrinlerin hakça uygulanmamasından ileri gelen dengesizlikleri görmezlikten gelemeyiz. Siyasi gücü elde tutanlar çoğu zaman uygulamada dürüst davranmamışlardır. Bazı ülkelerde işsizlerin sayısının fiilen bir iş tutanların sayısına ulaştığı dönemler görülmüştür. Bu çarpıklığın sosyal ve belki de siyasi kaynaklarını derinliğine araştırmadan birtakım ön yargılarla, özgürlük adına devlet aleyhtarlığı yapmanın yanlışlığı da zamanla anlaşılmıştır.
Çalışanların ortak edildiği üretim kuruluşları, tüketim kooperatifleri idealist insanların zaman zaman uygulamaya geçirdikleri kurumlar olarak ortaya çıkmış, ancak yönetim anlayışındaki çarpıklıklar ve sosyal kültür eksikliği nedeniyle, çoğunluğun benimseyebileceği bir yapıya ulaşamamıştır.
Bir yandan üretim araçlarının faizsiz bir bedel karşılığı kişilere verilmesi ve kâr gözetmeden kredi sağlanabilmesinin yolunu arayan nazariyeciler , diğer taraftan ürünlerin yalnızca emek ile elde edileceğini, dolayısıyla mal ve hizmet olarak bu ürünlerin yalnızca çalışanlara sunulması gerektiğini ileri süren düşünürler görülmüştür. Ancak bu arada mülkün kaynağının ne olduğu, çalışanlardan kimlerin kastedildiği, istediği halde çalışamayanların ne suçu bulunduğu gibi hususlar gözden uzak tutulmuştur.
“Her türlü sosyal kurumun gelişimi üretim araçlarıyla tanımlanır” görüşü bir ara çok revaçta idi. Sosyal gelişmenin kültür ve tefekküre dayanmadığı, aksine üretim araçlarının oluşturduğu alt yapının san’at, din, ahlâk gibi üst yapı kurumlarını doğurduğu tezi bazı önemli düşünürler tarafından savunulmuştu. Değerin ona harcanan emekle ölçüleceği, fazla değerin sömürü sayılması gerektiği belirtilmişti. Üretimde kâr amacı güdülmemeli denilmişti. Sermaye birikimi karşısında ücretlilerin satın alma gücünün göreceli olarak azalacağı, bu yüzden pazarların tıkanacağı görüşü ileri sürülmüştü. Orta sınıfın zamanla ortadan kalkacağı, küçük sanatkârın yok olacağı söylenmişti. Bunun içinde üretim araçlarının kolektif hale getirilmesi, üretilen malın herkese emeği oranında dağıtılması istenmişti.
Ancak bu temel görüşlere dayanarak kurulan siyasi doktrinlerin, çok geniş üretim kapasitesi olan ülkelerde uygulanmasına rağmen istenilen verimliliğe ulaşamadığı ve tüketimde de hiçbir denge sağlayamadığı yaşanarak görülmüş öğrenilmiştir.
Öte yandan, aslında aynı materyalist temele dayanan fakat zıt görüşlere yer veren kapitalistler bir kısım insanların haksız yere ezilmesini en doğal bir olgu gibi gösterme gayreti içinde olmuşlardır. Bunlar öncelikle basılı ve görüntülü medyayı ele geçirdiklerinden kendilerini her konuda haklı gösterebilmeyi uzun süre başarabilmişlerdir.
Bu arada mal değerinin, bir başka malın onun yerine ikâme edilebilmesi için yapılan harcamalarla ölçülmesi gerektiğini söyleyenler pek dikkate alınmamıştır.
Kişi davranışları ve değer yargıları konusunda toplum baskısını da gözönüne alarak içgüdünün bile tüketim eğilimlerini etkileyebileceği gibi görüşlerin üzerinde durmaya pek de vakit bulunamamıştır.
Gelişmekte olan ülkelerde devletin desteği ve kayırması ile öne çıkarılan bir takım kişiler ekonomiye hiçbir katkıları olmadan, plansız, programsız ve kalitesiz bir üretim şekli ile haksız kârlar elde edip, bu kârın bir beceri, birikim ve çaba karşılığı olmaması yüzünden büyük iktisadi ve içtimai dengesizliklere yol açmış olurlar.
Gümrük kolaylığı, vergi indirimi gibi halkın sırtından sağlanan kayırmacılık yıllar yılı belirli bir zümrenin işine yaramış, milletini ve devletini sevmeyen bu ruhsuz insanlar toplumun gelişmesine hiçbir katkıda bulunmamışlardır.
Yatırımların, liberal ekonomi adı altında sırf kolay kazanç sağlayan ve görgüsüzce tüketime yol açan alanlara yönlendirilmesi tipik bir rahatsızlıktır. Yıllar önce belirttiğimiz gibi “iktisadi ahlakı sağlam sosyal temellere dayanmayan bir toplumda liberal ekonomi, haksız bir rekabetin devlet zoru ile desteklenmesinden başka bir sonuç vermez.”
Böyle toplumlarda başbakanlar banka aparma pazarlıklarına katılmakta beis görmez. Bir kişiye avantaj sağlamak için tapu kayıtları pervasızca değiştirilebilir. İktidarda olanlar değerli arsaları vatandaşlarına verebilmek için bunları kendi adamlarının bulunduğu belediye sınırları içine almak yoluna sapabilirler.
Vurguna dayanan böyle bir iktisadi görüşü benimseyen toplumlarda ahlâk kavramı yozlaşır, değer yargıları çürüyüp dağılır. Buralarda gayri milî unsurlar, insanlık dışı hırslarını doyuracak hazır bir ortam bulabilirler. Global (!) çıkar çevrelerinin aradığı ortam budur. Bu çevrelerde çok ucuza ele geçirdikleri piyonlarını istedikleri gibi rahatça sahaya sürebilirler. Karşılarında kendilerine direnç gösterecek bir savunma hattı bırakılmamıştır. Bir yandan kendi adamlarını önemli kişiler olarak tanıtırlar. Bir yandan da dayattıkları bu iktisadi düzeni överek faziletinden bahsederler. Karşıt görüşleri ise hür teşebbüs ve demokrasi düşmanlığı olarak gösterip manevi baskı altında tutmak isterler.
Köklü kültürü olan, tarihte iz bırakmış bir millete lâyık ekonomik sistem nedense bir türlü yerleştirilememiştir. Böyle bir şeyi benimseyip çıkış yolu arayan aydınların sayısı az, gücü kısıtlıdır. Önlerine çeşitli engeller konulmuştur.
O halde biz kendi iktisadi doktrinimizi ortaya koymak zorundayız. Şimdilik bunun ne olduğunu değil de ne olmadığını belirleyelim:
“Ne fertleri doymak bilmez, içtimai terbiyeden yoksun, vurguncu şahıslara ezdiren bir ekonomik sistem ne de ferdin insanlığını, kişiliğini öldüren, onu zalimler çetesine kul köle eden bir düzen. Her ikisi de İslâm ahlâkına ve Türk töresine aykırı düşer.”