Yaşanılan hayatın çoğu birikimlerini, pek çok insan, anlamadan, tanımadan, bilmeden kendilerine dayatılan çeşitli nedenlerden dolayı, doğruluk boyutunda kabullenir veya kabullenmek durumunda kalır. Bu birikimler içersinde, hazır bulduğumuz dil, töre, gelenek, görenek gibi milli kökenli olan anlayışların yanı-sıra; medeniyet, inanç ve ideolojik unsurlar gibi uluslar arası olanları da bulunmaktadır. Bunlar topluma sıfırdan, yani doğum boyutunda katılan herkes için geçerli olabilir. Fakat, bu değerler de, yaşanılan süreç içersinde değişebilmekte ya da değiştirilebilmektedir. Bunu yaşantılarında uygulamaya sokanlar da, genel olarak ‘değiştim’ ya da ‘doğruyu buldum’ diyerek, işin içinden kolayca çıkabilmektedir.
Bizler de doğup büyüdüğümüz ve de içinden çıkmış olduğumuz bu toplumdaki pek çok değeri, elbette hazır bulduk: adımızı, soyadımızı, yediğimiz yemekleri, oynadığımız oyunları, tutmaya yönlendirildiğimiz Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş takımlarını, elimizde veya cebimizde tuttuğumuz liralarımızı, çevremizi ve de dinimizi, kısacası pek çok şeyi, bizden öncekilerin armağanı olarak aldık ve de benimsedik...Bizler, gerçekten bu değerleri olduğu gibi mi aldık? Alanlar da olmuştur, reddedenler de...Zaten yakın dönem tarihi, bunun somut göstergesidir. Biz, zaman zaman yazılarımızda bunları da vurgulamaya özen gösteriyoruz. Bu konuda 2003 yılının Nisan ayında yayınlanan ‘Şimdi Onlar Nerede?’ başlıklı yazımız iyi okunursa, bazılarının toplumsal yapıyı ve bu yapının dokusunu, hangi ölçüde tahrip ettikleri, daha somut ve açık olarak ortaya çıkabilir. Yakın dönem tarihinden kastımız, bilhassa böylesi örnekler içindir...
Ben kendi şahsım adına şunları söyleyebilirim. Biz de bu ülkenin çocuğuyduk. O zaman bu ülkenin konumunu bilmeli ve ona göre olaylara ve de gelişmelere yaklaşmalıydık. Ülkenin yanlış ya da yönlendirilmiş değerleri, liderleri vb. şeyleri olabilirdi. Kaldı ki onlar yanlış olmasa, bizim doğru diye bir derdimiz olur muydu? Doğru diye bize dayatılanları benimser, bunun sonucunda da bazılarının yaptığı gibi ya gözü kapalı, ya cebi dolu ya da başka bir yönden avantalı insan olarak, toplum içine süzülür ve de insanları uyutma ya da uyuşturma, belki de hedef saptırma anlamında, tarihi sünger rolüne soyunanların yanında yer almamız, söz konusu olabilirdi. Fakat, tercihimiz hiçbir zaman bu yönde olmadı...Türk merkezli düşüncenin önünün açılması ve de ufkunun genişletilmesi inancı, bizim aklımıza bir kere girmişti. Bu durumda da, kesin olarak akılcı olmalıydık. Çizgimiz yalpalamamalı, inandığımız düşüncenin diyalektik örgüsü açık, berrak ve de net olmalıydı. Palavralar, ideolojik sapma ve de sulandırmalar bizim inandığımız düşüncenin yanına uğramamalıydı. Kanımca bizim düşüncelerimizi besleyen kaynak; dilimiz, kültürümüz ve de tarihimize yönelik bir şekilde gelişime göstermeliydi. Yaşam alanımız ise, soydaşlarımızın yaşadığı mekanları dahi aydınlatacak şekilde ışıklandırılmalı, yarınlara öyle adım atmalıydık. Marks ve benzerleri adına hareket eden, bir avuç çapulcu ya da maceraperest gibi hareket etmemeliydik. Gücümüzü aklımızdan, aklımızın derinlik boyutunu ise, yaşanılan somut gerçeklerin analitik değerlendirmesi sonucundaki verilerden sağlamalıydık. Az olabilirdik... Fakat bu azlık doğruluğun azlığı olursa, ne güzel olurdu...Bu azlıkla, inanılan ve de baş konulan yola bilinçli ve de doğru bilgi boyutunda sahip çıkılırsa, verimli de olunabilirdi. Az olabilirdik ve de onurluda...Bir şeye inanmak ve de inandığı şeyin değerlerini savunmak uğruna, papağan gibi tekrarlarla ya da koyun sürüleri içindeki bir canlı gibi güdülerek yola düşülmemeliydi. Ben şahsım adına, bu ve buna benzer yolları benimsememeliydim. Benimseyenler, merkeziyetçi örgütlenmelerin hakimiyeti, ya da