İçgüdünün esrarlı yönlerini gösteren öyle örnekler vardır ki, bunun bir Allah vergisi değil de kalıtımla kuşaktan kuşağa geçen alışkanlıklar olduğunu ileri sürmek çok defa dayanaksız bir tez olarak ortada kalır.
Özellikle, hayvanların davranış biçimlerini değil de onların biyolojik yapılarını inceleyerek bir yere varma tutkusu yanıltıcı olmuştur.
Evreni yaratan yüce varlığın, yaratıklardaki bazı vasıfları geliştirip kökleştirerek daha sonraki kuşaklara geçmesini sağlayacak bir düzen kurmayı dilemesi halinde, bu mutlak iradenin gerçekleşmesinde şaşacak bir şey yoktur. O halde neyi, niçin tartışıyoruz?
Bir örümceğin, avladığı bir böceğin sinir merkezini bilimsel yoldan araştırıp öğrenmiş olması, -haydi diyelim ki- kazanılan tecrübelerin kalıtımla aktarılarak kendisinde böyle bir melekenin ortaya çıkmış olması nasıl düşünülebilir?
İçgüdü acaba, bilinçli bir şekilde zamanla kazanılmış bir yetenek olarak görülebilir mi? Ya da doğal bir ayıklanma (ıstıfa) ile yerleşip kökleşen bir alışkanlık olarak kabul edilmesi halinde bundan ne gibi bir sonuç çıkarabiliriz?
Ömrünü yaratıcı bir gücü yok farzetmek gibi boş bir hayal ile geçiren bazı araştırıcıların saplantılarına kulak verenler bu çabalarından ne elde etmişlerdir?
Sonra, niye içgüdü ve zekâyı ille birbirini ifna etmeye (gidermeye, yok etmeye) çalışan iki ruhsal kavram olarak gösterme gayreti içinde oluyoruz.
Aslında içiçe, yanyana olması gereken bu kavramları birbirine zıt olarak göstermek ne “zeka” ya ne de “içgüdü”ye bir şey kazandırır
Zeka yine kendi bulduğu araç ve yöntemlerle her şeyi anlamaya ve açıklamaya çalışır. Güzelliği ve çekiciliği de buradadır.
Zekânın bilinç dışı bir ögesi, bir ürünü olarak içgüdüyü tanımlamaya kalkmak işin kolay tarafıdır.
Aslında içgüdüyü bütün canlılara, zekayı ise yalnızca insana has ayrı ayrı nitelikler olarak bir ön yargı ile ele almasaydık işimiz daha da kolaylaşırdı. Hiç değilse diyebiliriz ki içiçe olan bu iki kavram güçlü bir tefekkür sisteminin temel taşlarıdır. Görkemli bir kemeri taşıyan iki mermer sütun gibidir.
Böcekler üzerinde araştırma yapan bilginler hayranlık uyandıran öyle özelliklerle karşılaşmışlardır ki bazılarının imanı daha da kökleşmiştir.
Böceklerin, düşmanlarıyla savunma ya da saldırı savaşı yaparken kullandığı yöntemleri bazen insan zekâsı ile anlamak ve açıklamak mümkün değildir.
Karınca cemiyetlerindeki eksiksiz ve yanlışsız düzen aklın alacağı bir iş değildir. İş bölümü, haberleşme, eğitim ve sağlık konularında karıncalar bilgi çağındaki insanoğluna örnek olacak durumdadır. Bunların eğitim için birçok eleman ve yer ayırmalarına karşılık hapishanelerini niçin çok küçük ve asıl önemlisi sembolik olarak yapmaları düşündürücüdür. Adeta “bunu düşünememişler” denmesin diye...
Bu harika düzeni sevk-ı tabii (içgüdü) ile açıkladığımıza göre demek ki bu yaratıklara akıl almaz bir yetenek verilmiş. Saygı ile eğilmek lâzım.
Zekâ her şeyin içyüzünü anlamak ister. Ancak gözlemlerini hep “dışarıdan” yapar. İçeri sızmayı, bir manâda duyguları ve sezgiyi işin içine katmayı kendisi için zaaf (eksiklik, zayıflık) sayar. İnsanda en güzel örneği görülen bu harika özellik bir bakıma kendisini kısıtlar, kendi yolunu tıkar. Belki de söylediğimiz gibi içgüdüyü kendisinin bilinç dışı bir hali olarak kabul eder.
“Çünkü içgüdü ile zekânın, aynı bir başlangıcın iki ayrı yönde gelişimi olarak görülmesi, bunlardan birinde başlangıçtaki unsurların kendi içinde kalması, diğerinde dışa taşarak maddeyi kullanmaya yönelmesi yüzündendir. İçgüdü ile zekâ arasındaki bu devamlı uzaklaşma, zekanın içgüdüyü önüne katıp sürme imkanından yoksun bulunduğunu, bir bakıma bir araya gelmeleri ihtimalinin olmadığını gösterir.” (1)
burada bahis konusu olan iki kavram arasındaki uzlaşma zıt yönde değildir; belirgin bir sapmada değildir. Belki orijini aynı ve aralarında çok dar bir açı bulunan iki ayrı vektör düşünülmektedir.
Biz “Yaratıcısını hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey olmadığına” (2) inanırız. Tesbih eden varlıkların canlı ve şuurlu olduğunu kabul ettiğimiz için bütün evrenin canlı zerrelerden meydana geldiği hakikatine ulaşmış oluruz. Bitkiler ve hayvanlar zaten kendi fıtratına (yaratılışına) uygun olarak (yani kendi dilleriyle) ibadet ederler. İçgüdüleri yönünde sergiledikleri davranışlar onların tesbihidir, ibadetidir.
Cansız olarak nitelenen fakat zerrelerinde evrenin küçük bir modelini gizleyen bazı varlıkların bu gözle görülmeyen alemlerinde, akıl almaz bir hızla en düzenli hareketleri yapabilen ve böylece asıl canlılığı ortaya koyan parçacıkların bulunduğunu bilmek gerekir.
Demek ki mutlak manâda cansız diyebileceğimiz hiçbir yaratık yok. Her zerrede bir hayat gizli, hepsi enerji taşıyor, titreşim yapıyor, hareket halinde bulunuyor.
Ölmüş denilen, tükenmiş olarak kabul edilen gök cisimlerinde bile bir “puls” yani kalp atışı fark edilebiliyor.
Diğer yandan evrim yoluyla içgüdü kazandığı ya da içgüdülerinde gelişme olduğu düşünülen canlıların neden bu gelişmiş halleriyle yaratılmayıp bazı nitelikleri sonradan kazanmasının yaratma kavramıyla bağdaştırılması zordur. Bir varlığın bünyesine katılan herhangi bir unsurun o bünyedeki diğer özellikleri niçin ve nasıl değiştirebileceği çok tartışılmıştır.
Burada kabul edilmesini istediğimiz şey içgüdü ile zekayı karşı karşıya getirmenin ve çakıştırmanın yanlış olduğudur. Tam tersine bu iki ögeyi birbirini destekleyici ve tamamlayıcı olarak ele almakta fayda vardır.
Zekanın ışığı altında olduğu sürece içgüdülerimizin bizi götüreceği yönden korkmamalıyız. Her iki yeteneği bir arada kullanarak sorunları çözme yoluna gitmeliyiz.
İrfan sahibi ve hoşgörülü kişilerin içgüdüleri her zaman insanlığın yararına olmuştur.
(1) Henri Bergson, Yaratıcı Tekamül
(2) El-İsra, 44. Ayet