Bugün Galata Kulesinin bulunduğu bölge ve etrafının göz alabildiğine bostanlarla, içinde derelerin aktığı, küçük küçük çağlayanların şarıldadığı yemyeşil korularla kaplı, Bizans kilise ve manastır rahiplerinin yetiştirdiği envai çeşit gül bahçeleri ile dolu idi desem hiç inanasınız gelmez. Ama öyleymiş. Bugünse böyle.
12.yy da Haliç kıyısında bir imtiyaz bölgesine sahip olup, orada yerleşik düzende olan Cenevizliler, şehir 1204 yılında Latinler tarafından işgâl edilince bölgelerini İtalyanlara kaptırdılar. Yeni yerleşim alanı olarak Haliç’in karşı kıyısına Galata bölgesine yerleşen Cenevizliler İtalyan’lardan korkularına yerleşim bölgelerinin etrafına da hendekler kazdılar. Bu arada Bizans İmparatoru VIII. Mihael Paleologos ile dostluk ve ticaret anlaşması imzalayarak da konumlarını güçlendirdiler. Bölgelerinin sınırlarını kademeli olarak genişleten Cenevizliler Galata Kulesinin bulunduğu yere 1349 yılında sahip oldular ve hemen kulenin inşaatına başladılar. Bizansın için için kaynadığı çok buhranlı bir anında Cenevizliler gece gündüz demediler, ihtiyar genç, çoluk çocuk, tombalak hep bir arada deli gibi çalışarak kuleyi inşa ettiler. Bizans bu emrivakî karşısında çılgına döndü ama kendi iç sorunlarıyla uğraşmaktan hiç kabullenememesine rağmen boyun eğdi. Bir de etrafına Cenevizliler derin mi derin hendekler kazmadılar mı?
Bizans kaynaklarında Büyük Burç (Megolas Purgos), Ceneviz kaynaklarında ise İsa Kulesi (Christea Turris) olarak geçen Galata Kulesinin de hikâyesi böylece başladı. Daha İstanbul’un feth edilmediği 1445 veya 1446 yıllarında yakın doğu ticaretinde rakiplerine karşı Türklerle dost geçinmek isteyen gözü açık Cenevizliler kuleyi tamir etmek ve yükseltmek bahanesi ile Osmanlı Beyi II: Murad’dan yardım malzeme ve borç para istemişlerdi. Bu yardıma karşılıkta Cenevizliler de kulenin uygun bir yerine II: Murad Bey’in adı yazılmış bir kitâbe koyacaklardı. (yani günümüzdeki plâket) Ama Cenova’dan gelen “Bizim gücümüzde, zenginliğimizde var, tamiratı da yaparız kulenin yükseltilmesini de” mealindeki azar mektubunu alınca vazgeçerler. Bugün kulenin 2. ve 3. katına kadar olan bölümü orijinal Cenevizlilerdendir. 1509 yılında ki depremde zarar gören kule 2. ve 3. kat gövdeyi kuşatan tuğla zengerek motifli iki kuşakla çevrilerek Mimar Murad bin Hayreddin idaresinde onarılmış devam eden katlar ise Türk işçiliği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğun da Galata Kulesi ve etrafındaki burçlar savaş esirleri için zindan vazifesi görüyordu Daha sonraki yıllarda tersaneye ait savaş gemilerinin donanım malzemelerini saklamakta kullanıldı. Hatta yeryüzünde uçan ilk insan bile Galata Kulesini kullandı.
Üstadımız Evliya Çelebi İstanbul anılarını anlatırken Hezarfen Ahmet Çelebi’nin yapma kanatları ile Galat kulesinden Doğancılar Meydanına kadar nasıl uçtuğunu o güzel dili ile bizlere anlatır.
