24 Nisan 2004 referandumundan sonra Kıbrıs meselesinde son durum
Kıbrıs meselesinin dönüm noktalarından biri olan 24 nisan 2004 referandumunun üzerinden 1 aydan fazla zaman geçti. Dolayısıyla referandum sonuçlarını ve bir ay içindeki gelişmeleri sakin, salim ve heyecansız bir kafayla tahlile tabi tutabilir, masaya yatırabiliriz.
24 nisan akşamı gelen sonuçlar tahminleri doğrular yöndeydi. Türk tarafından yüzde 64.9 evet, 35.1 hayır; Rum tarafından yüzde 24.2 evet, 75.8 hayır oyu gelmişti. Başka bir ifadeyle Türk tarafının 3’te ikisine yakını evet demesine rağmen, rum tarafında evet oyları dörtte bir oranında bile değildi.
Türk tarafında evet reyleri niçin yüksek çıktı?
Birinci sebep, Türkiyenin Kıbrıs mevzusunda net, vazıh bir siyasetinin olmamasıdır. Türkiye 1974 harekâtından sonra İsviçre modelinden Belçika modeline, etkin ve fiili federasyondan konfederasyona kadar bir çok hal yolu telaffuz etti. Ancak hiç birini ayrıntılarıyla belirleyemedi. Belirleyemediği ve halk oyunu mühimsemediği için güya çözümünü! bürokratlarına, devlet adamlarına, basınına ve kamu oyuna anlatamadı.
İkinci sebep, 30 yıldan beri süren çözümsüzlük, belirsizlik ve sürünceme durumunun halkın canına tak etmesidir. Kısaca istikbalin ne olacağının görülememesidir. Kıbrıs Türkleri bu hususta haksız sayılamaz.
Üçüncü sebep, ambargo, izolasyon, iktisadi durum ve işsizliktir. Kıbrıs Türkleri bu hususta da suçlanamaz. Zaten ada halklarında var olan adalılık pisikolojisi, ambargo ve izolasyonla katmerlenmiştir.
Dördüncü sebep, Türk tarafının 1960’a kadar sömürge yönetiminde kalması ve aynı zamanda bir Hıristiyan toplumla içi içe yaşaması yüzünden aşınan dinî ve milli değerlerdir. Tarihte çok görülen “Türkün dini giderse milliyeti de gider” olgusu bu sefer hepimizin gözleri önünde, Kıbrısta bir kere daha tatbik ve tecrübe edildi, isbatlandı. Böylece tarihte ilk ve tek olarak görülen bir hadise neticesinde Türk tarafı Rum tarafına bitişmek, yamanmak istedi. Lakin Kıbrıs Türklerini bu yüzden de itham edemeyiz. Zira 1974’te iktidara gelenler 30 yıl içinde yepyeni, dinî ve milli yönden kuvvetli bir toplum yetiştirebilirlerdi. Bu, çok basitti. Ancak bunu yapmadılar. Dolayısıyla suçlu aranıyorsa bu, Kıbrıs Türkleri değil en başta ana devlet olarak TC’nin, yavru devlet olarak KKTC’nin idarecileridir. Çünkü her zaman yolcular değil, sürücüler, kaptanlar önemlidir. Kıbrıs Türklerini bu hususta suçlamak da objektiflikle bağdaşmaz.
Biz bu mevzuya Ufuk Ötesinin şubat 2003 tarihli sayısında dokunmuştuk. 10 nisan 2004’te Starda yayınlanan Ceviz Kabuğunda Rauf Denktaş da hatasını itiraf etti. Oğul Denktaş da Vakit gazetesinde yayımlanan beyanatında dinî ve milli eğitimin verilmediğinden, bundan da geçmiş iktidarların suçlu olduğundan bahsetti.
Beşinci sebep, AB faktörüdür. Yukarıda söylediğimiz dört sebep ne kadar mühim olursa olsun, Türk tarafındaki evet oylarını yüzde 50’nin üzerine çıkaramazdı. Yani yukarıda saydığımız dört önemli sebep, Türk tarafının hiç bir zaman Rumlarla beraber yaşamasına yetecek sebepler değildi. Ancak AB’nin ekonomik cazibesi, serbest dolaşımın olması, Kıbrıs Türklerini Rumlar içinde bir azınlık, bir sığıntı, Rum tarafının ve AB’nin işçileri, puroleterleri olarak yaşama tehlikesiyle sonuçlanacak olmasına rağmen evet reylerini fazlalaştırdı. İşin aslına bakıldığında Kıbrıs Türkleri bu hususta da itham edilemez.
