Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda baş nazır büyükelçilerle sohbet ederken AB için destek ister. İngiliz sefiri “Kıbrıs çözülmeden olmaz” deyince, bir hışım sefirin kolundan tutar “Bana numara yapma, Kopenhag kriterlerinde Kıbrıs yok, ipe un seriyorsunuz” der. Paralarına el koyduğu mağdurlara ise “Bana mı sordunuz?” veya ücretinden yakınan işçiye “Haline şükret, senin yerini almak isteyen milyonlarca işsiz var” derken;
Kasımpaşa’dan komşuları “Dünyada 2 kabadayı var biri bizim baş nazır diğeri Berlussconi” der. Maliye nazırının da bir farkı yoktur hani... “İşadamları uyuz uyuz oturmasınlar” “Babalar gibi alırım” “Baltalimanı Sahil Sarayını da, Polis Evlerini de, tüm tesisleri satarım” “Ayak yapmayın” “U... bunu çaldın götürdün, nerde bu paralar oğlum ya. Adamı deli etmesinler” v.s v.s gibi veciz sözlerde Unakıtan’a ait. Velhasıl internette şöyle bir toparlayayım dedim ama ucu bucağı yok.. Üstüne üstelik birde bu tavırlara, bu söylemlere destek veren AKEPE medyası ve mütareke basını var. “Kabadayı başbakan ve arkadaşları” diye, gazı aldıkça bunlar daha bir coşmuş. Özellikle her türlü muhalefete cevaplarını bir önceki kabadayı tavır dozlarını arttırarak vermişler. E yani öyle de olması gerekir! Yoksa.... Racona ters!!!!!!
Allah kimseyi gaflete düşürmesin. İşte böyle yanılır “kabadayı” lakabı ile ölene dek anılır adam. Hatta öldükten sonra bu lakâp yedi ceddine de yeter. Cehalet yaptırmayacağı şey olmadığından, “babayiğit olacağım” derken adamı “yalancı kabadayı” da yapar. Halbuki kabadayı, hele ki yalancı(palavracı da denir) kabadayı başka şey, babayiğit bambaşka bir şey. Efendim; zamanınız varsa gördüklerimden, dinlediklerimden, okuduklarımdan biraz aktarayım..
Bir babayiğit ile bir kabadayı arasında ahlâken, ruhen, dış görünüşçe terbiye ve haysiyet bakımından dağlar kadar fark var. Babayiğit adam namuslu ve merttir. Sözüne, dostluğuna inanılır. Ekmeği yenir, suyu içilir. Esnemeyen inançları ve prensipleri vardır. Özellikle kanun ve teamüllere faziletle bağlıdır. Hem kendinin, hemde yaşadığı toplumun şeref ve namusuna halel gelmesin diye gerekirse canını verir. Mütevazı ve hatırnazdır. Acizlere, düşkünlere ve mağdurlara merhametlidir. Yeni mağdurlar yaratmak yerine, onların elinden tutar, kayıplarını karşılamaya gayret eder. Kimsenin malında gözü olmadığı gibi; gözü olanların, cebren el koymaya kalkanların, ondan ödü patlar. Kabadayılık usulüne göre cart curta ilgi göstermez, akıllı, uslu gezer, adabınla oturur, herkesi sayar, fiyaka, açık ve gizli kurnazlık bilmez, çevresini vergilendirerek haraca kesmez. Hele ki emanete asla hıyanetlik etmezler.
Eski İstanbul’a has olan ayrı bir kategoride ki gerçek kabadayılık ise bir çeşit şehir şövalyeliğidir. Kendine göre adetleri ve kanunları bulunan bu kabadayılığın ilk şartı zayıfı güçsüsü korumak, mahallenin namusundan sorumlu olmak idi. Hoşsohbet, nüktedan, ağırbaşlı, içkiyi fazla kaçırmayan, kendisini rezil duruma düşürmeyen kabadayılar, mecbur olmadıkça kavga etmez, silâh kullanmazlardı. Muhakkak bir iş güç sahibi olup, bilmedikleri konularda da ahkâm kesmezlerdi.
