Bir toplumun ayakta kalabilmesi için düzenli ve sağlıklı bir şekilde gelişmesi gerekir. Durmak olmaz. Yavaşlamak bile bazen yanlış olur.
Sanılır ki “denge” yalnızca statik bir kavramdır. Bu yanılgı, durağanlığın ve dolaylı olarak zihin tembelliğinin nedeni olmaktadır. Sonunda toplumlar bu yüzden, yönlendirebilecek hale gelirler. Hareket halinde olmadan kurulan bir denge sağlam değildir, güvenli değildir.
Özgür olma gayretinde bulunan, iki ayaklı ve şuurlu bir yaratığın dengesi aynı iki tekerlekli bir aracınki gibidir. Bisikletteki gibidir. Durması hattâ belli bir hızın altına düşmesi halinde bu denge kaybolur. Demek ki göreceli olarak geri kalmayı önlemek ve güvenli gidişi sağlamak için belirli bir hızı tutturmak zorundayız.
İşte bu hıza ulaşmak için siyasi ve iktisadi bir doktrinin itici gücüne gerek vardır.
Her zaman olduğu gibi burada da dikkat edeceğimiz nokta birtakım bahanelerle hür fikirden ve analitik düşünceden sapmamaktadır. Ülküsü olan insanların en fazla kaçınması gereken tavır, sabit fikirli yani saplantılı olmaktır. Bu konuda yanlış yargılarla çok sık karşılaştığımız için bunu belirtmek ve üzerinde durmak zorundayız. Belirli kalıplar içinde dondurulmuş fikirler herhangi bir teoriye güç katmaz, aksine zayıf düşürür.
Bir fikir hareketinin güçlü gösterilmesi amacıyla değişmez kurallara bağlı kalınması aslında onun çöküş sebeplerinden biri olabilir. Çünkü yumuşak karnıdır, zayıf noktasıdır.
Yıllar önce de söylediğimiz gibi “Evet böyle bir hareket zihinlere yön vermelidir. Çekmelidir ama sürüklememelidir. Akış başkadır, sürüklenerek gitmek başkadır.
Böyle bir düşünce hamlesi şuuru güçlenmelidir fakat iradeyi yok etmemelidir. Ancak bu şekilde toplayıcı ve yol gösterici niteliğini kaybetmemiş olur.”
Böylece düşüncelerin şekillenerek el ile tutulur hale gelmesi, teorilerin kanunlaşabilmesi için sağlıklı belirtileridir.
“Bu varlık âlemi insanlar için kavrayabildikleri kadar büyüktür. Onun için bazı kimseler, hayal güçleriyle çizebildikleri sınırların ötesini düşünmezler ve ondan ötede bir şey yok sanırlar.”
Halbuki biz artık UFUK ötesini görebilmek zorundayız. Bundan vazgeçemeyiz; bu yüzden dinamik dengeden bahsediyoruz. Bunun da çaresi çevrede kaygı uyandıracak bir rüzgâr estirmeden ölçülü bir hızla yol alabilmektedir.
Sürüklenmeden, ahenkli bir şekilde yol alan ve bilerek, inanarak bu yolculuğa katılanlar istenilen sonuca ulaşılabilirler. Bu seviye tutturulamazsa destek olması ve güç katması beklenenlerin fren etkisi yaptığı görülür.
Burada önemli olan, kalıplaşmış fikirlerden medet ummaktan vazgeçerek, analitik düşünce sistemini benimsemiş elemanların belirli bir disiplin içinde omuz omuza yürümesini gerçekleştirebilmektedir. Kusursuz dayanışma böyle olur.
Demek ki öncelikle kendini iyi ve doğru tarif ederek başkalarının yanlış nitelendirmelerinden sıyrılabilmek gerekiyor. Bu ‘aksiyon’ ile olur. Niyeti belirsiz (bir bakıma tümüyle belli) çevrelerin girişimlerine, eylemlerine tepki olarak sahneye çıkmanın gelişmeye bir faydası olmadığı gibi boşuna zaman kaybına neden olduğu açıkça görülmektedir. O halde oyunun kurallarını başkalarının belirlemesine fırsat vermemelidir. Bu başarılamazsa işte asıl o zaman oyuna gelinmiş olur.
Neyi, nasıl yapacağımızı bilmek için kendimizi iyi tanımak ve nerede bulunduğumuzun farkında olmak zorundayız.
Evet belki ‘bütün kaleler zapt edilmemiştir.’ Ancak birçok önemli mevzi kaybedilmiştir. Bu durumu gözden kaçırmanın, böylece avunmanın faydası olmadığını biliyoruz.
O halde ufkun ötesine ulaşmaya çalışanları yeni bir sistem ortaya koymaya, çıkış yolu olabilecek iktisadi ve sosyal bir doktrini yeniden kurmaya çalışıyoruz.
‘Bağımsızlık benim karakterimdir.’ diyenlerin bunu başarabildiklerinden şüphemiz yoktur.