En mühim sıkıntımız hafızasızlığımızdır. Hafızasını kaybetmiş bir insan sokağa bırakılsa nereye gideceğini ne yapacağını bilemeden döner, dolaşır. Tarihini, tecrübelerini unutmuş olan bir toplum da sağlam bir duruşa sahip olamaz, yaşadığı hayata da hakim olamaz. Asıl yapılması gereken asırların biriktirdiği büyük tarih tecrübesiyle ilgili bir bakış açısı geliştirmek ve yaşadığımız medeniyet ve kimlik buhranını çözmeye yarayacak zerre kadar bilginin dahi peşine düşmektir.
Şimdilerde bütün dünyaya yayılmış eğitim paradigmasıyla, “tarihin sonu” tezleriyle, medya ile oluşturulmuş kamuoyuyla farklı bir sesin duyulmasını istemeyen bir zihniyetle karşı karşıyayız.
A. Hamdi Tanpınar “Milliyet, devamdır.” diyor. Bu devamlılığı sağlayacak temel unsurları bilmeden neyin mücadelesini yapacağız? Bunları bilmeden, okumadan, araştırmadan, düşünmeden varılabilecek nokta ancak yabancılaşmadır. Türkiye’de yerli bir duruş sergileyebilmek için, orijinal düşünceyi ve bize ait bakış açısını ortaya koyabilmek için medeniyet eksenli düşünmeyi gerçekleştirebilmiş olan herkesi tanımak, anlayabilmek gerekiyor. Erol Güngör’ü, Necip Fazıl’ı, Nurettin Topçu’yu, Peyami Safa’yı, Yahya Kemal’i, A. Hamdi Tanpınar’ı, Cemil Meriç’i, S. Ahmet Arvasi’yi, Samiha Ayverdi’yi, Mehmet Kaplan’ı, Atsız’ı tanımadan, okumadan hangi milliyetçilikten, hangi muhafazakarlıktan, hangi yerlilikten bahsediyoruz? Biz bu insanları ve eserlerini bilmeyince fikir üretmek yerine günlük, aktüel hadiseler üzerine çene yormaktan başka birşey yapamayız. Her tarafı kaplayan yüzeyselliğe, samimiyetsizliğe, geçiştirmelere dahil olmak kendi kafasıyla düşünmenin yollarını araması gereken insanlar için kendi kendini baltalamak demektir. Bu zaafiyetin neticesinde birbirinden farklı olduklarını zanneden insanlar modaların, Pop Star’ın, Biz Evleniyoruz’un, en son çıkan cep telefonunun etrafında birleşiyorlar.
Kalıplarda yaşayanlar değer üretemezler. Hem yeni hem de kalıcı olanı ortaya koyamazlar. Bu saydığımız isimler önlerine konulan kalıplara takılıp kalmadıkları için tefekkür insanları olabilmişlerdir. Şahsi gayretleri, anlayışları, arayışları, sabırla yürüyüşleri, sahip oldukları ufuk genişliği onları başkalarından ayırmıştır. Bu isimleri hiçbir şekilde yerli düşünmek iddiası olmayanlar kadar tanırsak milliyetçilik bizim için vasıta değil gaye haline gelir.
Okumak burada varolmanın, kafa bağımsızlığının anahtarı olarak gözüküyor. Yerli düşünceyi sekiz-on tane kelimeden oluşan bir slogan çerçevesine hapsetmek en başta bu topraklarda asırlarca milletimizin hayatına kaynaklık etmiş değer yargılarını aşındırır. Bu aşınma da gerçekten hissederek “BİZ” diyebilmeyi zorlaştırır. Gerçekten içi dolu bir şekilde “BİZ” diyebilmek için düşünen ve düşünce üreten insanların takipçisi olmalı, onların hakkını vermeli ve çoğalmaları için çaba göstermeliyiz. İçimiz dolu olmazsa ancak nöbete benzer tepkiler verebilir ve kalitede değil sayıda birlikteliğin resmini ortaya koyarız. Aynı dili konuşabilmek, aynı kelimelerden farklı manalar çıkartmamak için, okumak, düşünmek zorundayız. Artık insanlar televizyonda gördüklerinin dışında bir gündeme sahip olamadıkları için şifahi kültürün insandan insana eğitimi gerçekleştiren kuvveti ve faydası neredeyse ortadan kalkmıştır.
Şu anda bütün bir toplum olarak adeta böbrek hastalarının diyalize bağlı hayat sürdüğü gibi, televizyona bağlı, onu olmazsa olmaz hale getirmiş durumdayız. İnsandan insana eğitim ortadan kalkınca kimse kimseden şahsiyetine katkı sağlayabilecek bir şeyler öğrenemiyor. Öğrenemeyince de hiç kimse hatırlanmıyor, hafızasızlık, unutma ve geçiştirme hayat tarzı haline geliyor.
Böylesine boşlukta, zihnen intihar etmiş şekilde yaşayan insanlar haliyle değerlerin hakkını teslim etmiyor, kalıcılığın peşinde olan insanları anlayamıyor, hatta insan ilişkilerindeki asgari ölçüleri bile bilmedikleri için rahatsızlık meydana getiriyorlar.
Bu boşluktan bizi ancak şahsi gayretimiz ve okumak kurtarabilir. Kültürün ana kaynağı olan kitaba, ama satılmak için değil gerçekten okunmak için yazılan kitaba sarılmalıyız.