Efendim derler ki; “Hezarfen Ahmed Çelebi, İbtida Ok Meydanı’nın minberi üzere rüzgârın şiddetinde kartal kanadlariyle sekiz dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Ba’dehu Sultan Murad Han, Sarayburnunda Sinanpaşa köşkünden temaşa ederken Galata kulesinin tâ zirve-i âlâsından (tepesinden) lodos rüzgâriyle uçarak Üsküdar’da Doğancılar meydanına inmiştir. Sonra Murad Han kendisine bir kese altın ihsan ederek “Bu adam çok havf edilecek (korkulacak) bir adamdır. Her ne murad edinse elinden geliyor, böyle kimselerin bekâsı caiz değil” diye Cezayir’e nefi eylemiştir. Anda merhum oldu.”
Sultan Murad Han bayağı şanslı imiş. Lâgarî Hasan Çelebi de onun zamanında yaşamıştır. Üstadımızın dili ile anmadan olmaz.
“Lâgarî Hasan Çelebi; Murad Han’ın Kaya Sultan nam duhteri Pakizeahteri (kızı) vücude geldiği gece akike şadumanlığı (bir çocuğun doğumunun yedinci günü veya saçının ilk kesildiği vakit kesilen kurban şenliği) oldu. Bu Lâgarî Hasan, elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişek icat etti. Sarayburnunda Hünkâr huzurunda fişeğe bindi. Ve şakirdleri fitili ateşlediler. Lâgarî “Padişahım seni Hüda’ya ısmarladım. İsa Nebî ile konuşmaya gidiyorum” diyerek temcid ve tahmid (ululama, şükretme) ederek evc-i âsümana uruc etti (gökyüzüne yükseldi). Yanında olan fişekleri ateş edüp ruy-i deryayı çırağan eyledi (denizin yüzünü aydınlattı). Bâm-ı felekte (gök çatısında ) büyük fişeğin barutu kalmayıp ta zemine doğru inerken ellerinde olan kartal kanatlarını açup Sinan Paşa kasrı önünde deryaya indi. Oradan şinaverlik ederek (yüzerek) üryanen huzur-i padişahîye geldi. Zemini bus ederek “Padişahım, İsa Nebî sana selam eyledi” diye şakaya başladı. Bir kese akçe ihsan olunup yetmiş akçe ile sipahi yazıldı. Sonra Kırım’da Selâmetgiray Han’a gidüp orada merhum oldu. Rahmetli, yâr-ı gar-ı sadıkımız idi. (En yakın arkadaşı imiş)”.
“Çam yaprağı sayılmaz” hesabı; İstanbul’ un da hikâyesi bitmez. IV. Murad’ dan biz gelelim III: Selim devrine. Ve, Galata kulesi 1794 yangınında yandı. Onarılırken; duvarlar iki metre kadar indirildikten sonra, üstüne üç oda, bir divanhane ile birlikte dört köşesine çıkma halinde camlı dört cumba yapıldı. Ayrıca her taraftan duyulabilecek bir davul ve kös de konuldu. 1717 yılından itibaren zaten gece yarısını haber vermek üzere buraya bir mehterhane ocağı konmuştu. Ocağın görevi aynı zamanda İstanbul’da çıkan yangınları da haber vermekti. Hemen hemen bütün evleri ahşap olan İstanbul’da yangın çıkmayan bir akşam yok gibi idi. Hatta bugünün itfaiyecilerinin karşılığı olan tulumbacılar başlı başına bir ekol haline gelmişti. Galata kulesi surları etrafında bu tulumbacı koğuşları da mevcuttu. Yangınlarda deli divane olup tulumbacı bekleyen evsahiplerinin en büyük korkusu ise oğullarının tulumbacı olması idi.
