Çok karmaşık meselelerimiz var. Bir kısmı şahsi olsa da, genel meselelerle ilgili oldukları için, çözülmedikleri sürece hepimizin sorumluluğunda bizim alakamızı bekliyorlar. Biz de boş durmuyor, bir araya geldiğimizde bunları konuşuyoruz. Bir anda bakıyoruz ki sohbet memleket meselelerine, dünya ölçeğindeki meselelere gelivermiş.
Çoğunlukla, bu çok büyük meseleleri konuşmaktan, bizim de omuzlayıp müdahil olmamızla çözülebilecek küçük meseleleri bizzat ele almayı ve çözmeyi konuşmaya vakit bulamıyoruz. Ağabeylerimiz, bu duruma "Vatan kurtarmak", "Mesele geçmek" filan gibi isimler vermişler. Demek ki sadece biz değil, önceki nesiller de, istisnalar bir yana, aynı durumda imiş. Meseleleri sadece konuşuyorlarmış. Görünen o ki sonrakiler de, eğer kendi alanlarında dünyanın en iyileri olmayı başaramazlarsa, bize benzeyecek; Küçük bir meseleyi kendine dert edinip çözmeye koyulmak yerine büyük meseleleri konuşmaya devam edecek! Meseleler çözümsüz kaldıkça da bizim adımıza birileri bunları çözmeye kalkacak. Gün gelecek, Allah korusun, bizim meselemizi çözen, bizi idare edecek!
Meseleler çözülmek için vardır. Konuşulması da çözüm bulmak içindir. Biz adeta bundan zevk alır hale geldik. Çünkü çözmek yerine yanmakla meşgulüz. Elbette çözülmüş meselelerin yerine yenileri çıkabilir. Ama öncelik, mevcut meselelerin çözülmesindedir. Bunun yolu da, birilerinin çıkıp, küçük-büyük demeden, kendilerini çözüme adamasından geçmektedir. Bunu en yukarıdakilerden başlayarak herkes yapmalıdır. "Başkaları çözsün, bana ne!" yahut" Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" diyemeyiz. Gemimiz batmak üzeredir ve hepimiz bu gemiyle birlikte batma tehlikesiyle karşı karşıyayız.
İşin bir başka boyutu var; çeşitli meselelerle aynı anda uğraşmak çözümsüzlük getiriyor. Mutlaka sınırlar ve belli meselelerle uğraşılmalıdır. İngiltere'de meselâ,' Çanakkale'de ölen Yüzbaşı bilmem kimin çocuklarını koruma derneği' gibi dernekler varmış. Bu çok doğru bir yöntem. Bizde de aynı durumun olduğunu düşünebiliyor musunuz? Sözgelimi sayıları beşyüz elliye çıkan milletvekillerimiz, vekillik sürelerince sadece bir konuyla uğraşmış olsalar. O meselenin en ince ayrıntılarını bilseler, meselelerimiz çözümsüz kalır mıydı? (Meslektaşım Ahmet Tan Beyefendinin de aynı düşüncede olduğunu öğrendim ve sevindim.) Düşündüm ve meselelerimizi alt alta yazmaya çalıştım. O kadar da çok meselemiz olmadığını gördüm. Birkaç vekil bir işe koşulabilir. Birlikte çalışmayı sevmesek de, hepimiz birer baş olmak istesek de birlikte çalışmayı eninde sonunda öğrenmek zorundayız.
Okuyucularım, "Küçük şeyler yapalım" dediğimi bilirler. Bunu bir zayıflık olarak görenler de çıkıyor. "Büyük şeyler yapılması gereken bir zamanda, küçük şeylerle mi uğraşmamızı istiyorsunuz?" diye soranlar var. Şunu söylemeliyim Bu ilke benim değil, Gaspıralı'nın. O, "Millete yardım etmek istiyorsan, bildiğin işten başla!" diyordu. Gerçekler nasıl ayrıntıda gizli ise, büyük işler yapmanın yolu da küçük işlerden geçer. Küçük adımlar olmasa, büyük merdivenleri çıkmak mümkün değildir. Mermeri aşındıran bir damla sudan ibarettir. Herhangi bir konuda bir hedefi ve hayali olan kişiler, bu hedefe ulaşmak için sürekli, disiplinli bir çalışma içinde olurlarsa eninde sonunda o hedefe mutlaka ulaşırlar. Önemli olan hedefe ulaşmak için çalışmaktır. Hatırlayınız; ibadetlerin az da olsa devamlı yapılanı makbuldür.
