Türkiye’nin etrafında giderek daraltılan bir çember olduğu ve eğer bunu millet olarak kırmazsak pek yakın bir zamanda bizi dayanılmaz biçimde sıkmaya başlayacağı artık görülüyor. Türk Milleti’ni oluşturan fertlerin tek tek silkinip etrafına bir bakınması ve öz eleştiri yapması vakti gelmiş de, geçmektedir.
Aslında bu yazımızda siz değerli okuyucularımızla kendi gönül alemimizde sohbet etmeyi planlamıştık; ancak gelişen “içsel”, iç ve dış olaylar ile Türkiye etrafında örülen örümcek ağının gittikçe tehlikeli bir hâl alması, Türk Dış Siyaset Stratejisi üzerine eğilmemizi kaçınılmaz kıldı.
1938’den beri Türkiye’nin önemli pek çok konuda tavizler verdiği ve her tavizin ardından çok daha büyüğü ile yüz yüze geldiği biliniyor. Bunlara peşpeşe yapılan ihanet demesek de, gafletlerin ürünüdür diyebiliriz.
1990 yılında diğer Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlığını kazanması ile birlikte Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan Türk Dünyası gerçeğiyle yüzyüze kalan yeni dünyada Türkiye, gelişmekte olan ekonomisi (Bahsedilen 1990’da en büyük 10 ekonomiden birisi olarak tanımlanmaktadır), o dönemki komutanların ifadesiyle dünyanın en büyük üçüncü askeri gücü ve Orta Avrupa’dan Kaşgar’a, Sibirya’dan Somali’ye kadar uzanan arka bahçesiyle BM’nin daimi üyeleri arasına aday gösterilmişti.
Bu tarihten itibaren Türkiye üzerinde bütün devletlerin ciddi ve planlı bir istihbarat çalışması içine girdiği görülür. Önce basitçe “kabadayı” olarak bilinen yer altı dünyasında başlayan suikastlar sanki iç hesaplaşma gibi kamuoyuna sunulurken, bir uluslararası istihbarat teşkilâtının en önemli gelir kaynağı olan karapara sektörünün aslında el değiştirmesi olduğu peşinden gelen siyasi cinayetler ve hızla artan terör saldırılarıyla anlaşılmıştır. Ancak ekonomik güç terör örgütlerinin eline geçmiştir bir kez. Bu arada Kuzey Irak’ta Çekiç Güç vasıtasıyla kurulmaya çalışılan sözde devletin halkı oluşturulmaya hızla devam edilmiştir.
Ancak Sevr olarak kısaca tanımladığımız plan birileri tarafından maksadına ulaşmak için ısıtılmaya başlanmıştır bile... Geçen onüç yıl içinde peşpeşe gerçekleşen olayların kronolojisini vermeden, bu kadar bir hatırlatmayla yetinelim ve son üç haftada yaşadıklarımıza bir göz atalım isterseniz.
ABD’nin Irak’ı işgali ardından yeni hedefinin Suriye veya İran olacağı yönünde yapılan tartışmalarda son günlerde ibrenin İran’a doğru dönmesi dikkat çekicidir. Öncelikle Azerbaycan’da ABD yanlısı bir hükümetin iktidara getirilişi ve bununla eşgüdümlü olarak İran işgalindeki Güney Azerbaycan’da başlayan hareketlilik önemlidir. Bu arada kilit ülke olan Türkiye’de, İran’a karşı Türk kamuoyunun desteğini almak için bir takım girişimlerin olması kimi güçler için kaçınılmaz bir gereklilik olarak önümüze çıkar. Bu ise aynen 11 Eylül saldırılarında olduğu gibi halkın feveran edeceği çok kanlı eylemlerle gerçekleşebilirdi. Nitekim bir hafta içinde İstanbul’da patlayan 4 bomba ile bin küsür yaralı ve 54 vatandaşın ölmesi, yeterince kanlı olmuştur. Hatta Türk halkının yeteri kadar ikna edilmediğine inanılırsa, Irak tezkeresi gibi bir duruma düşmemek için ABD hedeflerine yönelik birkaç bombanın daha patlama ihtimali de vardır. Elbette bu iş için daha evvel olduğu gibi yine Almanya ve ABD’nin yetiştirdiği taşeron “sözde” dinci örgütlerden faydalanılacaktır.
Bütün bunların ötesinde Azerbaycan’daki hükümet düzenlemesinden sonra Türkiye’nin Kafkasya’da kalan tek müttefik hükümeti Gürcistan’da da ABD’nin bilfiil George Soros ile yönlendirdiği -kimi malûm basınımıza göre “kadife”- darbe ile Eduard Şevardnadze devrilmiştir. Bilindiği gibi Gürcistan, Bakü-Ceyhan ve diğer Türkistan-Ceyhan boru hatlarında kilit ülke olarak bulunuyor. Ayrıca Türkiye ile Gürcistan arasında başta askeri olmak üzere güvenlik, eğitim, ulaşım, ekonomi ve terör gibi konularda pek çok antlaşma var. Türkiye’nin Kafkasya’da dile getirdiği Azerbaycan ve Çeçenistan sorunlarına da her türlü açık desteği veren Şevardnadze hükümeti, Rusya’nın da Abhazya ve Güney Osetya karşılığında sus payını almasıyla ABD-İsrail işbirliğindeki darbe ile çökertilmiş oldu. Böylece Körfez Savaşı sırasında Batum’da üs elde eden ABD, artık fiilen Gürcistan’ı da işgal ettti.
