Kasım 2008

Ö T E S İ

 

3.10.2024 



Gezi

 
Banu Erkmen

Göksudan Küçüksu Kasrına


Boğaz şıktır, Boğaz, baştan başa ışıktır….. Bir zamanlar boğazın iki yakası Toros dağlarının makileri gibi sık ormanlarla örtülü idi. Sahillerinde ise cumbaları denizin üzerine uzanan, altında kayıkhanelerinin bulunduğu ahşap, kagir konaklarla kaplıydı. Konakların arkası setler halinde içinde envai bitkinin bulunduğu tepelerin üst noktalarına kadar uzanan bahçelerle süslenmişti. Bu bahçeler, fıskiyeli havuzlar, madalyonlu çeşmelerle de ayrıca bezenmişti. Bazı konak sahipleri ise mekanlarını geri plâna inşa ettirip, güzelim bahçelerini deniz ile konağın arasında yaptırmayı tercih etmişlerdi. Bugün masal olan çevre düzeni içine serpiştirilmiş hanedana veya hanedanın yakınlarına ait saray ve kasırlar ise bu muhteşem tabloyu tamamlıyorlardı.

Masmavi pırıl pırıl gökyüzündeki köpük köpük bembeyaz bulutları dalgalandıran tertemiz havası bugün bile insanın içini bir anda açıyor. Pespembe erguvanları, yeşilin dans eden her tonu ile defne, fıstık çamları, serviler ve zakkumlarla dolu korulukların, ormanların kucaklaştığı camgöbeği suların kıyısında bir sahil saray, bir konak, bir köşk veya yalı sahibi olmak bugünkü gibi o zamanlar da bir ayrıcalıktı.
Güneşin suya, sudaki ışıklarında salonlarında dans ettiği Küçüksu Kasrı’da bunlardan biri idi. Hakkında birçoklarımızın yanlış bilgilendirmelere sahip olduğu Küçüksu Kasrındayız. Kimi IV. Murat zamanında, kimi ise I. Mahmut zamanında yapılmıştır derken, bazıları ise Abdülaziz Fransa İmparatoriçesi Ojeni için yaptırmıştır der. Halbuki bunların şimdiki Küçüksu Kasrı ile hiç alakası yoktur. En iyisi biz doğrusuna bakalım.
IV.Murat’ın gittiği yer Göksu çayırı idi. Eski adı Potamion olan derenin başında Anadolu Hisarı (oryantalistler Asya Şatosu derler) ve aynı adı taşıyan köy bulunur. I. Beyazıd’ın yaptırdığı Anadolu Hisarı karşı kıyıda ki Rumeli Hisarı (Avrupa Şatosu) gibi büyük değildir. Bir bölümü zamana direnememiş olmakla birlikte doğa, sanat ve tarihin iç içe olduğu kalede, surlar dile gelir ve acı, tatlı anlatırlar. Şimdi üzerinde sitelerin, hipermarketlerin, gecekonduların kapladığı Göksü çayırında IV. Murat otağ kurar ve ava çıkarmış. Aynı zamanda mesire yeri olarak kullanılmaya başlanması da bu devirlere rastlar. İleriki yıllarda Göksu mesireleri başlı başına bir konu olacak, hakkında ciltler dolusu romanlar, hikâyeler yazılacak kadar ünlenecektir. O devirde İstanbul’da bulunan zamanın oryantalist yazarları Göksu’yu öyle bir ballandırarak, zenginleştirerek anlatacaklardır ki, batılılar için İstanbul görülesi bir masal kenti olacaktır.Öyle ya;
Dere boyu sandalların hınca hınç dolu olduğu, çayırların adam almadığı, ufacık bir yer kapabilmek için sabah ezanında yola düşenlerin mesire yeri o zamanlar çok farklıymış. Kimler gelmezmiş ki? Osmanlı armalı, altın yaldızlarla süslenmiş, en pahalı döşemelerin kullanıldığı, sakız gibi beyaz şalvarlı kürekçileri, içinde ayrıca haremağaları ile saltanat kayıklarında sultanlar, şehzadeler, damadı şehriyarîler. Lüksü biraz daha düşük sandallarda ise, vükela hanımları, kızları, gelinleri, oğulları, damatları. Beyoğlu’ndan veya Tarabya’dan gelen elçi beyler ve sırmalı elbiseli kavasları. Daha kimler kimler.. Arap halayıkların yardımı ile saraylı hanımların ipek halılar üzerine oturduğu, “tahtırevan” denen kafesli bir seti bile varmış. Zamanın en ünlü hanende ve sazendeleri burada dinlenirken, en becerikli ahçıların elinden çıkmış muazzam sofralar donatılırmış. Bazıları sandallarından veya arabalarından çıkmaz sabahtan akşama değin salına salına gezinir, sandallardan yapılan müzik ziyafetinden faydalanmayı tercih ederlermiş. Bu arabalar da tıpkı aileleri getiren sandallar gibi pek saltanatlı imiş. Tenteleri sarı kılaptan saçaklı, perdeleri koyu kırmızı veya lacivert kadifeden olup, özellikle aynalarla süslü olmalarına dikkat edilirmiş. Bu aynalardan üzeri nakışlı veya kıymetli taşlarla bezeli olarak hanımların da eline bir tane bulunur, işlevlerini çok amaca yönelik olarak görürlermiş. Meselâ; parmaklarındaki, kollarındaki ziynetlerin görünmesi olduğu gibi, etrafta kimler var kimler yok diye kontrol etmek veya mesaj vermek de buna dahilmiş.Nasıl mı?
Boyun bükme: Ben Senin Kulunum. Kaş Çatma: A Vallahi Olmaz. Gözleri Yere İndirme: Arkamdan Gelme. V.s v.s.
Hanımlarımız bunalınca, feracelerini elleriyle ütüler, incecik ipek yaşmaklarını gözlerini tamamen ortaya çıkartacak şekilde örter, (çarşaf 1881 yılında mecbur tutulmuş, ferace ve yaşmak yasaklanmıştır.) bu sefer ellerine yelpazelerini alır, öbür ellerinde şemsiye çayırda dolaşmaya çıkarlarmış. Bu şemsiyelerinde ayrıca bir dili varmış. Ondan da örnek verirsek; Şemsiyeyi sağdan sola çevirme: Durma Geç, Dön Git. Öne Doğru Hafifçe Düşürme: Hoş Geldin Sefa Getirdin Efendim gibi. Vs.
Gündüz biter, gece mehtap sefası başlarmış. Bu sefer sandaldan sandala şarkılar, gazeller ile duyguların ifade edilmesine sıra gelirmiş.

