Uzun süreli açlıktan sonra vücudumuzun ilk isteğidir “su”. .Sadece insanın değil bitkilerin hayvanların kısacası hayatın devamıdır; bizatihi “hayat” tır su...
Suyun insan (canlı) hayatı üzerindeki önemi bilindikten sonra bilinmesi gereken bir diğer husus da bu “mavi altın”ın korunması, israf edilmeden tüketilmesi. Dünyanın dörtte üçünün sularla kaplı olması sanki bizlere “suyumuzu bol bol harcayabiliriz” intibaını bırakmaktadır. Oysa yanılmaktayız...
Dünya sularının yaklaşık %97’si tuzlu yani deniz suyu, ihtiyacımıza cevap veren miktar ise kalan %3 ve bunun %2’si kutuplarda buzul durumunda.
Yaşayan bütün canlıların (denizdekiler hariç tabii) istifade ettiği ise sadece ve sadece geriye kalan %1! Bu noktadan bakıldığında içimize bir korku düşmekte değil mi? İçeceğimiz her bir bardak suyun an geçtikçe cebimizden daha çok para alıp götüreceği endişesi...%1’lik tatlı su maalesef adil bir şekilde dağılmıyor yeryüzüne. Birleşmiş Milletler kayıtlarına hergün 6 bin çocuğun susuzluktan öldüğünü düşmekte ! 6 bin çocuk...Ve yine raporlar dünya nüfusunun % 40’ına denk gelen yaklaşık 2.4 milyar insanın kirli su kaynaklarının sebep olduğu sağlıksız şartlarda yaşadığını belirtmekte. Dünya Bankası raporlarında dünya nüfusunun % 22’sinin evinde içmesuyu bulunmadığını ortaya koymaktadır.
Kullanılabilir su varlığı bakımından ülke nüfusumuzu 65 milyon kabul ederek kişi başına düşen su miktarını yıllık 1692 m3 olarak belirlemekteyiz. Ancak kullanılan su miktarlarına baktığımızda bu değer 575 m3 olarak gerçekleşmektedir. Ülkemiz göller, nehirler ve tatlı su kaynakları açısından şanslı görünüyor olsa da bir ülkenin “su zengini “ olabilmesi için kişi başına yıllık 10 bin m3 lük bir potansiyele sahip olması gerektiği söylenmektedir. Bu potansiyel memleketimizde 3600 m3 dür. Artan nüfusla beraber 2010 yılında 2 bin m3 e, 2030 yılında ise bin yüz m3 e düşeceği tahmin edilmektedir. Batı Avrupa ülkelerinde ise hali hazırda bu rakam 5000 m3’dür. Bütün bunlar suyun ne kadar stratejik bir madde olduğunu gözler önüne sermektedir.
Dünya ortalamasını altında yağış alan bir ülke olarak, yapılmış çalışmalarda Türkiye’de 50 yıllık bir periyotta kuraklık felaketi beklenmektedir. Bunun yanı sıra hızlı ve çarpık şehirleşme, sanayileşme sonucu su kaynaklarının bilinçsizce kirletiliyor olması da “su endişesi”ni iyiden iyiye belirginleştirmektedir.
Dünya Su Gününü kutladığımız bu günlerde problemi bilmek, vehametine vakıf olmak muhakkak insanımızı daha titiz davranmaya teşvik edecektir.
Bu anlamda yeraltı ve yerüstü su kaynaklarımızın, sürdürülebilir bir yaklaşımla çevresel etkileri de değerlendirerek korunmasını sağlamak hem devletin hem de vatandaşların asli görevlerinden biri olmalıdır. Belki “sivil savunma” kuruluşları benzeri “ suyu koruma komiteleri” kurulabilir, kanuni ve vicdani müeyyideler devlet eli ile halka sevdirilerek benimsetilebilir..
“Sarı Altın”sız yaşasak da “Mavi Altın”sız
yaşayamayız..
SINIR AŞAN SULAR
VE ORTADOĞU
Türkiye dünya jeopolitik haritasında kilit noktalardan birinde yeralmaktadır. Bu nedenle uluslar arası platformlarda bir çok problemin yanısıra muhtemel “su savaşlarının” da ortasında kalmaya adaydır. Ortadoğuda coğrafyanın haritaların belirginleşmemiş olmasının alt sebeplerinden birisi de hiç şüphesiz “su” olmaktadır.