dokunulmaz, eleştirilmez, konuşulmaz, fakat gerçekte abartıldığı gibi veri tabanı olmayan, yaşayan ya da yaşamış olan önder-şahıs kavramlarının zedelenmemesi adına, bu zorluklara katlanabilirlerdi. Böyle bir yapının sonucu da, istenildiği gibi verimli olmayabilirdi. Bunun için töre vb. yaftalar da önlerine bir baraj ya da doğal engeller olarak konulabilirdi...Bu barajlar sayesinde, yokluk zamanlarında beraber yürüdüğünüz bazı şahısların, çiğ süt emme olayını ispatlarcasına, bulundukları yerden itibaren dönmeye başladıklarını ve bu dönme faaliyetlerinin hareket kapasitesinin o kadar güçlü bir şekilde gelişerek, adeta fır-döndü olduklarını dahi, yakın dönemin yaşanılan somut gerçeklerinde görülebilirdi ve görüldü de...Bazı olumlu değerler adına, vakti zamanında yanınızda ya da önünüzde bülbül gibi ötenlerin de yollarını, güzergahlarını ve hatta mevsimlerini değiştirmeleri yetmiyormuş gibi, muhitlerini ve de dava örgüsü adına değişmez görünen görüşlerini, mevzilerini değiştirmiş oldukları da görülmüştür. Bu gibilerin köşe olma adına, dört köşe olarak utanmaz ve de arlanmazca bulundukları yerleri terk edip her şeyi alt-üst ettikleri yetmezmişçesine, pişmiş kelle gibi sırıtarak, hidayete ermiş gibi kendilerini sunmaları veya sunulmaları da, gündemimize zaman zaman bir bomba gibi düşer ve halende düşmeye devam etmektedir...
Bir Türk olarak, her şeyden önce elbette, tarihimi bilmeliydim. Çünkü o, benim geçmişimin birikimlerini, değerlerini gösteren hafızaydı. Bu alanda, bu konuya yönelik olması açısından pek çok kaynak ve kitabı okumalıydım. Okuduğumu özümsemeli ve de yorumlayabilmeliydim. Yorumları, birkaç kişinin tekelinde kabul edip, hareket etmemeliydim. Onların getirdikleri ve de ortaya koydukları doğruları varsa benimsemeli, yanlışlar varsa, bu yanlış görüşlere de esir olmamalıydım. Türk’ün aklı böyle olursa ve de işlenirse, zafere gidebilir inancında bulunmalıydım...
Okumalıydım, fakat tek ve de sabit bir noktadan değil; geniş bir açıdan okumalıydım. Bunun sonucunda okuduklarımı da hazmetmeliydim. Hiç bir insanın kulu olamamalıydım. Fakat milletimin bir neferi olarak hayatta yer almalıydım. Yanlış olarak değerlendirilen ve de gösterilen şeyleri de dikkatle takip etmeliydim. Çünkü doğruya varmanın bir diğer yolu da, yanlışı algılamaktan geçmekteydi. Doğaldır ki kendime güvenim sonsuzdu. Yanlışa teslim olmak şöyle dursun, yanlışın ve de yanlışların üstünde horon tepecek veya halay çekecek kadar bilgili, ilgili ve de bilinçli olmalıydım.
Türk milleti son beş yüz yıldır çelişkiler içersindeydi. Osmanlı Devleti yükselirken, Türk Dünyası, Rus işgaline uğruyordu. Kanuni, Orta Avrupa’yı komşu kapısı gibi ziyaret ederken, Kazan düşüyordu. Sonra Volga boylarından, Türkistan’a Kafkasya’ya ve de Sibirya’dan Mançurya’ya kadar tüm alanlar işgal edilecek ve de Türk’ün onuru, gururu kırılacak ve peşinden de kaynakları talan edilecekti. Bu durumdan Osmanlı Devleti de süreç içersinde nasibini alarak, yirminci yüzyıla gelecekti...Pek çok yerde Türk vardı; fakat Türk’ün organizasyonu yoktu. Türk’ün elinden her şeyi alınmıştı. Onu tekrar ayağa kaldıracak değerler canlandırılmalı ve de mücadele bu yönden olmalıydı. Bu mücadelede sadece milli gurur yetmezdi. Emek-sermaye çelişkisi bilinmeliydi. Aynı şekilde doğal kaynakların talanı hususunda da kartellere, tekellere karşı mücadeleler verilmeli ve bu tekellerin günümüzdeki ajanları deşifre edilmeliydi. Bu ajanlar içimizde olabilirdi. Bizim gibi görünüp, sahtekarca davranışlar sergileyebilir, bu bağlamda önümüzü de tıkayabilirlerdi. Olanlar var mıydı?. Vardı elbet!..Bunları günümüzde açıklamak dengeler adına, ya da bazı inanmış insanların düşüncelerindeki saflıkları allak-pullak etmek adına, henüz daha çok erken. Zamanı gelince birileri açıklayacaktır elbet....