Yalancı kabadayılar da ise kelle kulak yerindedir ama içi geçmiş karpuz gibidirler. Görünüşlerine, afralarına tafralarına kulak asılmaz. Tavşan gibi ödlektirler. Dükkanın inen kepenk gürültüsünü bomba sanıp sokak aralarına kaçışan ve bütün bir caddede panik yaratanları bile var. Hele ki birde tüp patlarsa değil sokak, semt değiştirirler. Babayiğitliğin çok aşağılarında olan bu kabadayılar; palavracı, fiyakacı, kıyakçı, hacamatçı, raconcu gibi bir takım sınıflara ayrılırlar. Bunların aralarına sıkışan ev, dükkan bozanlarla genel olarak sulu denilen zümrenin yerleri daha da aşağılıktır. Bütün bu kabadayıların bir tek ortak özellikleri vardır. Dayak düşkünlükleri.... Ya polisten, ya eli ağır birinden, ya bir babayiğitten (muhakkak ki çok dayanmış ve sabrı taşmıştır) dayağı yerler ya da birbirlerini döverler. Siz halen gece geç saatlerde İstiklâl Caddesinin ara sokaklarında yerlerde yatanların hepsinin sarhoşluktan sızdığını mı sanıyorsunuz? Ortak görüşe göre palavracılar en komikleridir. Büyüdüğüm semtte fazlasıyla bunlara şahit olmuşumdur. Bir ağacın veya bir evin gölgeliğinde veya bir kahvenin önünde akıllı uslu oturur, sohbete başlarlar. Anlatınlar hiç değişmez. Kim nerde, kimi, nasıl dövmüş ya da hapishane hatıralarıdır. Mahpushanecilik olmazsa olmazdır. Mahpus damında yatmak onlar için bir etiket, iki mektep, medrese bitirmek gibidir. Terane hepsinde ne hikmetse aynıdır. Hasımlarınca yaralandıklarında bir elleri ile yaralarını tutarlar öbür ellerinde bıçak düşmanlarını kilometrelerce kovalarlar. Kovalamaca sırasında önlerinden geçtikleri türbe önünde dua edip, yatırdan yardım istemeyi de unutmazlar yine kovalarlar sonunda hasımlarını yakalar ve öçlerini alırlar. Bu minvalde konuşurken ne olursa olur, bir anda birbirlerine girerler, tekme yumruk, sille, tokat, küfür kıyamet.. Etraflarında anında 50-60 kişi birikir, kimi ayırmaya çalışır, kimi seyrederken bir bakarsınız onlar da kavganın tam ortasındadır. Ortalık toz, duman, kan revan iken ya biri “Polis geliyor” diye ünler ya da bir siren sesi duyulur, bir kaçışma, bir telâş ile ortalık durulur. Hani kabadayılar? Hiç biri ortada yok. Hepsi kirişi kırmışlar. Polis bîgünah, tek kabahatleri ordan geçmek olan, üstelik bir de dayak yemiş mağdur seyirciyi toplar götürür. Velhasıl bunlardan, Kasımpaşa’da Bayramyerinde ata binenini hiç unutmam. Şöyle bir havalıca ata binmeye kalkmasıyla atın şaha kalkıp onu altına alması bir oldu. Ben hatırladıkça gülümserken, geçenlerde bir ahbap, onun evvelemirden beri ata çok güzel bindiğinden her yerde bahsolunduğunu söyleyince şaştım doğrusu. Palavracıların bir ortak yönü de boş meydan hastalığıdır. Meydanı boş bulmasınlar. Aman Allahım! Bir anda aslan kesilirler. Anında omuzlar geri atılır, kafa ense üzerine kırılır, eller görünmeyen bir nesneyi kavrar, gözler etrafındaki dinleyici ve seyirciyi şöyle bir süzer ve başlarlar atmaya mı diyelim artık yoksa sallamaya mı? Ama hepsi yalan, vallâhi de yalan, billâhi de yalan.....
Aslında Ragıp Akyavaş’ın bu konudaki sözleri; sözün özüdür. Der ki;
Yiğit, kanun ve faziletin hâkim olduğu cemiyetlerde devirlerde yetişir. Kabadayı ise, fazilet duygularının sönmeye yüz tuttuğu, kanunsuzluğun hüküm sürdüğü mezbeleliklerde ürer, ısırgan gibi duvar diplerinde boy atar. Kabadayıya hayran olmaya, alkışlamaya gelmez, şîrâzesinden çıkar ve bir daha gem tutmaz.
Kanunî devrinden itibaren yiğitlik yerini kabadayılığa bıraktı. Koca imparatorluk aheste aheste bu kabadayıların elinde yıkıldı. Bir yiğit Mustafa Kemal çıktı, vatanı düştüğü yerden kaldırdı. Bir cemiyette en büyük gaflet kabadayılarla yiğitleri bir sanmaktır. Çocuklarımıza telkin edeceğimiz ruh, kabadayılık değil, yiğitlik ruhu olmalıdır. (Âsitâne II)