23 Aralık 2003 tarihli Vatan Gazetesi’nde manşetten verilen haberin başlığı: ÇERKEZCE TALEBİ. Başlığın altında daha küçük puntolarla yazı şu şekilde devam ediyor: “ Çerkezler birleşti, ana dillerinde eğitim, yayın hakkı ve çocuklarına Çerkezce isim koymak istiyorlar. 36 Kafkas derneğinin birleşerek oluşturduğu Kafkas Federasyonu toplandı. Açılış konuşması Çerkezce yapıldı.
Federasyon başkanı Muhittin ÜNAL, “ Türkiye’de 5 milyon Çerkez var” dedi ve taleplerini şöyle sıraladı: Türkiye’de sadece kürtler yok. Biz de ana dilimizi yaşatmak istiyoruz. Bu da dil kursu açmakla ve yayınla olur. Milli Eğitim Bakanlığına ve RTÜK’e başvurduk bile. 57 harflik alfabemizi kullanamıyoruz. Dilimiz kayboluyor. Bizim 57 harfimizi 29 harflik latin alfabesiyle ifade etmek mümkün değil. Sırf bu nedenle çocuklarımız dilimizi öğrenemiyor, dilimiz kayboluyor. Çerkezce yazılı kültür ortaya çıkarılamıyor. Çerkez dilleri 56, 57, 61, 63 ses ve harften oluşuyor. Bizim 29 harften oluşan latin harfleriyle okuyup yazmaya zorlanmamış yanlıştır. Bu nedenle KİRİL HARFLERİYLE OKUYABİLMEMİZE AMBARGO UYĞULANMAMALIDIR”
2 Nisan tarihli Vatan Gazetesi’nde “Çerkezler ana dilde yayın için Israrlı” başlıklı haberde ise, ilk başvurunun TRT yasasında yerel dil ve lehçelerde yayın için gerekli değişiklik yapılmadığı için geri çevrildiğinden bahsediliyor. Yazının devamında RTÜK’çe hazırlanan “Adadilde Yayın Yönetmeliği’nde yerel dil ve lehçelerle yapılacak yayınların özel ulusal kanalların yanısıra, TRT’nin de yapabileceğinin vurgulanması üzerine Çerkezlerin TRT’ye ikinci kez başvurarak yayın hakkı istediğinden bahsediyor.
Kürçe ve Çerkezcenin ardından da başka yerel diller için de TRT’ye RTÜK’e ve devlete başvuru oldu mu bilmiyoruz. Ama bu tür başvuruların devam edeceğini tahmin etmek zor değil. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, kendisini gayri Türk olarak tanımlayanlar yani Türk dışında bir etnik aidiyet peşinde olan her kesimin rakamlarını toparlarsanız nüfusumuz 100 milyonu geçtiğini görürsünüz. Üstelik bu nüfus içinde Türk’te yoktur. Bu nüfus atmasyonunda Türkler bu vatandaşlarımıza yirmi otuz milyon da borçlu çıkar. Yine bu atmasyonlar esas alınırsa Türkiye’de ilaç için bile Türk olmadığını görürsünüz... Yani sevgili okurlar, ben ve sizler maddi olarak değil de, belki sanal alemde var olabilirsiniz...
Bizler bu tür atmasyonları bize özgü bir hoşgörüyle, bıyık altından gülerek dinleriz. Türkiye Cumhuriyetine sığınmış, al bayrak altında namusunu, canını, varlığını güvenceye kavuşturmuş yurttaşlarımızın etnik kökenlerine bakmayız. Hatta bu etnik kökenlerinde onları onere edecek, sempatik gösterecek özellikler keşfederiz. Bu etnik lobileşmelerin, kabile, aşiret, boy dayanışmalarının, paslaşmalarının siyasetteki, bürokrasideki aleyhimize görünmez duvarlara, gizemli engellere dönüşmelerine de bir şey demeyiz. Onlar bizim aşımızı, ekmeğimizi, toprağımızı- üstelik ülkemizin en verimli topraklarını, rant getiren yörelerini- paylaştığımız, azizvatan toprağımıza buyur ettiğimiz yurttaşlarımız olmuşlardır.
Çok değil, daha bir yüzyılı biraz aşkın bir süre önce (1864 ve sonrası) Çarlık Rusyası ordularının kılıcı önünden kaçan, bize sığınarak canını kurtaran bu din kardeşlerimizle mülkümüzü paylaştık. Ekmeğimizi bölüştük. Kendisine ocağını, kucağını, sofrasını açan bir millete ve devlete sadakat hem insanlığın hem de yediği nimete şükür etmenin ilk şartı olsa gerek. Kovuldukları topraklardan ayrılalı 140 yıl olan, yeni vatanının yurttaşı olmanın sorumluluğunu duyduklarına ve Türkiye Cumhuriyetine sadakatlerini defalarca ispat etmiş olan Kafkas kökenli yurttaşlarımızın temsilcisi olduklarını iddia eden yöneticilerin de, sadakat ve duyarlılıklarının daha fazla olmasını dilemek ve beklemek bizlerin hakkıdır.
Üstelik kafkas kökenli yurttaşlarımızın dernek ve federasyon yöneticileriyle aynı doğrultuda düşündüklerini hiç sanmıyoruz. Bunun kanıtları da ortadadır: Yıllardır malum medya ikide bir Kafkas kökenli yurttaşlarımızı özendirir, tahrik eder bir biçimde ABAZYA, KARAÇAY-BALKAR-MAYKOF- SOHUM vs. haberlerini, röportajlarını yapar. Ballandıra ballandıra ata topraklarından bahsederler, adeta oraya tersine göçü teşvik eder.
Sovyet sistemi çöktükten sonra o topraklara geri dönüş için bir engel olmamasına karşın gidenlerin bir elin parmaklarını geçmemesinin sosyolojik, tarihsel ve psikolojik izahını bu yöneticiler yapmak zorundadırlar. Ama sayın yöneticilere bir önerimiz var. Kendilerinin gitmelerinde de hiçbir mahzur yoktur. Ama gideceklerini de hiç sanmıyoruz.
Bizim sayın yöneticilere bir diğer tavsiyemiz de, 1921 Ekim ayında Yunan işgali altındaki İzmir’de ve Yunan himayesi altında toplanan ŞARK-I KARİF ÇERKEZLERİ TEMİN-İ HUKUK CEMİYETİ (Yakındoğu Çerkezlerinin Haklarını Sağlama Cemiyeti)’nin tutanaklarını, toplantıya kimlerin katıldığını, bunların kaçının YÜZELLİLİKLER listesinde olduğunun bir kez daha ve dikkatli okunmalıdır. Okuduktan sonra da Kiril Alfabesi istemenin bir kez daha değerlendirilmelidir. Yine ikna olmamışlarsa söyleyecek tek şey kalıyor: Kiril Alfabesi’nin kullanıldığı topraklardan niçin kaçtın?