Havalar güzel gitmeye görsün İstanbul’da. Tıpkı şimdi ki gibi, uslu çocuklar okula, biraz fazla yaramazlar oyuna giderlerdi. Oynayıp, zıplayıp, denize giren çıkan, tulumba talim edilen mahallerde gezen çocuklar akşam okuldan diyerek eve gelirlerdi. Deniz kıyısında tulumbacı takımından bir sandalcı bunları görürse hemen dost olurlar, beraber sandala biner, kürek çeker, balık tutarlar. Hatta tulumbacı ateş yakar, bunlar ızgara balık pişirirler. Sandalında sakladığı rakı şişesini çıkarır çocukları kandırıp bir de içirir. Bazısı geç kaldığını söyleyince hemen tulumbacı lafa karışır “Mektebe gidip de ne olacaksınız? Her gün hocadan dayak yersiniziniz, azar işitirsiniz. Bakın ben bir dalga yaptım, mektepten tart olundum. Kocakarı da beni evden kovdu. Şimdi bey gibi yaşıyorum. Yangın olursa giderim. Orada kıyak dalavere döner. Bir dalga çevirdim mi parası insana bir sene yeter. O zaman Allah kerim.” Der ve daha bir sürü lâflarla çocukları kandırırlardı. Hatta çocukları parlak tulumba aletleri ile süslenmiş koğuşlarına kadar götürürler, ceketlerinin kolu üç sıra sırmalı reis nişanlı, başlarında sıfır numara kalıp fes ve fesin kenarlarında ipekli bir mendil sarılı, belinde Girit kuşağı, ayağında yumurta ökçeli ayakkabı, sol omzundan asılmış gümüş köstekli,çalımlı yürüyüşlü tulumbacıları gören çocuklar o an tav olurdu. “Bizde koğuşa yazılıyoruz hemen” derlerdi. Beklesin artık evde ana baba; “Bir oğlumuz var gelecek” diye.
Yangınları haber verip, tulumbacılara nafaka çıkartan kulemiz 1831 de bir kere daha yandı. Bu sefer en üst katta bir kahvehane vardı. Özellikle seyyahların ve gravür ressamlarının rağbet ettiği bu kahve de o yangında yandı. 1831 yılı Ağustos ayının ilk günlerinde yanan kuleyi onarma sırası şimdi II. Mahmut’ta idi. Bu onarım da en üst kat biçimi değiştirilerek, buraya kemerli on dört büyük pencereli bir kat yapılmış, bunun üstüne kurşun kaplı sivri bir külah yerleştirilmiş, pencerelerin önüne çepçevre demir bir parmaklık takılarak İstanbul’u her yönden panoramik görme imkanı sağlayan bir gezinti alanı yaratılmıştır. Bu arada kuleye konulan çan şimdi İstanbul Arkeoloji Müzesindedir.
Üzerinden çok geçmez, 30 yıl sonra 1864 yılında kulenin etrafında bir “imar” hareketi başlar. Bu çalışmalarda eteğindeki avlusunu, kapılarını, kıyıya inen sur duvarlarını kaybeder, hendekler doldurulur. Bir yandan da kulenin dibinden itibaren Tepebaşı’ndan Kasımpaşa’ya, diğer taraftan Tophaneye uzanan büyük Türk mezarlığı evlere yer açmak için taşları ve ağaçları ile sökülmeye başlar. Etrafındaki ahşap Türk evleri yıkılmaya, yerine çok katlı halen günümüzde de varlıklarını koruyan apartmanlar yapılmaya başlar. Bu arada kulede de nasbini alır, külahı sökülür, üst kısmı bütünüyle değişir, üst üste iki oda yapılır, bunların tam ortasına uzun bir bayrak direği dikilir, II. Mahmud’un yaptırdığı güzelim ahşap merdiven de sökülüp atılır. 1959-1960 kışına kadar yangın gözetleme kulesi olarak işlevini sürdüren kulenin ahşap kirişleri çürür ve çöker. İstanbul Belediyesinin başlattığı tamiratla1967 yılında bir dereceye kadar II. Mahmud döneminin durumuna getirecek kadar onarılır.
Ama ne yazık ki, külah betondandır, artık içinde bir asansörü de vardır ve de üst katı lokal, lokanta olarak kullanılmaktadır. Orijinal olarak kalan ise sadece taş duvarları.
Muhteşem bir İstanbul manzarası görmek istiyorsanız, hiç vakit kaybetmeyin. Ben o kadar çıktım göremedim ama, pirîmiz Evliya Çelebi Uludağ’ın bembeyaz karlı tepelerini gördüğünü de anlatır. Bana görünmeyen belki Çelebimiz gibi sizlere de görünür.