Kasım 2008

Ö T E S İ

 

8.12.2024 



Düşün/ce

 
Olcay Yazıcı

Beklenen büyük dönüş...


Kitaptan, buna bağlı olarak kültürden, bir ahlâk nizamından, irfan derinliğinden, dengeli/erdemli hayattan nasıl koptuk? Bu sofistike/çok boyutlu suale, özet bir cevap vermek gerekirse kitaptan, sürüleştirilip, “yığınsal kitle”ye dönüştürüldüğümüz için koptuk. Özne iken, nesneye; şerefli bir mahlûk iken şeyleşmeye özendiğimiz/özendirildiğimiz, oluşun metafizik ruhundan uzaklaştığımız için koptuk.

Tefekkür çağı kapandı, şimdi sulusepken seyirlik bir çağdayız; kışkırtıcı görüntünün, hayvanî hazların ve maddenin putlaştırıldığı; idrakin geri zekâlı çocuklar seviyesine indirgendiği bir çağ bu.
İlim-irfan yuvalarının kapısına kilit vurup, çok “kanallı” bir yüzeyselleşmenin gönüllü erleri haline getirildik. Mürşidimiz, ermişimiz, erenimiz, merhamet sahibi müessese insanlarımız yok artık. Yol-yöntem, metot-üslup göstericililerimiz yok. İstisnasız her şeyi pazara çıkaran, her mukaddes değerin satışından-sürümünden kazanan homoekonomi/kus (para-manyak) kafalarımız var.
Bilgi çağının genel-geçer yaygarasını, sanal retoriğini iyi kotarıyoruz da, insanlık birikiminin derunî muhtevasını beynimize özümsetemiyor, onun çile aşkını ruhumuza kabul ettiremiyoruz. Kolaya, geçici-uçucu olana tutkunuz. Tufan dinecek, çılgınlık nöbeti geçecek ki, kâr-ziyan tespiti yapabilelim.

Kültürle, kurtuluşa erdiren düşünceyle sağlam bir bağ kuramadık. Çünkü köklerimiz budanmış, hafızamız bulandırılmış. Yoz bir aşı yapılmış soy-ağacımıza. Genlerimize kadar işlemiş yabacılaştırma ve kimliksizleştirme ameliyesi. Sistematik olarak estirilen bir değiştirme, unutturma kasırgası, bizi “biz”yapan kıymet ve kıstasları silip, süpürmüş kafamızdan.
Bu vasatta, bu yozlukta “kendimiz” olamazdık, olamadık. Sadece kültürümüzden, medeniyetimizden değil, benliğimizden de uzaklaştırıldık. Ne Şarklı kalabildik, ne Garplı olabildik! Ne dervişiz, ne kâşif! Dayatılan, köle ruhlu ara bir kimlikte, ara bir statüde kilitlenip kaldık. Köleler fikir ve eylem üretmez, sadece emre itaat eder, efendilerini alkışlar! Verilen talimatları yerine getirir. Böylece, toplumsal bir trajediyi çaresiz kabullendik. En azından büyük bir kütle bu tuzağa düştü.

TEFEKKÜR TEHLİKELİDİR
Hükmedici, kural koyucu başat/dominant erke göre, okuyan, yazan, düşünen, sorgulayan insan tehlikeli insandır. Güdülmeye, emirlere/ön kabullere sorgusuz-sualsiz uymaya, “olur efendim”ci davranmaya, menfaatler doğrultusunda maniple edilmeye/kullanılmaya gelmez. Hiçbir kural koyucu kendi bindiği dalı kesmez. Saltanatını dayandırdığı kaideyi sarsacak eyleme müsaade etmez. Kültüre, ahlâkî sorgulamaya menfi gözlükle bakmanın altındaki esas sebep budur. Popülist ve güdümlü kültür ise bu sahadaki yozlaşmanın en haysiyetsiz prototipini teşkil eder.
Fakat çok şükür ki, hür düşünce sahipleri, onurlu kimlikler dayatmalara/darağaçlarına, zindanlara, ‘kanunî koruma’ hisarlarına rağmen, soysuzlaştırma amelesinin saçmalığını ve artık bu ideolojinin/bu paradigmanın iflas ettiğini görmektedir. Kültürün ve kültürlü insanın neden hep arka planda bırakıldığı sorusunun biricik cevabı, bu zihniyetin, bu tespitin içindedir.

Bilindiği üzere, “İlâhlar kurban ister”; putlar ve sahte şeyhler de, itaat eden, olup biteni, kendine sunulanı sorgulamayan ve zaten bu yetenekten maksatlı olarak mahrum bırakılan mumya-müritler ister. Eleştiriyi, sorgulamayı, hür tefekkürü, Demokles’in kılıcı gibi, cehennem çizgisinde tehdit eden gizli hücreler, prangalar var. Demokrasinin, fikir hürriyetinin, din ve vicdan serbestliğinin sadece adı dolaşıyor ortalıkta, muhtevası boşaltılmış; içine ağyarın/egemen gücün istediği ‘kimliksiz bir kimlik’ doldurulmuş.



