Bildiğiniz gibi, geçtiğimiz günlerde “muhafazakâr demokrasi” tartışmaları oldu.
Muhafaza edeceğimiz muhteva, korunması gereken bir “gelenek” olduğuna göre; önce, hafızamızı yenileyip, gelenek konusunda kim ne demiş onu hatırlayalım:
“Geçmiş ölmedi. Henüz geçmedi bile!”/ William Faulkner.
“Suyun suya benzemesi gibi, geçmiş de geleceğe benzer.”/İbn Haldun.
“Geçmişe ne kadar dönük ve derin olursanız, gelecekle ilgili o kadar iddialı olabilirsiniz!”/ Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu.
“Yanlış yöne gittiğimizi gördüğümüz zaman, görevimiz, ayak izlerimizden geriye dönüp, doğru yola girmektir!”/ Mahatma Gandhi.
“Geçmişi unutanlar, onu (geleneğin oluşma sürecini) yeniden yaşamaya mahkûmdur.”/
Santayana.
“Hayat, geriye (geçmişe/maziye, yaşanan tecrübeye) bakarak anlaşılır, ileriye bakarak yaşanır.”/ Sörn Kierkegaad.
“Ne kadar geriye bakarsanız, o kadar ilerisini görebilirsiniz!”/ William Churchill.
İlk sözü, ilk tanımı tırnak içine alışım, patentinin bana aitliğini tescil içindir. Ne olur, ne olmaz. Ortalıkta fikir hırsızları dolaşıyor. Bakarsınız bir fikir fukarası sahip çıkar bu söze.
Ben bu tanımı yaklaşık 18 sene önce yaptım. Cumhuriyet gazetesinden, yanılmıyorsam sayın Prof. Zehra İpşiroğlu da, sağ aydının gelenek tanımına örnek olarak, benim bu sözümü referans gösterdi. Ne yazık ki, müspet açıdan değil de, sözde tutuculuk açısından.
‘Dünden çok, yarın’ diye tanımlanan bir kavramın neresi tutuculuk, doğrusu anlamakta zorluk çekmiştim. Bir tarafın idrakinde bir yırtılma, bir dikene takılma, bir örselenme, bir yalama var ama, hangi tarafın; buna pek muhterem idrak sahipleri cevap versin. Kendisine gecikmiş bir teşekkür borcum var yine de, çünkü gelenek tarifleri arasında müstesna yerini almış oldu bu böylece.
Son günlerde yeni bir tartışma var: Muhafazakâr Demokrasi. Önce şunu belirtelim ki, inceltme işaretini artık hiç kimse kullanmıyor. O zaman son heceyi kabaca “kar” olarak okumak durumunda kalıyoruz. Muhafaza-kar. Ne demek Allah aşkına muhafaza-kar. Dilin epistemolojisinden, semantiğinden, ontolojisinden olduğu kadar estetikolojisinden de (bunu tarifi ben uydurdum) mahrum bu sığ kafalar.
Bir kere bizim muhtevamızı, bizim cevherimizi ve bizim mânâ nizamımızı, ruh medeniyetimizi, Batı menşeli kavramlarla izah etmek mümkün değil. Bu bir kaçış, bu bir sığınma, bu bir mecburiyet, bu bir çağdaş takiye olsa bile, kifayet edici bir tanım ve tarif değil.
NEYİ MUHAFAZA EDECEĞİZ?
Kaldı ki, muhafazakârlık kavramını kullanırken bir adaptasyona, bir uyarlamaya, bir “eritmeye” ihtiyaç olduğu kesin. Muhafazakârlığın bizdeki karşılığı, Batıdaki gibi konservatif yaklaşım değil. Bizim epistemolojimiz ya da mistik/aşkın terkibimiz “konserve” kutusundaki “ölü nesne/ölü bezelye” gibi değil; dalındaki kırmızı nar gibi, asmasındaki çavuş üzümü gibi, bahardaki taze eşkin gibi bir canlılığı/dirilişi muhtevi bir özün adıdır. Değişir ama değişirken, kendiliğini de korur. ‘Kökü mâzide olan âtidir, değişerek devam etmektir, değişirken biz kalmaktır.’ Çünkü korunan/muhafaza edilen mânâ misyonudur. Maddeye, zahiri kültüre, alışkanlıklara, şeklî göreneklere dayalı bir tavır değildir asıl olan, işte bu mânâda “gelenek, dünden çok yarın demektir! (Patent: Olcay Yazıcı)
Oysa muhafazakârlık denilince herkes kasıtlı ya da cahilce, hem elde bulunanın, olduğu gibi sıkı sıkıya korunması ve hiçbir yenileşmeye, değişmeye, yeniliğe açık olmamak diye sunuluyor.
‘Dünden çok yarın’ demek olan gelenek, yanı muhafaza edilmesi gereken irasyonel değerler sistemi/manzumesi için dondurucu/tutucu/örtücü-öldürücü gibi tanımlar kullanmak ancak cühelanın işidir.
Siyaset sosyolojisinde bu kavram eskilerde var mıydı, yeni mi ilave edildi gibi tartışmalar bir yana, muhafazakârlığın toplumsal bir siyasî proje olarak sunulmasının doğru olmadığını savunanlar bir yana; kavram çok sığ bir yaklaşım çerçevesinde ele alınıyor. Mesele bir toplumun, bir insan kütlesinin, millet denen sosyolojik cem’in genetiğini ve DNA’sını oluşturan ana kimyadır, temel şifredir. Değişim ve dönüşüm, bu öz korunduğu sürece bir mânâ ifade eder; değilse bir bozulmanın, bir başkalaşmanın, bir yozlaşmanın içindeyiz demektir.
‘HER DEM YENİDEN DOĞARIZ’
Daha açık bir ifadeyle, muhafazakârlık öze, manâya, cevhere, genetiğe, ruh köküne taalluk eden/karşılık gelen bir muhtevadır. Tabii ki, yeniliğe, değişikliğe açık ve teşne olacaksınız, fakat kendiliğinizi muhafaza ederek. Geleneğimizin özgün dinamiği, “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası!” ilhamının, ikliminin içindedir. İşte gelenek bu, işte muhafazakârlık bu. Yani Mevlânâ’nın pergel mecazı/sembolü gibi: Bir ayağınız kendi coğrafyanızda sabit olacak, ötekisi ile dünyayı dolaşacaksınız. Eğer gelenekten kopar, iki ayağınızı da serbest bırakırsanız, önce kendinizden uzaklaşır, sonra büsbütün kopar, yok olursunuz.
Tartışmalar zaman zaman acaba AK Parti, “Biz Müslüman’ız!” diyemediği için mi, muhafazakârız diyor, deniyor. Bu da bir ihtimaldir ve hür düşünceye saygılı merciler, bu konuda bir özeleştiri yapmalı. Samimiyetin önünü açmalı, riyakâr bir yönelişe zemin hazırlamamalı/böyle bir ceberut, dayatmacı demokrasiyi alkışlamamalı/tepeden inmeci-despot bir yönetim ile insanları gayri tabii izahlara zorlanmamalı.
Unutmayalım ki, Batı, kendine gelene değil, kendinden uzaklaşana, kültürel kimliğini değiştirenlere “cesaret ödülü” verir. Bu sebeple pek de onurlu bir taltif sayılmaz...