Altıncı sebep, AB’nin, ABD’nin ve onların kontrol ettiği ve desteklediği BM’nin TC ve KKTC kamu oylarını elde etmek için açık açık yaptığı faaliyetler, para yardımlarıdır. Bunlar açık, aleni, aşikâr şekilde yapılmıştır. Zira böyle yapılmasa idi casusluğu girerdi. Bu durumda ise aksi tesir yapardı. Onun için çok demokratik (!) şekilde yapılmıştır. Kıbrıs Türklerini bu hususta da suçlamak insafsızlıktır. Çünkü dediğimiz gibi suçlu, yolcular değil, sürücü olanlardır, yani devletlerdir.
Yedinci sebep, altıncı sebeple bağlantılıdır. Bu da TC ve KKTC devletlerinin kamu oylarını hiçe saymalarıdır. Her iki devlet zihniyet itibariyle hâlâ bir kaç asır geridedir. Oysa benzemek istediğimiz batılı devletler zihniyetçe 19. asırda bile şu andaki Türkiyeden daha demokratikti. Türkiye ise şeklen demokratik bir devlettir. Özünde hiç bir zaman demokratik olamamıştır. Halk oylarına hiç ehemmiyet vermediğini Kıbrıs meselesinde de gördük (Bu hususu da şubat 2003 tarihli yazımızda belirtmiştik. Mezkur puroğramda Rauf Denktaş da itiraf etti).
Sekizinci sebep, TC devleti hükümetinin açık aşikâr, TC devleti ordusunun zımnen evet şıkkının yanında yer almasıdır. Bilhassa ordunun tavrı önemli ve belirleyiciydi. TC’nin tavrı olmasa, belki evet çıkardı ama katiyen yüzde 64.9 nisbetinde değil, mesela yüzde 50.1 nisbetinde olurdu. Bu da iki toplumun yollarını ayırmada işe yarardı. Aralık ayındaki seçim sonuçlarına baktığımızda evet-hayır arasında ancak kıl payı kadar fark olduğunu görüyoruz.
Hulasa TC devletinin kurumları evet yanında tavır belirleyince ve tavır alınca evet oyları üçte ikiye yakın nisbette yüksek çıktı. Dolayısıyla evet şıkkının yüksek çıkmasının birincil sebebi, TC devletinin ve tabii, aynı zamanda Türkiye kamu oyunun evet yanında yer alması oldu.
Kıbrısta kim suçlu?
Yazdıklarımızı dikkate aldığımızda Kıbrıs Türklerinin değil, Türkiyenin suçlu olduğu görülüyor. Evet, Kıbrısta baş suçlu TC’dir. Meseleyi 30 yıldır çözmeyi bırakınız, çözüm için ortaya bir pilan koyamayan Türkiyedir. KKTC’nin ilan edildiği 1983’den sonra iktidara gelen bütün hükümetler kusurludur, suçludur. 1983’ten sonraki bütün cumhurbaşkanları kusurludur, suçludur. Devletin diğer bütün organları kusurludur, suçludur. Çözüm üretmede hiç bir katkısı olmayan üniversiteler kusurludur, suçludur. Aydınlar, basın kusurludur, suçludur. Bilhassa 1991’den sonra gelen bütün hükümetler daha da kusurludur, daha da suçludur. Çünkü dünya şartları değişmiş, SSCB, Yugoslavya ve Çekoslovakya federasyonları dağılmıştı.
Tabii ki yavru devlet de günahsız değildir. Ancak kanıtladığımız gibi esas suçlu Türkiyedir. Yavrular da analarına bakar. Mühim olan büyüklerin, başların davranışıdır.
Bütün bunları anlamak için biraz düşünmek gerekirdi. Lakin düşünme özürlü, puroleter ve gayri dürüst idarecilerden bunları beklemek de safdillik olurdu.
Bizim tepkimiz?
Doğrusunu söylemek lazım gelirse Türkiyenin referandum öncesinde, esnasında ve sonrasındaki hali pür melal vaziyeti, bize bazı şiirleri ve eserleri hatırlattı. Kendimizi çaresiz, çocukların idare ettiği veya çocuk bir devletin tebaası olarak hissettik. Hani çocuklar çikolata, elma şekeri, lolipop isterler de büyükler “tamam evladım alacağım, şimdi yemeğini ye, ondan sonra...” deyip onları kandırırlar ya, aynen böyle hislere kapıldık. Kısacası bir vatandaş olarak kendimizi küçük düşmüş hissettik. Bütün devletler ve kurumlar bize “böyle yap, şöyle yap, ben de öyle yapacağım” dedi. Sonra da hiç bir şey yapmadı.
