Kasım 2008

Ö T E S İ

 

21.12.2024 



Gezi

 
Banu Erkmen

Haseki Hürrem Sultan Hamamı


Bir şarkının sözlerinde şöyle der; “Bana bir aşk masalından şarkılar söyle..” Bu ay anlatacağımız ise yazdığı şiirleri bestelenen Kanuni Sultan Süleyman’ın şarkılarından bir aşk masalı ve ondan geriye kalanlar olacak. Bu nasıl bir aşktı ki; içinde kurnazlık, hırs, kin, nefret, intikam, cinayet, komplo, hile ve desiseleriyle her şey vardı. Bütün bu saydığım sevgi ve aşkın içinde olmaması gereken unsurlar Hürrem’de vardı. Çünkü; o, Hürrem Sultan’dı...

Kanuni Sultan Süleyman Manisa’da şehzade iken Hürrem Sultanı tanıdığında gözdesi Mâhidevrân Sultan’dan oğlu Mustafa doğmuştu. 15-16 yaşlarında iken yanına aldığı Pargalı rum kölesine her gece şiir dinletileri ve eğlenceler düzenleten Kanuni bir taraftan da gelecekteki padişah olarak hocaları tarafından eğitiliyordu. Bu arada velihat-şehzade sarayına satın alınan bir rus köle, haremi birbirina katıyor, yaptığı isyankârlıklarla herkese yaka silkeletiyordu. Bir an geldi ki, duruma artık katlanamayan haremin kethüdası ve haremağası şehzadenin huzuruna çıkıp, cariyenin saraydan atılmasını talep ettiler. Haremde o güne kadar böyle bir olayın görülmemesinden ötürü çok şaşıran şehzade, cariyeyi tanımak için karşısına getirilmesini istedi. Gelen kölenin güzelliği karşısında gözleri kamaşan Kanuni, cariyeden kendisini anlatmasını istedi. Adının Roksalan, Ordodoks bir rus papazının kızı olduğunu, haremde kalıp herkese hizmet etmek yerine, şehzadenin ayakları dibine oturup o’na hizmet etmeyi hep hayal ettiğini kölenin ağzından dinledi. Bu kadar rahat konuşması, muhteşem güzelliği ve munis tavırları ile şehzadeyi etkileyen Roksalan’a huzura çıkışından yarım saat sonra şehzade;
-- Bundan böyle senin adın can yakıp yürek tutuştururcasına gülen anlamında Hürrem olsun. Sen artık can yoldaşım, gönül ortağımsın, mutluluğumu da, dertlerimi de, sıkıntılarımı da paylaşan olacaksın. İçimde hep hissettiğim, ama adını koyamadığım hasret meğersem ki senmişsin. Dedi......
Ve o andan, ölene dek Roksalan Kanuni’nin önce gözdesi, sonra Haseki Sultanı oldu.
1520 yılında şehzade Süleyman tahta geçtiğinde, Hürrem Sultan için de rakiplerini ortadan kaldırıp, kendi çocuklarını tahta çıkarma mücadelesi başladı. İlk oğlu şehzade Mehmet’in doğumundan 9 ay sonra kızı Mihrimâh doğmuş ama bu arada Kanuni’nin bir başka cariyeden Murat adı verilen bir şehzadesi daha olmuştu. Kendisinden önce Mâhidevrân’dan olan velihat-şehzade Mustafa’da hayattta idi. Onların hayatta olması kendi çocuklarının hiç bir zaman iktidar olamaması demekse, Hürrem ağlarını örmeli, onları ortadan kaldırmalıydı. Önündeki en büyük engellerden biri de körü körüne Sultan’a hizmet eden Pargalı Rum köle (o artık sadrazam olmuştu, adı da Frenk İbrahim paşa olarak tarihe geçmişti) idi. Bir de üstelik Sultan Süleyman kızkardeşini Frenk İbrahim Paşa’ya vererek kendine damat yapmıştı. Gittiği seferlerden başarı ile dönen, aldığı her görevi hakkı ile yerine getiren Paşa’nın gözleri üstünde olduğu sürece hiç bir şey yapamayacağını anlayan Hürrem ilk sıraya onu aldı. İmparatorluk sınırlarını genişletmekten, devleti zenginleştirmekten başka düşüncesi olmayan Sultan Süleyman ise hep seferlerde idi. Şöyle yanında koca diye 2-3 yıl devamlı kalmıyordu ki, plânlarını arka arkaya devreye sokabilsin. Ama özel ulakları sayesinde Kanuni’yi yalnız bırakmıyor, mektup üzerine mektup yazıyordu. Neler yazmıyordu ki.