BULANIK IRMAKTA ARINMAK
Ne acıdır ki, ana melekesi düşünce olan/olması gereken insandan, gele gele ‘tüketen ve tükenen insana’ geldik. Batı, endüstri devriminden, teknoloji atağına kadarki bütün süreçlerde insana hep, satın alan, harcayan ve karşılığında çok ödeyen geri zekâlı, aptal bir “tüketici” perspektifinden yaklaştı. Günah çıkarır gibi, son dönemlerdeki “insan kaynakları” düzenbazlığı sakın ola hiç kimseyi aldatmasın, bunun tam karşılığı “insanı (sağma) makinesi”dır.
Kültürümüzde vahyin, “âlemin özü”, “Yaratıcının hâlifesi” gibi üst misyonlar ve kutsal faziletler yüklediği bu âli yaratığa; Batı, hep meta mantalitesinden, hep bu hükmedici, kullanıcı, sömürücü zâviyeden baktı. Kendi paradigması, kendi argümanları açısından belki haklı idi. Peki ya, bizlerin bu tuzağa kolayca düşmemize, mağlubiyeti peşinen kabul etmemize ne demeli?

İnsanoğlu “kemâle erme” sürecini hızla geri dönerek, akıl almaz bir alçalışa geçti. Hem öyle bir alçalış, öyle bir alçalış ki, zeminin daha alt bir çizgisi yok. Üstelik bu insan, âdeta sergilediği alçaklıkla yetinmeyerek, bulunduğu ‘zemini’ daha da kazarak, “aşağıların en aşağısına” inmeye çalışıyor! Çok üzücü ve esef verici! Ama neylersin ki öyle. Çünkü, bu çağın erdem öğreticileri, kanaat önderleri, fikir müderrisleri, gönül erleri, söz sultanları yok. Çünkü, erdemli/irfanlı insan yitik bir zamana sürgün edilmiş. Kendi değer ve dinamiklerine/özgün referanslarına yabacılaştırılmış kalabalıklar. Bulanık bir ırmakta şuursuzca sürükleniyorlar. Bu ırmakta arınmak, yenilenmek, dirilmek mümkün değil. Bu minval üzere, gidişatta olağanüstü bir iyileşme vâki olmazsa, encamın korkunçluğunu tahmin etmek zor değil.

KARUN’U UTANDIRAN MANZARA
Şu bir gerçek ki, insan madde ile mânâ, nesnel bakışla, öznel duyum; hâl ile sonsuzluk, günahla sevap, fizik âlemle, metafizik âlem arasında sürekli yörünge, eksen ve kutup değiştirir, sürekli sarkaçlanır. Madde, beşerin sadece nefsine yani en ‘aşağı yanına’ hitap eder. Oysa insan, “aşağı”dan, madde’den bağımsızlaşabildiği, mücerret oluşa yakınlaşabildiği; diğerkâm davranabildiği, aşkın bir duyarlıkla yoğunlaşıp yeryüzünden öteye yükselebildiği oranda, gerçek mânâsıyla değer ve fazilet kazanır. İslâm tasavvurundaki ulvî statüsüne kavuşur. İslâm’ın önerdiği insan-ı kâmil misyon ve modeli, hamlıktan kurtulup, ermişliğe kavuşmayı gerektirir. Ki ademoğlunun en yüksek semâsı, mecazî miracı budur.
Olumsuz anlamdaki “değişme”nin, kutsal dışına çıkışın, öğretiden, ana yasadan, töreden, asırlardan süzülüp gelen gelenekten/terbiye nizamından ayrılışın ardından beliren yozlaşmanın en vahim ve en trajik yanı, kişinin yitirdiklerinin farkında olmayışıdır. İnsan ve ceman toplum, önce sapmışlığını, sapkınlığını, orijininden uzaklaşmasını, yanlışını bilecek ki, ‘aslına dönüş şuuru’ işlemeye başlasın.

Öz kültüre ve medeniyetimizin cevherine, ruhuna/insan-hayat-dünya ve öte dünya tasavvuruna yeniden nasıl dönülebilir? Tabii ki, kimliksizleşme ve yabancılaşmanın, entelektüel bir idrakle sorgulanmaya/adâlet terazisinde tartılmaya başlanmasıyla. Fakat bu söylenenin gerçekleşeceği yönünde umutlandırıcı bir işaret yok gibi. İlâhî müdahaleyi ayrı tutarsak, yakın bir dönem için beşerî planda hayra alâmet bir hareket, derunî bir dalgalanma, bir esenlik kımıltısı hissedilmiyor. Aksine, kötü gidişat günden güne katmerleşiyor; olanla, olması gereken arasındaki uçurum gün geçtikçe büyüyor. Ne acıdır ki, iyileşmeyi gerçekleştirmesi beklenenler, maalesef çözülüş ve bozulmanın öncülüğünü yapıyor; inanç sistemimizin öngördüğü/şart koştuğu insan anlayışı ile ters düşen bir davranış sergiliyor.