Türkiyenin durumuyla bağlantılı olarak Jonathan Swift’i hatırladık. Gülüverin Seyahatleri isimli meşhur eserindeki Liliputlar aklımıza geldi. Kendimizi Liliputların (cücelerin) idare ettiği bir ülkede hissettik (Bunu Türkiyede çocuk kitabı sayarlar ama...).
Daha sonra Orhan Veliyi hatırladık. Onun da kısa, küçük bir şiiri vardı: Şöyle idi: “Düşünme / Hisset / Bak böcekler de öyle yapıyor.”
En sonra da toprağı bol olsun, Aziz Nesini anımsadık.
Tam tıraji-komik bir durum veya güler misin ağlar mısın vaziyeti yahut bir yanlışlıklar komedyası. Neyse!
İç tepkiler
Türk (!) medyası ve halk oyu Rumların hayırına hayıflanırken, başbakan Erdoğan’ın “olanda hayır vardır” ve genel kurmay başkanının “en hayırlısı oldu” şeklindeki demeçleri dikkati çekti. Genel kurmay başkanı zaten bir kaç gün öncesinden Türk savaş gemilerinin Kıbrıs kara sularına girmesinin izne tabi tutulmasının kabul edilemeyeceğini ifade ederek sızlanmaya başlamıştı (Guinness rekorlar kitabına girmesi gereken –herhalde girer- imzalanmamış bir anlaşmanın 9.000 sayfalık ilavelerini okumak da kolay olmuyor tabii).
26 nisanda, tarihinde üçüncü kere toplanan MGK, durumu değerlendirdi. MGK bildirisinde nazarımızı en ziyade cezbeden nokta, “fikir ayrılıklarının doğruyu bulma” olarak vasıflandırılması oldu. Buna çok ehemmiyet verdik. Çünkü “modern düşünce” diyerek tek bir düşünceyi savunmak, onu nass, dogma haline getirmekle bir yere varılamaz. Varılamayacağı da en iyi Kıbrıs meselesinde görüldü.
Bu arada içinde sıtratejik kelimesi taşıyan bir çok araştırma kuruluşunun da iflasına şahit olduk. Fikri anlamda tam bir kısırlık yaşadık.
Aslında fikir ayrılıklarına ehemmiyet verilse, Türk insanı ne çözümler üretirdi (Memleket meselelerini, Türkoloji meselelerini ve hayatın manasını düşünmekten şeker hastası olan bir vatandaş olarak en azından biz ürettik).
KKTC cumhurbaşkanı Rauf Denktaş da “devletimizi kurtardık” dedi. Tabii, şimdilik... (Artık KKTC’nin adını KTC, yani Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak değiştirmenin vakti de gelip geçmektedir).
Miliyetçi sağda devlet ve ordu fetişizminin bitmesi
Kıbrıs meselesinde devletin bütün müesseseleriyle düştüğü acz ve çaresizlik, milliyetçi sağ kesimde önemli sonuçlara yol açtı. Devletin kutsal kabul edildiği, yapılan yanlışların hükümetlere mal edildiği milliyetçi sağ kesimde devlet, ordu dahil bütün kurumlarıyla kutsallığını kaybetti. Gerçek, bütün çıplaklığıyla ortaya serildi. Devletin bir şey bilmediği ortaya çıktı. Devleti idare edenlerin ne çapta insanlar olduğu görüldü. Bu, bizce müsbet bir neticedir. Zira hakiki durumu bilirsek, tedbir almamız kolay olur. Her şeyin iyiye gittiğini düşünürsek veya devletin her şeyi bildiğini zannedersek, Kıbrıs meselesinde düştüğümüz duruma düşeriz. Çözüm üretemeyiz. Tepki göstermeyiz. Nitekim göstermedik. O zaman da atı alan Üsküdarı geçer. demokratik haklarımızı kullanmalıyız.
Dış tepkiler
AB, ABD ve BM, Rumların tavrından derin üzüntü, hayal kırıklığı, aynı zamanda kızgınlık duyarken, Türk tarafına sadece “kuru teşekkürlerini” sundu, daha önce vadettiklerinin hiç birini yerine getirmedi. AB’nin yerine getirdiği tek vaat (!), Türk mallarının Rum limanlarından ihraç kararı oldu.
Rusya oya sunum öncesinde hem Rum tarafının isteğini yerine getirmekten, hem de AB, ABD ve İngiltereyi Kuzey Kıbrısa sokmadığından ötürü gayet memnundu. Bu tabiatiyle KKTC’nin işine de geldi. Rusya oylama sonrasında Rum tarafını tutarak ve eşyanın tabiatını göstererek BM’den çıkacak ve sınırlı olacağına emin olduğumuz kararlara da karşı çıktı. Bu yüzden BM bir karar alamadı.