“Ayağınızın bastığı toprağı yüzlerce defa öptükten sonra, benim güneşim ve saadetimin sermâyesi Sultanım.
“Eğer siz, bu ayrılık ateşi ile yanmış, ciğeri kebap, sinesi harap olmuş, gözleri yaşla dolmuş, gecesini gündüzünden ayıramayacak kadar hasret denizinde boğulmuş biçareyi; aşkınızla, Ferhat ve Mecnundan beter olmuş âşık kölenizi sorarsanız, Sultanımdan ayrı olduğumdan beri bülbül misâli âhım ve feryatlarım dinmemiştir. Öyle bir hale düştüm ki, bu hasretin verdiği kahrı ve acıyı, Tanrım düşmanlarıma vermesin.
“Benim devletli Sultanım, düşününüz ki bir buçuk aydır sizden bir haber alamamıştım. Allah bilir ki, gündüzden geceye ve geceden gündüze kadar ağlıyordum. Yaşamak haram oldu. Dünya daraldı. Gözlerim kapılarda, sizden gelecek haberi beklerken çok şükür, “fetih ve zafer” haberiniz yetişti.
“Tanrı sizi inandırsın ki benim Pâdişahım, Sultanım. Sanki ölmüştüm de, taze can gelip dirildim.Tanrıya şükür olsun gözümün nuru Şâhım, Sultanım.”
Haremde üstünlüğü elde etmek yarışında bu mektupları gönderirken bir taraftan da Pâdişaha üst üste dört şehzade daha doğurdu. Abdullah, Selim, Bayezit ve Cihangir. 5 erkek bir kız çocuk sahibi olunca Pâdişah’ı İbrahim Paşa’nın sultanlığını ilân edeceği yalanı ile kandırarak boğdurttu. Makbûl Frenk İbrahim Paşa artık Maktûl Frenk İbrahim Paşa olmuştu. Kızı Mihrimâh’ı da Rüstem Paşa ile evlendirmişti. Rüstem Paşa İran üzerine sefere giderken kendisi ile anlaştı ve yaptıkları plân uyarınca Paşa seferde iken Sultan’a bir mektup yollayarak, mektubunda velihat-şehzade Mustafa’nın geçtiği yerlerde ordu topladığını gördüğünü, padişah babasını hallederek tahta geçme hazırlıkları yaptığını yazdı. Mektubu alan Kanuni hemen sefere çıktı, Konya Ereğlisi’nde Otağ-ı Hümayûn kurdu. Amasyadan oğlunu çağırttı. Her şeyden habersiz gelen bahtsız velihat-şehzade babasının çadırına girdiği zaman cellatlarca karşılandı. Hemen kementle boğularak öldürüldü. Arkadan çadıra giren oğlu, karısı ve yardımcıları tek tek boğuldular. Bütün bunlar olurken Kanuni kadife bir perdenin arkasından cinayetleri izledi. Çadırda bulunan şehzade Cihangir ise korkudan hastalandı ve kısa bir süre sonra öldü. Damadının sadrazamlıktan atılıp yerine Arnavut Kara Ahmet Paşa’nın getirilmesini içine sindiremeyen Hürrem yine Pâdişahı kandırdı, o’nu da boğdurtarak Rüstem Paşayı tekrar sadrazamlığa getirtti. Sırada Mâhidevrân Sultan(bir diğer adı Gülfem idi) vardı. Murat ve Mahmut adlı oğullarının anasını da Hürremin saçtığı nifakların etkisinde kalarak Kanuni yatağında boğdurmaktan çekinmedi.