Dev gibi meselelerimizin çözümü için ilk adım, küçük de olsa ulvî bir hayâli olan, hedef sahibi insanlar yetiştirmektir. Onlara azimli ve sebatlı olmayı öğretmek ikinci adımdır. Kararlı bir insan, önünde engel olarak duran bir duvarın yıkılması gerekiyorsa o duvarı başıyla vura vura parçalar! Hedefe giden yolda, küçük-büyük engelleri, yılmadan ayıklamasını bilen kişi, nefesini, gücünü saklamayı da becerebilirse yürüyüşü başarıyla tamamlanır. Diyelim ki, bir Türk genci, yirmi yaşında, Türk Atasözleri ve Deyimlerini toplamak ve bir külliyat yapmak için kolları sıvayarak malzeme toplamaya başladı. Hayatı boyunca her gün, bir atasözümüzü bir kenara kaydetse ve yetmiş yaş yaşasa, onsekiz bin atasözümüzü bir araya getiren muhteşem bir eser meydana getirmiş olur. Her gün ikiyüz sayfa kitap okuyan bir insanın, çok değil beş yıl sonra 365.000 sayfadan oluşan bir kütüphane dolusu bilgiye sahip olacağı şüphesizdir. Önemli olan çalışmak, bilinçli çalışma usûllerini uygulayarak çalışmaktır.
Bir konuya kendini gerçekten hasreden, vakfeden bir insan için artık engeller ortadan kalkar. Dedikodular, sıkıntılar, yoksulluklar onu hedefinden saptıramaz. Siz küçük de olsa ulvî bir hedefe doğru yılmadan giderseniz, milletinize en üstün hizmeti yapmış olursunuz. Gün gelir, içki dükkanlarından içkileri satın alarak evindeki abdestliğe boşaltan, kötü kadınları kurtarmak için sabahlara kadar eşiyle onlara nasihat eden, pis görüntüsü yüzünden kimsenin cenaze namazını kılmadığı piri faninin hikayesindeki gibi, tabutunuzu padişahlar kaldırır.
Asıl mesele bir meseleye başını koyabilmektir. Büyüklerimizden ve okuyucularımdan rica ediyorum. Belli konulara kendilerini adasınlar. Uzmanlaşsınlar, bilmedikleri konularla ilgili ahkâm kesmekten vazgeçsinler ve bildikleri bir işin ucundan tutsunlar. Şöyle bir baktığımız zaman yüzlerce, binlerce küçük meselenin varlığını ve çözümsüz olarak bizi beklediğini görürüz. Bunlardan birini kendi meselemiz yapalım. Başka türlü bu milletin meseleleri bitmeyecek. Biz, "Türk Sineması'nı, tiyatrosunu, Türk Milleti'nin karakterini, Türk Büyükleri'ni, Çanakkale Şehitleri'ni, Türkiye'deki bitkileri, hayvanları, coğrafî adları, taşları, çocuk oyunlarını, evsizleri, sokak çocuklarını, tinercileri, ahlaki çöküntüyü, uyuşturucuyu, sigarayı, alkolü, eğitimi, fakirliği, sağlığı, dış güçlerin sağlık operasyonlarını, basındaki satılık kalemleri, Küresel Kraliyeti, Kıbrıs'ı, Doğu Türkistan'ı, Kerkük'ü, Türkistan'ı, Ahmet Yesevi'yi, Fuzulî'yi,Ali Şir Nevaî'yi... araştırıyor, kitap okuma, insan yetiştirme, görgü, gelenekler, temizlik... üzerinde duruyor, bütün mesaimizi buna veriyor, meselelerini öğrenmeye ve çözüm bulmaya çalışıyoruz!" diyen gruplara, sivil toplum kuruluşlarına katılalım, destek olalım. Unutulmasın ki eşref-i mahlûkat insanın başaramayacağı pek az şey vardır.
Zeki Ömer Defne bakın meseleyi ne güzel anlatıyor;
SUÇ KİMİN?
Ben senin meselen olabildim mi?
Sualinden ben mesulüm çocuğum.
Ben senin mektebin olabildim mi?
Kitâbından ben mesulüm çocuğum.
Ben senin sevabın olabildim mi?
Günahından ben mesulüm çocuğum.
Kilitler, dilini bilmediğinden,
Böyle sokaklarda kaldın günlerce.
Yanlış kapılardan seslendi hayat,
Ben senin ışığın olamadığımdan,
Senin gözlerini kararttı geceler.
Tutmaz hakikatler ektim bahçene,
Çarşı Pazar ne istiyor demeden.
Soldu ellerinde hakikatlerin.
Kimse değil, ben mesulüm çocuğum,
ben! Bu kırık dökük hayallerinden.
Tutup ellerine verdiğimiz saati,
Bir gün anneneyse, bir gün babana,
Bir gün sokaklara göre kurdurduk.
Bir gün ayarını Mekke’den yana,
Bir gün Grinviç’ten tarafa vurduk.
Trenler, vapurlar kaçırdın hep sen,
Bizse kabahati hep sana bulduk!