Ancak AB’nin hiç bir somut adımda bulunmaması (referandumdan sonra direkt olarak yapacaklarını söz verdikleri! 259 milyon yuroluk hibeyi dahi henüz vermediler), BM’nin hâlâ bir karar alamaması (genel sekreter raporunu Güvenlik Konseyine bir türlü sunamadı), ileride adayı tekrar birleştirme faaliyetlerine tekrar başlanacağını gösteriyor (Zaten Türk taraflarının bu çeşit saflıklarında berdevam olduğu görülüyor).
ABD’nin attığı bazı adımlar da (Talata başbakan hitabı, vize kolaylığı, KKTC’nin 4 temmuz bağımsızlık gününe davet edilmesi vs.) bize müsbet ve hüsniniyetli gelmiyor. Bizim görüşümüze göre ABD’nin siyaseti ve Rumlara yönelik mesajı şudur:
“Bakın, birleşmeyi kabul etmezseniz, KKTC tanınır ve fiili durum hukukileşir. Bu takdirde kuzeyi ebediyyen kaybedersiniz. Onun için ayağınızı denk alın ve birleşmeyi kabul edin.”
Batı neden sadece kuru teşekkürle kaldı?
Batının Türkiyeye sadece bir kuru teşekkür takdim edip vaatlerinin hiç birini tutmaması bizi şaşırtmadı. Çünkü biz batının ne kadar çifte sıtandartlı, Makyavelist ve Darwinist olduğunu ve 275 yıl sonra Türkler (Müslümanlar) tarafından ele geçirilen tek toprak parçası olduğu için Kuzey Kıbrısı ne şekilde ve ne pahasına olursa olsun almaya kararlı olduğunu müteaddit kereler yazmış ve söylemiştik.
Batının tavrını eşyanın tabiatı olarak vasıflandırmak pek isabetlidir. Yani bu, gayet tabii, normal bir hadise ve neticedir. Çünkü bir Hıristiyan devlet veya kuruluş veya kişi; mesele, vaziyet ne olursa olsun, kim haklı olursa olsun, eninde sonunda Hıristiyanların tarafını tutacaktır. Bunu dinî kalıplardan ve kisvelerden bir an için sıyrılarak şöyle bir misalle anlatabiliriz:
Sosyalist, komünist veya ateist bir İngiliz, bir Fransız, bir Alman, bir Amerikalı, bir Rus; her hangi bir mesele karşısında Türk sosyalistini, komünistini, ateistini değil; karşısında her zaman ve hiç bir istisnası olmadan Rum sosyalistini, komünistini, ateistini veya Ermeni sosyalistini, komünistini, ateistini tutacaktır. Bu gayet doğaldır. Eşyanın tabiatı gereğidir. Başka türlü olması mümkün ve muhtemel değildir. Bu kural bir tek şekilde, o da muvakkaten bozulabilir: Rumu, Ermeniyi, Yunanlıyı, Bulgarı, Yahudiyi tutmak, karşımızdaki devletin menfaatleriyle doğrudan doğruya, direkt olarak çatıştığı zaman. Aksi halde her zaman birbirlerinin yanında olacaklardır.
Misalimizi sosyalist, komünist, ateist sıfatlarıyla vermemiz, bu kavramların beynelmilel kavramlar olmasından, dolayısıyla böyle rejim, devlet, kişiler arasında ilke olarak bir fark gözetilmemesi gerektiğinden dolayıdır.
Meseleye dini karıştırırsak tabii ki herkes kendi dinindeki tutacaktır. Ama dini karıştırmasak da değişen bir şey olmayacaktır. Kendilerinden, her şeylerinden vazgeçseler, Avrupalıların istedikleri gibi olsalar dahi Türkler her zaman Avrupanın ikinci sınıf insanları, zencileri olacaktır.
Aynı şey Müslümanlar için de geçerlidir. “Müslümanlar neden Müslüman Türkiyeyi veya Kıbrıs Türklerini tutmuyor?” derseniz, bunun sebebini Müslüman ülkelerde değil, Hint-Pakistan kavgası hariç, hiç bir zaman hiç bir Müslüman ülkenin yanında yer almayan Türkiyenin 1938’den, bilhassa 1949’dan sonraki politikalarında aramak lazımdır (Zaman zaman bunlardan bahsettik). Yani Türkiye harici siyasetinde hiç bir zaman laik olup tarafsız kalmamış, mütemadiyen anti laik olup hep Hıristiyan ülkeleri ve Yahudileri tutmuştur.
