Medeniyetlerin çatışması konusundaki teoriler, dile getirilmesi bile hoş karşılanmayan görüşler olarak, asırlar boyunca bir kenara itile, gelmişti. Ne zaman ki çağdaş emperyalizmin düzenbazları “Küreselleşme” adı altında yeni bir “şartlı refleks” harekâtına giriştiler, hemen böyle bir kitle savaşının kaçınılmazlığını savunan düşünürler ve yazarlar öne çıktılar. Elbette ki bunun ardından konuyla ilgili tezler üzerindeki tartışmalar furyası başlayacaktı. Yoksa sosyete ! dışında kalmak kaçınılmaz olurdu. İlgili eserleri ve onların yazarlarını tanıyamamış olmak büyük bir eksiklik olarak kabul edilmekteydi. Aksine bunları benimsemek aydın olmanın vazgeçilmez koşulu idi. Asıl amaçlarını, mesajlarını anlayıp analiz etmek değil de yalnızca benimsemek...
Madem ki gaipten haber veren bu kişilerin dünya çapında propagandası yapılmaktaydı, o halde bunların ortaya koyduğu düşünceleri benimsemek de ilericiliğin (!) gereği olmalıydı.
Asıl hedefin, çökmekte olan büyük ekonomilerin yeni kaynaklara el koyma planlarının hayata geçirilmesi olduğu gözden uzak tutulunca, daha doğrusu bilerek gözden kaçırılınca bu konudaki tartışmalar “havanda su dövmekten” ileri geçemezdi.
Nitekim öyle olmuştur. Bizimkiler (!) bu tartışmalardan “dişe dokunur” hiçbir sonuç çıkaramazken öbürleri amaçlarına ulaşmış, meseleyi uluslar arası kamu oyunun gündemine yerleştirmiştir. Böyle kaçınılmaz (!) gelişmeler şaşmaz otoriteler tarafından ortaya konunca, onların tabii sonuçları olarak öngörülmüş olaylar da bu teorisyenlerin istediği yönde yorumlanmıştır.
Terör (tedhiş), yani korku salma kavramı asıl anlamından sıyrılıp bir savaş metodu haline getirilince, bundan propaganda imkanları çok üstün olan tarafın yararlanacağı hesaplandığından birilerinin bu silahı kullanmasına izin verildi, yol açıldı.
Hele teröristlerin mensup olduğu “bir” din ile bu eylemleri özdeşleştirdin mi, deme gitsin! Bir taş ile birkaç kuş vurmak işte böyle olur.
İşgal edilen ülkelerin sivil halkı üzerine ateş açmak, evlerini başına yıkmak, çocuklarını öldürmek terör kapsamı dışında görülsün diye tertipli bir takım olaylara seyirci kalınırken karşı tarafın da palazlanıp kendi iradeleri ile eylem yapacak hale gelecekleri akıl edilemedi.
Geleceği karartılmış, sevgileri yok edilmiş kişilerin -hele psikolojik olarak şartlanmışsa- ölümü göze alabileceği düşünülemedi. Daha doğrusu bilindiği halde üzerinde durulmadı. Tüm insanlığa zarar vereceği açıkça görülen böyle bir “gayri nizami” savaştan fayda umanlar vardı. Bunlar birtakım “önermeleri” kaçınılmaz, doğal öğeler olarak ortaya koymakla görevliydiler, yükümlüydüler. Bunlar kendi ömürlerinin uzaması için bir bebeğin iç organlarını çıkarıp kullanmak gibi bir psikopatın ruh hali içindeydiler. Saltanatlarını yaşatmak için saldırı sanayiini ayakta tutma, bunun için de mazlum insanları daha da sömürme, yok etme yolunu seçiyorlardı. Ama ne yazık ki, kaba kuvveti bir üstünlük olarak görme ve gösterme kompleksi, geniş kitleleri bunlara göz yummaya hatta dolaylı olarak desteklemeye itiyordu.
Terör aslında gücünü karşı tarafa kabul ettirmek için seçilen bir tavırdır. Kötü bir yoldur, çirkin bir yöntemdir. Ancak hep karşı tarafın terörü kötü gösterildiği için bu konuda hiçbir zaman içtenlikle özeleştiri yapılamamıştır. Çoğu zaman masum insanlar zarar gördüğünden, kin, husumet gibi duygular daha da alevlenmiştir.
Dünyaya hükmetmeyi tabii hakkı olarak gören devletler yanlarına çekmek istedikleri ülkelerde önceden hazırlanmış planlar gereğince sistemli bir şekilde terör politikası izleme yolunu seçerler. O ülkelerin kamu oyunu ne olduğu belirsiz kavramlarla oyalayıp gerçeklerden uzak tutarlar, üstü örtülü ifadelerle karmaşık hale getirilmiş konuları sürekli gündemde tutarak zihinleri bulandırırlar. Halkın değer yargılarına yabancı kişilerin ağzından itici, uzaklaştırıcı demeçler alarak toplumun bünyesinde yaralar açarlar.
Köşeyi dönme hastalığı yıllar yılı bir ustalık gibi gösterilmiş toplumlarda ülkesinin bağımsızlığını tümden göz ardı eden bazı vatandaşlar “istilâ” hareketinin öncülerine arazi satmayı, yüksek ücretle dükkan kiralamayı kurnazlık olarak görmeye başlarlar. Çünkü millet olma özelliklerini yitirmeleri için her şey, çok daha önceki aşamalarda uygulanmıştır.
Böyle toplumlarda hukuk kavramının da hukuk adamının da nasıl yozlaştırıldığı gözle görülecek hale gelir. Otoriter bir zümrenin hukuku herkese “tabii” olarak benimsetilir. Örtülü bir oligarşi gelir, yerleşir. Kabul edilmiş ve ettirilmiş bir “kanunlar manzumesi” hukuk düzeni olarak sofraya konur. Hareket noktası oynak olunca buradan kaynaklanan bütün davranışlar toplumun sağlığını bozar.
Devletlerin de canlı bir organizma gibi belirli bir ömrü olduğu görülmüştür. Ne kadar büyük olursa olsunlar.
O halde çok büyük bir bedene sahip olmaktansa dürüst, güvenilir ve gerçek manâda medeni olmaya bakalım. Şimdi bütün insanlara bir çağrımız var.
Gelin ezerek büyümekten vazgeçelim! Sevilerek güçlenelim.
“Gelin tanışık edelim,
işin kolayın tutalım.
Sevelim, sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz.”