Mutluydu Hürrem, istediği her şeyi elde ediyordu. Koskoca Kanuni Sultan Süleyman’a hükmediyor; istediğine görev verdirtiyor, istemediğini ya azlettiriyor ya da öldürtüyordu. Ama bir gün sancılarla kıvranmaya başladı. Sarayın bütün hekimleri ellerinden geleni yapmasına rağmen sancılar azalmadı bilâkis arttı. Çok sağlıklı iken, her şey yolunda giderken ne olmuştu? Her şeyin belki de farkına varmış olan Kanuni artık onun elinde oyuncak mı olmak istememişti? Yoksa, kendisi gibi başka hırslı ve hınçlı kadınların tuzağına mı düşmüştü? Eceliyle mi öldü bilinmez ama, imparatorluk halkının sağlığında yaptıklarından dolayı çıkardığı dedikoduları örtbas etmek amacı ile bir sürü eser yaptırtıp geriye bırakmıştı.
Bugün Haseki semtinde bulunan Haseki Külliyesi onun isteği üzerine Kanuni tarafından yaptırtılmıştı. Cami, medrese, imaret, darüşşifa ve sıbyan mektebinden oluşan külliyenin mimarı Mimar Sinan’dır. Kendisi tarafından Mimar Sinan’a yaptırtılan Haseki hamamı ise Sultan Ahmet Meydanında, Ayasofya Caminin karşısındadır. Hasekilerin bir diğer deyişle Hanım Sultanların hamam yaptırmaları Osmanlı’da bir gelenek idi. Nasıl böyle bir gelenek olmasındı ki?
Anadolu’da çok eski zamanlardan beri bir hamam kültürü vardı. Ama bu kültüre hem güncellik hem de ölümsüzlük katan, Türk hamam geleneğidir. Her ne kadar günümüzde hamamlarda hijyen bulunmuyor, evlerde küvet ve jakuzi gibi gereçlere rağbet ediliyorsa da, bu daha çok büyük şehirlerde görülmekte, Anadolu’da ise bu gelenek yüzyıllardır olduğu gibi güncelliğini korumaktadır. Türkler Orta Asya’da yaşarken varolan hamam geleneklerini göç ettikleri Anadolu’ya da taşıdılar. Kendilerinden önce yaşayanların bıraktığı mermer hamam kültürünün üzerine kendi geleneklerini yerleştirdiler. Zaman içinde ise çok özel günlerin kutlandığı yerler hamamlar oldu. Bugün bile devam eden kadınlar için “gelin hamamı”, “loğusa hamamı”, “bebeğin kırk hamamı”, “adak hamamı”, “yas alma hamamı” erkeklerde ise “damat hamamı”, “sünnet hamamı”, “asker hamamı” ve “bayram hamamı” güncelliğini korumakta, Anadolu’nun neresine gitseniz, büyük şehirler dahil bir tören olarak yerine getirilmektedir.
Hürrem Sultanın Haseki hamamını yaptırdığı yılların daha öncesinde ve sonrasındaki yıllarda Osmanlı başkentinde kadının sayılı eğlenceleri vardı. Düğün, helva sohbeti, hıdrellez gezmesi, mesireler ve hamam sefaları bu eğlencelerin başlıcalarıydı. Kocalarından boşanma hakkına sahip olmayan Osmanlı kadınları, eğer kocası pilav, kahve ve haftada iki kez hamama gitme parası temin edemiyorsa kadı önüne çıkarak boşanma hakkını kullanabilirledi. Konak ve yalılarında özel hamamları olup, kendi hamamlarına girişleri bile bir seronomi ile olan üst tabakanın zaten kahve ile hamam parası gibi bir sıkıntısı yoktu. Bahçeye kurulmuş hamamla konak arasında bir çiçek serası bulunur, serada yetişen çiçeklerin kokusu ile renginin vede çiçek dallarına asılmış kafeslerde ki kuşların ötüşünün derdine düşerlerdi. Çiçek kokuları, kuş seslerinin arasından geçerek hamama girilir, şadırvanların su sesleri ile karşılanırlardı. Bir gün bir gece sıcak kalan hamamda, bütün ev halkı sıra ile yıkanırdı... Önce evin ninesi, dedesi, torunlar.. Sonra, oğullar ve gelinler; kızlar ve damatlar...Daha sonra hizmetkârlar.. Hamamda zeytinyağlı dolmalar, börekler yemek; serin şerbetler içmek; çeşitli taze meyvelerden tatmak ayrı bir zek sayılırdı.