KÂBUSUN NOSTALJİSİ
Yıllar öncesinden atalar sözünde olduğu gibi ‘At izinin, it izine karıştığı’ daha doğrusu bizim yaşadığımız yıllara adapte olması sebebiyle, ‘it izinin, kurt izine’ karıştırıldığı o malum ıstıraplı, karanlık ve de karmaşık günlerden tanıdığım bir arkadaşım var...İnsan olarak hepimizin hayatta yaşarken edindiği birikimler bulunmaktadır. Bu birikimler bazen olumlu, bazen de olumsuz sonuçlar doğurabilir. Bu olumsuz durumlardan ruhumuzda, aklımızda ve de aklımızın kıyısında köşesinde tortular, kalıntılar kalmış ya da gayri ihtiyari bir şekilde birikmiş de bulunabilir. Bu arkadaşım, böylesine yaşadığı bir süreci bana şöyle anlatmıştı:
“Sovyetler Birliği dağılmadan önce, benim zaman zaman yakamı bırakmayan ve düşüncelerimden kaynaklandığını sandığım bir kâbusum vardı. Bilhassa bu kâbus, gençliğimde aklımın derinliklerine yerleşerek bilinçaltımda muazzam izler bırakmıştı...Bu kâbusu ilginçtir ama nedendir bilinmez, sadece kış günleri görürdüm. Gördükten sonra da yatağımda buz gibi, katılaşmış bir vücutla, yorgun bir insan olarak, yeni doğan güne umutsuzca başlardım.
Kâbusum beyazlar içinde başlar, yine beyazlar içinde sona ererdi. Bu sonsuz beyazlık denizinde, bir karaltı her zaman mevcut olurdu. Bu karaltı bembeyaz bir düzlükte yılan gibi süzülüp giden bir kara tirendi. Evet ben bu kâbusta, her zaman bu kara tirenin arkadaki vagonlarından birinde bulunurdum. Bu kara tiren, bembeyaz ve ucu bucağı belli olmayan karlı ovalara yoğun dumanlar salarak ve de gürültülü bir şekilde içinden geçerek ya da adeta bu saf ve temiz beyazlığı yırtarak yol alırdı...Bulunduğum vagon her zaman berbat, soğuk ve buz gibi bir yer olurdu. Bu vagonun değişik yerlerinden sızan ışık boşluklarını takip ederek gözlerim hep, Tanrı dağlarını, Altay dağlarını ya da ismini bilmediğim her hangi bir yükseltiyi arayıp dururdu...Fakat bu kara tiren, yol aldığı o muazzam ovadan ve de düzlüklerden bir an olsun ayrılmazdı. Ayrıca benim arzuladığım ve de umut ettiğim o dağları da bana hiçbir vakit göstermezdi. Bu kara tirenin vagonunda giderken, ellerim her zaman bağlanmış olurdu. Yanımda beni Sibirya’ya doğru götürmekle görevlendirilmiş bulunan ve üstleri başları dökülen, sözde asker kılıklı, süngüleri takılmış bir şekilde tüfekleri hazır olan, üstlerinde kirlenmiş ve lekeli uzun kaputlar taşıyan iki Kızılordu mensubu bulunurdu. Bu perişan haldeki asker bozuntuları, başlarında bulunan ezilmiş kasketlerinin ön tarafında da, kırmızı bir yıldızı hiç ama hiç eksik etmezlerdi...Ben bu kara tirenle, bu beyaz düzlüklerde hiçbir zaman görmediğim, bilmediğim; fakat bilinç altımda yerleşmiş olan Sibirya’ya doğru yol alırdım. İşin ilginç yanı, her zaman bu malum yolculuğun yarısına vardığımı sandığım bir istasyonda, tiren düdüğünü acı acı çalar ve ben de, bana yıllardır bir sülük gibi yapışmış olan bu korkunç kâbustan panik içinde çıkardım. Uyandığımda, vücudum buz gibi olur, umutsuz bir hastanın bakışına sahip olan gözlerim, bir süre tavana takılı durur ve oturduğum yerde adeta donmuş bir pozisyonda kalırdım. Bu kâbus, başıma nasıl musallat olmuştu? Acaba, o zamanki Türkiye’nin şartları mı beni bu kâbusa itmişti? Oysa milyonlarca insanın böyle bir sorunu yoktu. Ben mi fazla doluydum ya da duyguluydum? Yoksa Aleksandır Soljenitsin’in eserlerini çok mu okumuştum? Belki de Boris Pasternak’ın ‘Doktor Jivago’sunu sinemaya uyarlayan, çok Oskarlı İngiliz yönetmeni Devit Liyin’in filmindeki tiren yolculuğu ya da kar sahnelerinin tesiri altında mı kalmıştım?!.Bu sorunumu, söylediğim örnekleri dile getirmekle çözmem, elbette mümkün değildi. Fakat benim bu