Peki, Türkiye’nin millî çıkarları? Türkiye’yi Kafkasya’da siyasi olarak destekleyen bir yönetim artık kalmadı. Son iki ayda önce Azerbaycan, ardından da Gürcistan, Türkiye’nin yanından usulca çekilip alınmış ve ABD’nin devşirdiği güçlerin eline geçivermiştir.
Oyun şimdilik, sadece İran’a yapılacak bir operasyon havası vermektedir.
Ama şu bakış açısını da göz ardı edemeyiz:
ABD, Irak savaşını bahane ederek önce Bulgaristan’a üs kurdu ve bunu güçlendiriyor. Yunanistan, Ege adalarında Lozan’ı hiçe sayarak askeri yığınağını sürdürüyor. Batı Trakya Türklerine baskıyı artırken, İstanbul’a Vatikanvari bir site devleti kurdurmanın yollarını zorlamakta. KKTC, yerli işbirlikçilerin de ihanetleriyle Kıbrıs Rum kesimine peşkeş çekilmek üzere. Bu ise 2004’ten itibaren Türkiye’nin Akdeniz’e çıkamayacağı manâsına gelmekte. Suriye, İran’dan sonraki küçük lokma olarak İsrail’in önüne atılmaya hazırlanmış. Irak’ta fiilen bir yapay devlet kurulmuş ve Türkiye bunu savaş sebebi saymasına rağmen, resmen ilan gerçekleştirilmeyerek aynen Kerkük’ün kırmızı çizgilerinin sarartılması gibi, bir oldu bittiye Türk kamuoyu alıştırılmaktadır. İran ise muhtemelen 2004’ten itibaren bölünme sürecine girecektir. Ve içinden ikinci bir kukla devlet kurularak hem 35 milyon nüfuslu Büyük Azerbaycan’ın kurulması engellenecek, hem de Türkiye’nin başına ikinci bir Kuzey Irak sorunu ile sözde Kürt olan, bu kuklaların birleştirilmesi tehlikesi çıkartılacaktır. Ermenistan’da yakında gerçekleşecek yönetim değişikliği ile Rus yanlısı Petrosyan yerine ABD güdümünde, ılımlı görünen bir iktidar gelecek aynen Yunanistanla yakınlaşan Türkiye’nin taviz üstüne taviz vermesi gibi, Ermenistan ile de yakınlaştırılacak Türkiye, tavizler vermeye başlayacaktır. Nihayet, Gürcistan’daki darbe ile de bu kuşatma tamamlanmıştır. Bunun ardından Doğu Karadeniz bölgemizde önce azınlıklar yaratma çalışmaları ile Pontusçuluk gelecektir. Buradaki muhtemel tedhiş eylemleri için geri besleme sahası tahmin edileceği gibi Gürcistan toprakları olacaktır. Halbuki sınırın öte yanı, aynen Kuzey Irak’ta olduğu gibi Batum’dur; yani Musul’daki, Kerkük’teki gibi Türkler yaşamaktadır. Ardından İstanbul, İzmir, Hatay, Diyarbakır gibi illerimizde Sevr’in İkiz yasalarla destekli Wilson prensiplerinin çeşitli versiyonlarının uygulanması çalışmalarını görebiliriz.
Bu çağda böyle şey olmaz hiç demeyin. Çünkü globalleşmenin öncüsü olan kimi dünya ülkeleri hâlâ yer altı kaynaklarını emperyalist amaçlarla ele geçirmek için savaşmayı göze alabiliyorlar, değil mi?
Evet, yukarıdaki komplo teorisi imkânsız değildir. Daha da acısı tedbir alınmazsa gerçekleşmesi de gayet basittir. 30 Kasım tarihli Sabah gazetesinde başyazıda denildiği gibi Türk Milleti, Endülüs tarzı ılımlı bir Müslüman millettir. 800 yıl sonra ikinci bir Endülüs yaratma sevdasına düşenler, Endülüs’ün fethinden yaklaşık 900 yıl sonra tarihten nasıl da tamamen silindiğinin sebebinin de bu konunun içinde olduğunu okumaları gerekir...
Dolayısıyla Türk Milleti, kendi benliğini korumanın gereğini idrak etmeli ve kişiliğini yaşamalıdır. Tedbir almazsak “İtlerin salınıp, taşların bağlandığı” bu dünyada, Türk Milleti’ni aç köpeklere parçalatmaya ciddi ciddi niyeti olanlar var bilelim!