Merhamet kıl âşıkı pür derde Allah aşkına
Şivekârım nerde kaldın, nerde kaldın Allah aşkına? Gibi..

Boğaz Bir Derya Deniz;
Sizlere Küçüksu Kasrını anlatacakken nerelere kadar vardık.
Küçüksu ve Göksu birbirlerine nispeten biri kuzeyde biri güneyde akar. Aralarında Küçüksu çayırı denen çayır ile bostanlar, korular, tepeler varmış. (25 yıl öncesine kadar) Küçüksu Kasrı ilk olarak I. Sultan Mahmut zamanında Sadrazam Divittar Mehmet Paşa nezaretinde Sevda Tepesinin (bu da ayrı bir hikâye) eteklerinde 840 arşın arsa üzerine ahşap bir köşk olarak inşa olunmuş. Denizin üstüne doğru taşan tek katlı yapı ile arkasında denize paralel iki katlı bir bölümden oluşmakta idi. Ahşap kubbe ile örtülü kare şeklindeki orta sahın etrafında birer kol, bir tanesi deniz üstüne doğru olmak üzere, üç yönden çıkıntı meydana getirir. “Üç sofalı oda” diye anılan bu mekan tipi, yalnızca haneden saray ve köşklerinde değil, devrin ileri gelenlerinin hatta zenginlerinin konutlarında da görülmekte idi.
Göksu’daki “T” şeklindeki kasr-ı hümayun ve iki yanına eklenen odaların deniz cepheleri kazıklar üzerine oturtulmuştur. Baş odanın arkasında büyük bir sofa ve sofanın iki tarafında simetrik olarak, bir eksen etrafında sekiz adet oda ile ikincil sofalar ve servis mekanları sıralanmaktaydı. Bahçeye doğru uzanan kasrın en arka bölümü iki katlıydı. Esas giriş Aynalıkavak kasrında olduğu gibi yandaydı. İkinci girişi ise asimetrik bir konumda, arkada ve kasrı boylamasına kesen eksene yakındı.
I.Mahmud, III.Mustafa, III. Selim’in saltanatları sırasında yapılan onarımları kaydeden keşif defterlerinde, ayrıntılı bir mekân listesi bulunmaktadır. Yapının iç bölümleri hakkında mekân isimlerini sıralayarak bilgi veren defterler, döşemenin nasıl olacağını, yastık, minder, pencere ve kapı perdelerinin sayısını kaydetmektedir. Odaların, kethüda bey, defterdar efendi, reis efendi, yeniçeri ağası, çavuşbaşı, cebecibaşı, darphane nazırı, gümrükçü ve Boğdan voyvodası tarafından döşenmiş olmaları, 18. yy padişahlarının seçkin sınıf ile işbirliği ya da hattâ iktidar ortaklığı konusunda düşündürücü bir ipucunu gündeme getirmektedir.
18. yy da padişahların Topkapı Sarayı dışında beste yapmak, şiir yazmak veya ok ile tüfek talimi yapmak bahanesi ile vakit geçirmeleri gelenek haline gelmişti. III. Selim ve II. Mahmud’un Küçüksu Kasrına bu tür bahanelerle çok sık geldikleri bilinmektedir.
Küçüksu Kasrının ne zaman yıkıldığı kesin olarak bilinmemektedir. Yerine Abdülmecid döneminde, 1856’da kâgir bir kasır bina inşa edilmiş; bu yapı da Küçüksu Kasrı ismi ile anıla gelmiştir. Mimarı babası ile beraber Dolmabahçe Sarayını inşa eden Nigoğos Balyan’dır. Yüksek bir subasman üzerine iki katlı olan mermer kaplamalı bu yeni kasır, genel yapı özellikleri bakımından Abdülmecid döneminin batılı mimari zevkini yansıtmaktadır. Bodrum katı, kiler, mutfak ve hizmet odaları gibi servis mekanlarına ayrılmış; diğer iki kat ise bir orta mekana açılan dört adet köşe odası olarak düzenlenmiştir.