durumum, kendi kendine 1990’ların başlarında büyük ölçüde çözüldü. Çünkü, Soyuz Sovyetiski Sosyaliski Respublik (SSCB) çökmüştü. Böylece bilinç altımdaki, Sibirya’ya sürülmemi içeren tarihsel korkuya yönelik olan yolculuk dolu günlerim de bitmişti...Artık böyle düşünüyordum. Ta ki geçen yılın Şubat’ına kadar...Ne oldu? Nasıl oluştu, bilemiyorum? Yine yıllar sonra bu kâbusu bir kez daha gördüm. Uyandığımda gece yine soğuktu... Vücudum yine buz gibiydi... Aynı eski günlerde olduğu gibi... Ama artık, bariz bir fark vardı. O da şuydu, yanımda yatan eşim, yandaki odada uyuyan çocuklarım bulunmaktaydı. Onları düşündüm ve kendi kendimi şartlamaya çalışarak, bu kâbusu bir daha görmemeliyim dedim. Bu olsa olsa, kâbusun bana yaptığı bir nostaljik ziyaret olmalı diye düşünerek, gözlerimi kapatıp tekrar uyudum ve şimdi sadece kendimin bildiği başka kimsenin bilmediği, hayatımın bu giz dolu gerçeğini sana aktardım” dedi.
Ben de arkadaşıma şöyle bir baktım. Gözlerim dolu dolu oldu. Çünkü kaybedilen, yıpratılan ve de aldatılmış olan nesillerin yaşadığı bir döneme dayanıyorduk. Onu en iyi anlayanların başında ben gelmeliydim. Çünkü o, inanıp savunduğu düşünce konusunda tutarlı, bilinçli, bilgili ve de ilkeli olan tertemiz bir insandı. Belki de kendisinin kökeninin bir ucunun Kırım’a kadar dayanması ve Kırımlı Türklerin Mayıs 1944 vahşetiyle sürgüne yollanması, onu böylesi bir kâbusun içine daha kolay bir şekilde itmişte olabilirdi. Ya da başka bir şey, bu olumsuz durumu hazırlamıştı...Bizler, yorgun ve bitkin düşmüş, yoksullaştırılmış, umudu sıfırlanmak istenen ve bu uğurda önüne bir sürü çalı, çırpı ve de diken konulmuş olan, büyük bir milletin küçücük neferleriydik. Bu uğurda nesiller yutulmuştu ve de birileri böyle istediği için, bu kan ve çıkar kokan senaryolar, bu ülkede büyük başlarca ortaya konmuştu. Bugünde aynı süreç, aynı hızla devam edip gitmektedir. Bizlerin bir kısmı, bu sürecin keskin dişlileri arasında, un-ufak ve de darmadağın olmuştuk...Sonra arkadaşımla oturduk ve maziden günümüze kadar ki süreci ele aldık ve de uzun uzun dertleştik...Sonunda ona, şunları söyledim:
“Bak kardeşim! Bizler için Türk dünyası, sadece Edirne ile Ardahan arasında sıkışmış ve halende tost yapılmak istenen bir yeri içermiyordu. Bu söylediğim alan sadece biz Anadolu’daki Türklerin yaşadığı ve varlığımızı acı ve tatlı bir şekilde sürdürmeye çalıştığımız bir yerdi. Gerçekte düşüncelerimizin genel perspektifi açısından çok dar bir alandı. Çünkü bizim düşüncemizin merkezinde, Türk milleti vardı. Bu milletin önemli bir kesimi Türkiye sınırları içersinde yaşıyorsa da, bu sınırların dışında da muazzam bir kitle vardı. Bizim bu kitleye yoğun bir özlem içersinde bulunmamız, düşüncelerimizin kaçınılmaz bir sonucuydu. Önümüze koyduğumuz ve doğrulamaya çalıştığımız hedeflerimiz, bunu gerektiriyordu. Doğrularımıza ve hedeflerimize karşı, elbette olumsuz yaklaşan pek çok insan, gurup ve oluşumlar vardı. Dün de vardı; bugünde var; yarın da var olacaktır. Bu durum yaşadığımız bu dünyadaki hakimiyet mücadelesinin doğal bir sonucudur. Yaşanılan zamanda o hakim güçlerin, çeşitli ayak oyunlarıyla sahip oldukları mekanları, Türk insanına geri vermeleri öyle kolayca mümkün olabilecek bir şey değildi. Bunun için bizim gibilerin üzerine gelmeleri ve kendi çıkarları uğruna her türlü pisliği atmaları ya da attırmaları kaçınılmaz bir durumdur. Bu durumdan da bizlerin ıstırap çekmesi, yaralar alması da başka bir açıdan kaçamayacağımız bir pozisyondur. Ama ne olursa olsun mücadele elzemdir. Mücadele olmadan gelişme, ilerleme ve de başarılı olmakta mümkün değildir.”