Yıkandıktan sonra kadınlar üç parça havluya bürünürler, en büyüğü bele, orta boydaki omuza, en küçüğü başa sarılırdı. Havluların kenarlarına (gümüş ve altın simle) çiçek, kuş şekilleri veya üzüm salkımları işlenmiş olurdu. Niye üzüm salkımı da başka bir meyve değil derseniz; hamamda üzüm yemek, üzüm şırası içmek de geleneklerdendi de.
Evinde hamamı olmayanlar içinse hamam; bir şenlik aynı zamanda bir telâştı. Bir gün önceden dolmalar, börekler, meyveler hazırlanır, samimi görüşülen komşulara haber verilir hamama davet edilirlerdi. Bütün gün hamamda kalınacağı için yiyeceklerin de eklendiği bohçalar bir yardımcı ile önden gönderilirdi. Hamama gittikleri anlaşılmasın diye yükleri önden yollayan kadınlar hiyerarşik sıra ile hamamın yolunu tutarlar, büyük hanım, ortanca hanım, gelin ve kerime hanımlar, ahretlik ve komşular, bu sırayı takip ile soyunur ve natırların aşırı iltifâtlarına mazhar olurlardı.
Anaların kız beğendiği, kadınların sohbet ettiği, yedi mahallenin dedikodusunun yapıldığı, temizlenip paklanılıp, kınaların yakıldığı, şehir dedikodularının yanısıra saraydan taşan, oraya gelene kadar binbir değişikliğe uğramış havadislerin konuşulduğu bu mekânın bir diğer özelliği de, kadınların yeni takılarını ve giyim kuşamlarını birbirlerine gösterme fırsatı idi. Bağdat Caddesi mi yoksa Etiler mi vardı ki o zamanlar, çıkıp da piyasa edilecekti o günler de; değil mi ama? Her mahallede bir hamam olması yetiyordu.....
Oysa; Osmanlı topraklarında bu kadar çok hamam olmasının, insanların çok sık hamama gitmesininin nedeni 1700 lü yıllarda sayyah Olivier’e göre.
“Türkler vücut temizliğine çok dikkat ederler. Kirli, pis olandan tiksinirler, vücut pisliği onların nazarında ruhun pisliğinden daha fenadır. Bundan dolayı sık sık yıkanırlar.” şeklinde bir tespittir.
Önden gönderilen bohçalarda sık ve seyrek taraklar, sabunluk, keseler, sabunlanma bezi, sabun, hamam yaygısı, hamam tülbenti, mücevher kutusu, ayna, sürmedanlık, kına ve rastık tasları, iç ve dış bohçalar, boy boy havlular, baş yıkama için gül yaprakları üzerine yatırılmış kil, hamam tasları, nalınlar bulunurdu. Eğer gelin hamamı söz konusu ise çalgıcılar önden gider, evsahibi ve misafirleri müzik ile karşılarlardı. Gelin taht gibi yüksek bir yere oturtulur, etrafına mumlar yakılır, yüzüne al bir duvak atılıp, ipekten bir hamam cüppesi giydirilirken bir taraftan türküler söylenir. Daha sonra kızlar gelini alır hamamın içine, kurna başına götürürler. Orada arkadaşlarını ilâhi ve türküler söyleyerek yıkamaya başlarlar.
Ayağına geyer nuradan nalini
Gide cennet bahçesine salini salini
Biri İsa biri Meryem gelini
Muhammed’in düğünü var cennette...