Mahiyeti itibariyle, özellikle metafiziğin konusu olan insanı, adâlet ve fazilet ölçülerini çiğneyip, aç kurtlar gibi yeryüzü nimetlerine saldırır hâle getirmek, asrın en büyük hatası, yanlışı olmuştur. Yüzyıllardır yaşanan “cihanşümul ıstırabın” sebebi budur. Maddî zenginliğin azgın ve sapkın misali sayılan Kârun’u ve Yunan mitolojisindeki servet tanrısı Plutus’u bile utandıracak bir ‘servet biriktirme/teknolojiye (onun şeytanî ürünlerine) tapınma hastalığı’ salgın halinde yayılıyor. İşin en esef verici yanı ise, bu yayılmanın şarkî coğrafyada da, haddi aşacak ölçülere varmasıdır. İnsanı ve kâinatı kuşatan ‘ebediyet müjdesinin çıkış coğrafyasına’, bu eşya meftunluğu/zebunluğu asla yakışmıyor.

BEKLENEN BÜYÜK DÖNÜŞ
Kimi, kime şikayet edecek, iyileşmeyi ve arınışı kimden/hangi merciden bekleyeceğiz? Sadece toplumsal değil, aynı zamanda küresel bir bozulma bu. Vebadan daha korkunç, cüzamdan daha öldürücü! Bu dehşet verici vasat nasıl değişir? Birileri çıkıp büyük bir çığlık atmalı, yeri-göğü sarsacak müthiş bir çığlık. Kıyameti andırır/hatırlatır bir sayhayı yankılandırmalı. Gönüllerdeki, üzeri küllenmiş kutsallık, erdem ve ebedîyet ateşini uyandırmalı. Uyandırmalı ki, frekans ve duyargaları servetin, aşırı lüksün şeytanî ihtişamına ayarlı kalabalıklar susup; ne oluyor, dünyamız nereye gidiyor; kaostan ve gazâptan nasıl kurtulacağız, diyerek irkilmeli. Sahte ilâhlara başkaldırıp, “Allah’tan başka ilâh yoktur!” diyerek, âlemlerin Rabb’ine maddî ve mânevî anlamda secde etmeli; “oyun ve eğlenceye” fazla dalmamalı, hesaba çekilme idrakiyle dizginlenip, ebedî felâhâ ermeli!

Dünyaya genel perspektiften baktığımızda ise, Batı medeniyeti, “ahlâkî bitişi/tükenişi” ile orantılı olarak telaşa kapılıp, şedit bir şiddete baş vurmakta; Nemrutluğa, Firavunluğa özenmektedir. Oysa ne kendinin, ne de dünyanın kurtuluşu bu “küresel eşkıyalıkta” değil. Eğer Batı, İslâm’ı “düşman” belleyip, saldırmak, çatışmak, önünü kesmek yerine, “ebedî kurtuluş muştulayan muhtevasını/ruhunu tanıyıp, fazilet öğretisini idrak edebilse”, hem kendi kurtulacak, hem dünya!

Netice-i kelâm, insanlar “olmakla-yok olmak”, ölümlü ile ölümsüz, cennetle-cehennem, eşya ile erdem arasındaki mahiyet farkını kavrayıp, ‘hesaba çekilme kaygısını ve son hüküm korkusunu’ hissettikleri an, -“Ol ya da öl!” ihtarının sırrı mucibince “metafizik eksenli toparlanış şuuru” başlayacak. Yoksa, bu ruh yangınını ve vahameti görmezden gelerek, kan, barut ve vahşet tüten hümanist söyleme ümit bağlamak, küresel kardeşlik hayâli kurmak, gözü dönmüş tiranlar çağının zulmüne ortak olmak mânâsına gelir ki, bu durum insan sıfatıyla/onun âli statüsüyle bağdaşmaz.

Evet, tekrar edersek; çözümün ve İblis kuşatmasından çıkışın şartı, yine ol cümlenin içindedir:
“Cinnetten toplumundan, cennet toplumuna dönüş!” Beklenen, özlenen büyük dönüş budur. İnsanoğlu ya bu “hayatı tasavvur inkılâbını”/insanı ontolojik yapısına göre yeniden inşa eylemini/erdemini gerçekleştirecek ya da lânete ve azâba hazır olacak! Çünkü, diriltici tefekkürün-tabii ki insanlığın-tekâmülü, ancak “erdem donanımı ve vicdan muhasebesi” ile mümkündür; acımasız savaş teknolojisiyle değil.







ufuk@ufukotesi.com

Bu yazı toplam defa okunmuştur.

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.

UFUK ÖTESİ.COM

BU YAZIYI TAVSİYE EDİN

Adınız  Soyadınız

E-posta adresiniz
Arkadaşınızın e-posta adresi

 

Yazdır  - Sayfanın Başına Dön 

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002