Tekrar arkadaşımla bakıştık, artık bir hayli yorulmuş insanlardık; fakat durmak, yerinde saymak mümkün değildi...Ona dedim ki:
“O günleri hatırlarsan eğer, düşlediğimiz uzak diyarlardaki Türk insanlarının dünyasını, coğrafyasını da aklına getirebilirsin...O yıllarda da Sovyetlerin bir gün çökeceğini biliyorduk; fakat bu kadar kısa bir zaman içersinde çökeceğini tasavvur edebiliyor muyduk? Daha da ötesi, buranın Türkleriyle oradaki Türklerin, birbirlerinin diyarlarına bu kadar kısa bir dönemde gidip-gelebileceklerini bekliyor muyduk? Fakat şimdi biz düşlerimizin, hayallerimizin ve hatta düşüncelerimizin bir kısmı açısından, yeterli değil ama, hayli mesafe de aldık. Örneğin sen, şimdi kendi kendine bir bak! Türkiye’den bir kızla evlenmedin, Sovyetler Birliği’nde doğmuş bir Türk kızıyla evlendin. Bu durum, bu kadar kısa zamanda mümkün olabilir miydi? O Türk kızından çocukların oldu, buna inanabiliyor musun? Oysa bırak evlenmeyi, oradaki Türkleri ve onların da buradaki Türkleri hayal etmesi, o kadar kolay mıydı? Varsayalım ki hayal edilebiliyordu; fakat bunun olma ihtimali, bu kadar kısa zamanda mümkün müydü? İnandırıcı mıydı? Gerçekçi miydi? Bizler için kısa zamanda ulaşılmaz gibi, erişilmez gibi duran o topraklar ve insanlar, erişilir ve de ulaşılır olmuştu. Bu erişme ve ulaşma olayında, her iki tarafın arasına kara çalılar ve de dikenlerle, ilgili ilgisiz bir sürü insanlar girmiştir. Girecektir de... Bunları ayıklamakta tarihsel görevlerimiz arasındadır. Her ne olursa olsun, sen karına ve çocuklarına baktığın zaman, yıllar öncesinde düşüncelerimizde beslediğimiz bir kısım umut ve hayalin gerçekleşmiş, somutlaşmış olduğunu açık ve de seçik olarak görebilirsin. Dolayısıyla bu somut durumun ışığında, Sovyet İmparatorluğunun ve onun sapık düşüncesinin çöpe atıldığını da görebilirsin ve de görmelisin. Senin gördüğün kâbus, sadece boş bir ürpertinin hayalinden ibarettir. Yanında yaşadığın eşin ve çocukların ise, somutlanmış bir gerçeğin ta kendisidir. Daha nice mutlu günlere doğru, inşallah adım adım gideceğiz. O mutlu günlerdeki ekinlerin hasadını, belki de çocuklarımız yapacaktır. Onun için değerli dostum! Bizler tarlalarımızı ekmeye ve çocuklarımızın yürüyecekleri yolların taşlarını, fikirlerimizle taşıyıp döşemeye de devam edelim. Aydınlık yarınlar, elbette hedefi doğru görenlerin ve bu hedefe dürüstçe yaklaşanların ya da onların çocuklarının olacaktır. Bundan da asla ve asla şüphen olmasın!.. ”