Gelin yıkandıktan sonra göbek taşının etrafında üç defa dönülür,ailesinin varlığına göre, altından veya gümüşten yapılmış taslarla başından üç tas su dökülür. Bu törenden sonra, yine altın yahut gümüş, tercihen bakır tas içinde geline şerbet içirilir:
Hamamın üçtür kurnası
İçinde üç kız yunası
Üç kızdan biri gelin olası
Gelinim şerbetin mübarek olsun
Mübarek olsun da âfiyet olsun.....
Bu arada kızlar gelinin çevresinde dört dönerler, güzellik ve marifetlerini sergilerler. Çünkü oğlan anaları, kızkardeşleri kalabalık arasında kız beğenmekle meşguldürler. Bu ritüel günümüzde de Anadolu’da bu şekildedir. E kolay değil; atalarımız ne demişler.
“Hakiki güzele hamamdan sonra bak.”
“İyi kocanın karısı, kurna başında belli olur.”
“Gurbette övünmek, hamamda şarkı söylemeye benzer.”
“İki çıplak bir hamama yakışır.”
“Hamama giren terler.”
Kırk Hamamlarıda hemen hemen gelin hamamları gibi aynı ritüel ile olur, bu defa hamama yeni doğan bebek ile loğusa götürülürdü. Hamamın soğukluğunda loğusayı ve ebe hanımın kucağında olan çocuğu çengiler ve çalgıcılar çalarak oynarak üç defa dolaştırır, daha sonra hamama sokarlardı. Akşama kadar dışarda kalan çengiler ve çalgıcılar ise çalıp oynarlardı. Loğusa ile çocuk hamamın içerisinde iken şayet kırk hamamına başka bir loğusa getirilecek olursa kırk basmamak için çocuğu hemen kucağa alıp yukarı kaldırırlardı. Kaynar sularla yedi sekiz sabun yapılarak yıkanan bebeğin feryatlarını duymazlıktan gelirken hamamın sıcağını da yiyen bebecikler ekseriyetle hastalanırlardı. Hastalanan bebeğe korkmuştur teşhisi konarak hemen korku damarlarını basıcı kadına götürürler ve Baba Cafer’de tespihten geçirirlerdi. Bebek yine iyileşmez ise dışarlık illeti (sara) geldiğine inanılır ve işte o zaman sıra Dökmeciler Hamamında gelirdi. Süleymaniye Külliyesi içinde bulunan Dökmeciler Hamamına götürülen bebeği içi okunmuş bakır taslarla su içirir ve yıkarlardı. Türk yapı sanatının bir şahaseri olan Sultan Süleyman Hamamının halk arasındaki adı Dökmeciler Hamamı idi. Hatta 17. yüzyılın ilk başlarında zamanın kabadayı ve serserilerinin yatağı olan hamam onlar için özel toplantı ve meşveret mekânı da olmuştu. Bir yere baskın yapmadan önce burada toplanan kabadayılar ortaya bir ekmek somunu, onun üstüne kara saplı bir bıçak koyar, teker teker ekmek ile bıçak üzerine el basarak yemin ederlerdi
“Birbirimize uyduk, bu yola baş koyduk; burda duydum burda unuttum, güttüğüm deveyi görmedim, sevdiğim yâri bilmedim; ser verme var, sır verme yok; yolumuzdan dönen, kahpelik eden anamın doğurduğu kardeşim olsa kanını içeceğime vallah billah. Ben dahi bildim bilmedim hain olsam bu kara saplı bıçak beni bula, kanım vurana helal ola!” diye özel yeminlerini ettikten sonra bastıkları evin veya kişinin Allah yardımcısı ola...
Bütün bu özel günlerin kutlanması için hayra ve hasenata yaptırılan hamamlardandı Haseki Hamamı da Çifte hamam olarak tasarlanan yapı kuzey ve güney doğrultusunda uzanır. Erkekler kısmı kuzeye, kadınlar kısmı ise güneye yerleştirilmiştir. Erkekler kısmının girişi, diğer hamamlarda hiç görülmeyen bir mimari uygulanmış, beş birimli bir revakla süslenerek yapıya bir cami girişi havası verilmiştir. Hamamın diğer birimlerinden yüksek tutulan soğukluk (soyunmalık) birimleri tromplara oturan kubbelerle taçlandırılarak yapıya egemen olmaları sağlanmıştır. Tepelerindeki sekizgen prizma şeklindeki aydınlık fenerleri yapıya ayrı bir hava verir. Enine dikdörtgen planlı ılıklık bölümleri iki soğukluğun arasına üçer kubbe ile oturtulmuştur. Kadınlara ve erkeklere ait sıcaklık bölümleri ise sırt sırta verdirilmiştir. Merkezinde sekizgen göbek taşlarının bulunduğu, sekizgen plânlı ve kubbeli orta mekânın, dört ana yöne takabül eden kenarlarına birer tonozlu eyvan yerleştirilmiş, diğer kenarlarına da köşe halvetlerine geçit veren birer kapı açılmıştır. Sıcaklık bölümlerinin doğusunda her iki kısmın ortaklaşa kullandığı su haznesi bulunur. Kadınlara ait giriş bölümünün kapısı ise batıya bakar ve revaksızdır. Göbektaşlarında görülen tenkli taş mozaikler, trompları destekleyen mukarnaslı konsollar ve klâsik üslubun çizgilerini yansıtan kurnalar, Haseki Hamamı’nın günümüze ulaşan özgün ayrıntılarıdır. Bu çifte hamamda denenmiş olan mimari dışarıdan bakıldığında estetiği ve ahenkli oranları ile dikkati çekmektedir. Ancak bu mimari tarzı çok fazla ısı kaybına sebep olduğu gerekçesi ile daha sonra inşa edilen çifte hamamlarda kullanılmamıştır. Klâsik Türk hamam mimarisi olan 2 kısımdan oluşan hamam mimarisine rağbet edilmiştir.
Bu kadar anlattıktan sonra, sakın heveslenip elinizde bohça ile Haseki Hamamına gitmeyin... Şimdilerde orası Kültür Bakanlığımızın Halı ve Kilim Satış Mağazası olarak hizmet veriyor.


ufuk@ufukotesi.com

Bu yazı toplam defa okunmuştur.

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.

UFUK ÖTESİ.COM

BU YAZIYI TAVSİYE EDİN

Adınız  Soyadınız

E-posta adresiniz
Arkadaşınızın e-posta adresi

 

Yazdır  - Sayfanın Başına Dön 

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002