Bölgeye bakıldığında dünya standartları açısından büyük kabul edilecek su kaynaklarından ikisi Dicle ve Fırat ile Nil nehirleridir. Bunları takiben Asi, Ürdün ve Litani nehirleri gelmektedir. Dicle ve Fırat Anadolu (Dicle, Hazar Gölü başlangıçlı Anadolu’dan çok katılımlı) nehirleri olup gerek Türkiye’den gerekse Basra körfezine dökülene kadar birçok küçük su kaynakları tarafından beslenmektedir. Nil 9 Afrika ülkesine yayılan dünyanın en uzun ırmağıdır. Asi nehri Bekaa vadisinde (Lübnan) doğmakta ve Suriyeden geçerek Hatay‘dan (Türkiye) Akdenize dökülmektedir. Ürdün nehri bugünkü İsrail –Suriye- Lübnan havzasında yani siyasi tansiyonun yüksek olduğu bölgelerde akmaktadır. Litani ise nehir statüsünde anılmamakla birlikte Lübnan topraklarında doğması ve İsrail sınırına yakın bir bölgede deniz dökülmesi sebebi ile çekişma alanına girmektedir.
Özellikle Türkiye’yi Fırat Dicle ve Asi nehirleri ilgilendirmektedir. Asi Nehri he ne kadar Lübnan’da doğmuş olsada sularının önemli miktarı Suriye tarafından kullanılmakta, Türkiye sınırına girdiğinde ancak %2’lik bir kısmından yararlanılmaktadır. Bundan dolayı Amik ovası bugün çölleşme tehdidi altındadır. Bölge ülkeleri arasındaki su rekabeti özellikle Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) ile beraber daha da belirginleşmiş ve bir çok iç ve dış politikalarda pazarlık konusu olarak kullanılmıştır. Oysa bu tartışmalar hiç de uzlaşılmaz değildir. Zira kendi ülkesinde doğmasına rağmen Fırat ve Dicle ‘den en az istifade eden ülke Türkiye olmuştur. GAP tamamlandığında Fırat sularının %77’si, yer altı sularının da %79’u Suriye’ ye; Dicle havzasında ise yerüstü sularının %99’u ile yer altı sularının hemen hemen tamamını Irak’a akacaktır. Türkiye Bulgaristan sınırında akan Tunca nehri sularından istifade etmek için bir saniyede geçen 1 m3 suya 0.12 dolar öderken; Suriye ve Irak herhangi bir ücret ödememektedirler. Bununla da kalmayıp uluslararası kurallara bağlı çözüm arayışlarına duyarsız kalmakta hatta GAP’ ı engellemek adına yapılan bir çok fiile de göz yummaktadırlar.
Bölgede Irak yılda kişi başına 2 bin 20 m3su kapasitesi ile yine kişi başı yılda bin 200 m3 su ilede Suriye su kaynağı en yüksek ülkelerin başını çekmektedirler. Aynı haritada bulunan Katar 100 m3, Kuveyt 130 m3 su kapasitesine sahiptirler. Diğer bölge ülkeleri de bunlardan pek farklı değildir. Kişi başı yılda 10 000 m3’ ün altında kalan su kapasitesine sahip ülkelerin “su zengini “ olmadığı kabulünden hareketle gelecekte oluşabilecek “su savaşları” kaçınılmaz görülmektedir.
Sağduyu, verimli kullanım ve teknolojiyi yakın takip ile bu problem ancak çözüme ulaştırılabilir. Bilinçli tarım uygulamaları, su kaynaklarının kirliliğini azaltacak tedbirler ve israfın önlenmesi ilk etapta atılması gereken adımlardır.
