Bazen öyle çok hayat gailesinin içinde boğuluyoruz ki, insan olarak yaşadığımızı bile unutuyoruz. Bir telaş, bir umut, bir hırs veya bir kararsızlık içinde koşuşturup duruyoruz.
Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecek gibi ahirete çalış demişler, demişler ya...
Pekiyi ölen kim, Çalışan ne?
İnsan nedir? Bize derlerdi ki:
Şu nefes alıp veren mi ya da ortada dolaşan et ve kemik yığını mı, yoksa başka bir şey mi?
Öyle ya; eğer insan şu gördüğümüz beden ise niçin ölüp de musalla taşına yatırıldığında “er kişi, ya da hatun kişi niyetine namazı kılınıyor?
Eğer ‘insan’ dediğimiz bütün dünyayı sevk ve idare edebilen yaratık, sadece bu beden ise o zaman Ahmet, Mehmet, Ali, Ayşe veya Fatma niyetine cenaze namazlarının kılınması gerekmez miydi? Demek ki ölen varlık sadece beden, yani dişi veya erkekliği mevzuu bahis olan yediğimiz yemeklerden ve içtiğimiz sulardan müteşekkil bir yapı taşı.
Yok eğer ölen, nefes alıp veren bir can ise; bu nedir, nasıldır? Nefes nasıl alınır? Kim bu nefes almamızı bize sağlayan? Öyle ya, insan denilen canlı günlerce aç ve susuz kalabildiği halde 3 dakika bile nefessiz kalamıyor! Elindeyse 3 dakika nefesini tut, denemesi bedava...
Ya da nefes alan can, ölmüyor da; sadece çeşitli protein, mineral ve karbonhidratlardan oluşan bu yapı taşı olan bedenimizi mi terk ediyor? Derin konu, düşünmek gerekir?
***
İnsan kendi varlığının gücünü ve sınırlarını bilmesi kadar erdem sahibidir. “Kişi kendin bilmek gibi devlet olmaz” derler. Gerçekten de bütün kâinatın sahibi ve Yaradan’ı adına idarecisi olan insanoğlu öyle zamanlar olur ki kendi varlığından bi haber, kendi değerinden habersiz, bulunduğu sultanlık makamından azade dolaşır durur...
Çoğu kez kendini hiç yerine koyan nice süper insanların yaptıkları hatayı anlayarak, pişmanlık göz yaşlarına tarih şahittir...
Bunlardan biri de Yunus Emre Hazretleridir.
Tapduk Emre’nin dergâhında yıllarca hizmet eder, çileye girer, çileden çıkar ama bir türlü kendi kendinin gönül makamına kalbinden iman edemez.
Yunus, Emre’sinden habersiz gönlünden geçirir durur. Dergâha dümdüz odunlar getirir. Odun nedir? Ormanda düz odun olur mu? Yoksa bu odunları düzeltir de mi getirir? Yoksa odun bir sembol müdür? Bunlar bilinmez. Ama canından çok sevdiği Tapduk Hoca’sının karşısına odun dahi olsa, eğri büğrü olanları çıkarmaktan ar edinir. Önce onları lisan-ı hal ile düzeltir, sonra hocasının divanına getirirmiş.
Lâkin yine de kendinden habersiz yaşar dururmuş. Ermek istermiş, oysa ham meyva dahi erip olgunlaşmak için bahar güneşinde hatta bazıları yazın kavurucu güneşinde pişerken, kavrulmadan pişmek imkânsızmış.
Yunus da yıllarca hizmet ettikten sonra, kendisinin bir türlü olgunlaşamadığını, hâlâ ham olduğunu “zan” etmiş. Bir gece ansızın gönül dergâhından firar etmeye karar vermiş. Öyle ya, ham kaldıktan sonra güneşin yanında olmanın ne manâsı varmış ki?
Kendisini yollara veren Yunus’un karşısına 3 derviş çıkmış. Hoşbeşten sonra karınları acıkan dervişlerden biri ellerini Yaradan’ına açıp dua etmiş. Az sonra huzurlarına mükellef bir sofra gelmiş, yemişler-içmişler. Neyse gel zaman git zaman yine acıkmışlar. Bu kez diğeri dua etmiş, yine bir sofra gelimş, aynı hadise üçüncüsü için de gerçekleşmiş. Sıra Yunus’a gelmiş. Gelmiş lâkin, Yunus’un kendinden haberi yok ki!
Arkadaşları aç, himmet beklerken o ruhunda kopan fırtınalarla ne yapacağının tasasına düşmüş... Göz yaşları içinde dua etmiş, “Allah’ım benim durumum malûmun, beni utandırma, hangi sevdiğin kulunun yüzü suyu hürmetine bu sofrayı getiriyorsan, yine onun hatırına gönder” diye yalvarmış. Ortaya öyle bir mükellef sofra gelmiş ki, sultanların saraylarında öyle çeşitli yemekler olmazmış. Diğer dervişler bile şaşırmış. Demişler ki Yunus’a, “Kimin hatırına geldi bu sofra?” O da, önce siz söyleyin demiş utançla. Dervişler, “Tapduk Emre dergâhında bir Yunus Emre var. Onun hürmetine Yaradan’ımız’dan isterdik!...”
***
Yunus perişan, Yunus mahçup, Yunus pişman vaziyette Tapduk Emre’nin kapısına varmış...
Hocasının kapısını çalacak cesareti bir türlü kendinde bulamamış. Hocasının eşi “Cici ana”ya derdini anlatmış, pişmanlığını arz etmiş. Ana da hocasının, Yunus’un hasretiyle ağlamaktan gözlerinin kör olduğunu dile getirmiş. Yunus, “Peki hocam beni af eder mi?” demiş. Cici ana, Tapduk Emre’nin kapısın eşiğine yatmasını hocasının ayağının takılıp da “Kim bu?” diye sorduğunda, ben “Yunus” derim. Hocan “Bizim Yunus mu?” derse bil ki gönlünden silmemiştir.”
Yok eğer “Hangi Yunus?” derse, sen var git, başka bir efendi bul kendine, demiş. Planı kurmuşlar...
Tapduk Emre “Bizim Yunus mu?” dediğinde bütün dünyalar Yunus’un olmuş. Yunus artık Emre’sine kavuşmuş.
Bizleri de “Bizim Yunus” diye bağrına basacak gönül dostlarına selam olsun!...