Mesele yine halledilmedi
Referandumun bu şekilde çıkması meseleyi yine halletmedi. Mesele yine çözümsüz duruyor. Yalnız Türk tarafı olarak biz, şimdilik kurtulduk. Ancak yarın ne olacak? Şekspirin dediği gibi işte bütün mesele budur?
Çözümün Rumlar tarafından engellenmesi, on yıllardan beri “çözümü Denktaş veya Türk tarafı engelliyor” şeklindeki tartışmalarda hakikatte anlaşmak istemeyen tarafın kim olduğunu da ortaya koydu. Rumların 1974’te Cenevreden, daha sonra New York ve Ledra Palastaki görüşmelerden kaçmalarını kimse anımsamadı!
Referandum arifesinde yapılan tahminler Rum tarafında hayır çıkacağını gösterince, biz arkadaşlarımıza ikinci bir referanduma hazır olunması gerektiğini söyledik. Bunu söylediğimiz zaman henüz ikinci referandumu hiç kimse telaffuz etmemişti. Çünkü bir çok kez belirttiğimiz gibi 275 yıl sonra Müslümanlar karşısında toprak kaybeden bir Avrupa (Batı) için Kıbrısın sembolik ehemmiyetini biliyorduk. Danimarka ve İrlandada yapılan ikinci referandumlar da hafızamızdaydı (Eşyanın ruhunu bildiğimiz için buna benzer şeyleri tahmin etmek zor olmuyor). Nitekim bir müddet sonra ikinci referandumdan bahsedilmeye başlandı. Ancak Rum cephesindeki hayır oyları o kadar fazla çıktı ki, şu ana dek böyle bir referanduma gitmeye cesaret edemediler. Haliyle her Rumun başına evetçi bir polis dikmek mümkün değil. Lakin zaman ve zemin müsait olunca ikinci referandumu hemen yapmak isteyeceklerine hiç şüphe yoktur.
Sonuç: Türkiye ne yapmalı?
Türkiye bugüne kadar KKTC’yi tanıtmayı hiç düşünmedi ve bu hususta hiç bir faaliyet göstermedi.
2001, 2002, 2003’te bazı Arap ve İslam ülkelerinin KKTC’yi tanımak istemelerine rağmen tarafımızdan destek görmedikleri, ABD ve İngilterenin baskılarıyla vazgeçirildikleri bizzat Kleridesin beyanlarıyla sabittir.
Talat 8 nisan 2004’te İTO’da tanınma taleplerinin olmadığını söyledi (Böyle kıritik bir süreçte KKTC hükümetinin başında Mehmet Ali Talatın olması bir talihsizliktir).
Gül de ikide bir öyle diyor. Serdar Denktaş da acemi bir siyasetçi olarak “tanınma mümkün değil, BM’nin kararı var” deyip duruyor.
Türkiyenin yapacağı gayet basittir. Tanıtma politikasını kabul etmeli ve bunu gerçekleştirmek için çalışmalıdır. Bu hususta bize en çok yardımcı olacak olanlar İslam ülkeleridir. Zira eşyanın tabiatı gereği ne fayda gelirse yine Müslümandan gelir. Bugüne kadar gelmediyse 1938’den, bilhassa 1949’dan beri tatbik ettiğimiz anti laik politikalardan dolayıdır. Bunda karşı taraf değil, şu ana dek hiç bir İslam ülkesinin yanında yer almayan Türkiye kusurlu ve suçludur.
Artık durum her bakımdan bizim lehimizedir. Fakat bunu önce kamu oylarına anlatmak, kabul ettirmek ve işe kamu oylarından başlamak lazımdır. Çünkü batılılar böyle yapıyor ve bilhassa demokratik ülkeler için doğrusu da budur. Ne yazık ki Türkiyede bu tür politikalar gizlidir, devlet sırrıdır, “aman kimse duymasın” denir! Oysa elalem evvela umumi efkârı elde ediyor, işe ondan sonra başlıyor. Biz de memur, polis, askerle iş yapmaya kalkışınca işte böyle oluyor.
Bir halkın tutamağı, imkânı varken bağımsızlık veya ana vatanına ilhak istememesi ve bunun ana vatanının idarecilerince de istenmemesi, tarihte ilk ve tektir. Bir an önce bundan çark edelim. ABD’nin Irakta başı belada iken ve içte seçimle meşgulken, bu fırsatı kaçırmayalım, devletimizi tanıtalım.