Savaş “su” dan dahi olsa istenmez
ÜLKE Kullanım (1990) Talep (2025)
Suriye 9000 29000
Ürdün 920 1900
Irak 40000 70000
Lübnan 1000 2700
İsrail 1900 3500
Filistin 16000 800
Suudi Arabistan 190 22000
Katar 1900 500
B.A.E. 330 3200
Kuveyt 300 970
Bahreyn 1100 500
Umman 2900 2000
Yemen 60000 4800
Mısır 0 84000
GAP: Türkiye için bir umut projesi
Temel hedefi; Fırat ve Dicle havzaları ile yukarı Mezopotamya olarak anılan ovada yeralan Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnak illerini kapsayan bölgede kalkınmayı sağlamaktır. Bu alan Türkiye yüzölçümünün %9.7’sine karşılık gelmektedir. Başlangıçta Fırat ve Dicle üzerinde sulama ve hidroelektrik hedefli olarak plânlanmış daha sonra sosyo-ekonomik boyut kazandırılarak bir toplumsal kalkınma projesine dönüştürülmüştür. Bölgede toplam 22 baraj, 19 hidroelektrik santral ve 1.7 milyon hektarlık alanda sulama hedeflenmiştir. Proje tamamlandığında Türkiye’deki ekonomik olarak sulanabilir alanın %20’si; elektrik üretiminin % 22’si; buğday üretiminde %90; arpa üretiminde % 43; pamuk üretiminde % 600; domates üretiminde % 700 ve sebze üretiminde % 167 katkı öngörülmektedir. Bunların yanı sıra bölge nüfusunun yaklaşık 3.5 milyonuna iş imkânı üretilecek, gelir düzeyinin 5 katı kadar artacağı tahmin edilmektedir. Yerleşim alanları altyapısı, tarım altyapısı, hayvancılık, ulaşım, sanayi, eğitim, sağlık, konut, turizm ve diğer sektörlerle beraber toplu bir kalkınmaya yolaçacaktır. Yöre halkı için bu kadar faydalı olan bu proje Fırat ve Dicle sularından istifade eden komşu ülkelerin dikkatini çekmekte geç kalmadı ve konuyu birçok uluslar arası platforma taşıyarak projenin iptali için uğraştılar. Oysa yapılacak olan barajlarla ne Suriye ne de Irak herhangi bir sıkıntı çekmeyecekleri gibi nehirlerin düzensiz akışları dolayısı ile de maruz kaldıkları su baskınlarından artık etkilenmeyeceklerdi. Hatta yıllardır birbirlerine düşman olan iki komşu devlet Türkiye ‘ye karşı birleşip legal, illegal bir yığın propagandalar ve hatta PKK ya dahi destek vererek işi baltalamaya çalışmışlardır. Bu oyunların arkasında İsrail ‘in işgal ettiği Golan tepelerini tekrar Suriye’ye verirken Teberiye Gölünü kullanmaya devam etmesi ve bunların karşılığında Suriye ‘ye Fırat’tan daha fazla su sağlayacağı garantisi vermesi ve bölgedeki karşıklıklardan istifade ederek “büyük idelallerine” ulaşma arzusu yatmaktadır. Bu hedef uğruna bir çok yahudi şu anda GAP bölgesinden büyük oranlarda arazi almaktalar ve sadece yahudiler değil bir çok yabancı milletten onbinlerce gizli servis ajanları bölgeyi abluka altına alarak her türlü yönlendirmede bulunmaktadırlar. Türkiye bütçesinden çok önemli bir pay alan GAP her ne olursa olsun muhakkak bitirilmeli, hem bölge halkına hem de Türkiye Cumhuriyetine vereceği güçle bölge de huzuru ve refahı da beraberinde getireceği de unutulmamalıdır.
2002 itibariyle projenin durumu
Toplam finansman ihtiyacı 2002 yılı sabit fiyatları ile 22 katrilyon 505 trilyon 859 milyar TL dir. 2001 yılı sonuna kadar yaklaşık 10 katrilyon 831 trilyon 855 milyar harcama yapılarak nakdi gerçekleşme % 48.1 düzeyinde bulunmaktadır.
1990-2001 dönemi inceleniğinde projeye kamu kaynaklarından ortalama %7 oranında bir pay ayrıldığı görülmektedir. Projenin 2010 yılında bitirilmesinin hedeflendiği düşünüldüğünde mevcut ayrılan payla bitme imkânının zayıf olduğu apaçık ortadadır.
Güneydoğu Anadolu Projesi’ne (GAP) ayrılan bu pay arttırılmadığı müddetçe “GAP’ı gaptırmamız” kaçınılmazdır !