Dışa taşan cephe süslemeleri Abdülaziz döneminde yeniden elden geçirilerek; çiçek, yaprak ve çelenkler ile rozet ve vazolardan oluşan yüksek kabartma süslemeler bu dönemde eklenmiştir. Bu ağır süsleme repertuarı, Küçüksu Kasrının genelde barok olan mimarı karakterini gizlemektedir. Uzun deniz cephesi üç düşey bölüme ayrılmıştır. İki yan bölüm dışbükeydir. Orta bölümde bulunan kapıya, at nalı biçimli iki kollu görkemli bir barok merdivenle ulaşılır. At nalının iki kolunun kucakladığı mermer fıskiyeli süsü havuzu ile çeşme ve dört sütunlu geriye doğru çekilmiş giriş sahanlığı , bu çok hareketli cepheye denge kazandırır.
Her iki katta da pencereler yere kadardır; önleri mermer şebekeler yada sütunlu parmaklıklarla kesilmiştir. Yan cephelerde üst katta ortada, zemin katta da boydan boya ikişer balkon vardır. Üst katta ki konsollara taşıtılmış, zemin kattaki ayaklara oturtulmuştur. Arka cephede, subasman katında ki girişin üstünü kaplayan ve ayaklarla taşınan mermer teras, yan cephelerde de devam eder. Konsollarla dışa çatan bir parapet duvar, çatıyı gizleyerek çatıyı çepçevre dolaşır. Bahçesi ise çok zarif demir döküm parmaklıklarla çevrilidir.
İç dekorasyon için Viyana Operası dekoratörü Sechan görevlendirilmiş, oda ve salonlar değerli sanat eserleri ile döşenmiştir. . Alçı kabartma ve kalem işi süslemeli tavanları, değerli İtalyan mermerleriyle yapılmış şömineleri, her bir odada da ayrı bir süslemeli ve ince işçilikli parkeleri, çeşitli Avrupa üsluplarında ki mobilyaları, halı, ayna ve tablolarıyla Küçüksu Kasrı bugün eşsiz bir sanat müzesidir. Gezerken bakmalara doyamadığımız bu şaheser kasrı zamanın padişahları, hafta sonlarında pikniğe gitmek isteyen yakınlarına veya dostlarına sunarmış. Ayrıca; Abdülaziz döneminde, daha sonra tahta geçecek olan İngiliz velihatı Galler Prensi, VII. Edward ile Eflak-Boğdan Prensi I. Jean Alexandre ağırlanmıştır. İmparatoriçe Ojeni ise Beykoz sarayında ağırlanmış olup o da ayrı bir hikâyedir. II. Abdülhamid’in itibar etmediği kasır, V. Mehmet ve son halife Abdülmecid Efendi tarafından da kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminde de önce Atatürk tarafından, 1970’lere kadar da özel günlerde çeşitli davet kabullerinde kullanılmış olan kasır, 1983’de müzeye çevrilmiştir.
Pazartesi ve Perşembe hariç ziyarete açık olan Kasrı görmeye gittiğinizde, Göksu’ya inmeyi ihmal etmeyin. Eski mesireleri hatırlayın ve o güzellikleri yaşayanları da anın…..


ufuk@ufukotesi.com

Bu yazı toplam defa okunmuştur.

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.

UFUK ÖTESİ.COM

BU YAZIYI TAVSİYE EDİN

Adınız  Soyadınız

E-posta adresiniz
Arkadaşınızın e-posta adresi

 

Yazdır  - Sayfanın Başına Dön 

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002