Galata, surlarının bittiği yerde başlayan ufacık bir meydan.
İstanbul’un en eski meydanı olup da, bu kadar eseri, farklı yaşam tarzlarını, gerek geçmişte gerekse şimdilerde içinde aynı zamanda barındıran başka bir meydanı Türkiye’yi gezseniz bulamazsınız. Yabancıların deyimi ile “Pera” sınırları içinde hem olan hem olamayan bu semt ve meydanı günümüzde nargile kahvehaneleri ile anmak biraz abes oluyor.
MÖ den beri yerleşim birimi olan bölge Osmanlı döneminde de yabancıların yerleşim alanı olarak kullanıldı. Zamanla dar gelmeye başlayan semt Galata surlarının bugünkü Galatasaray Lisesine kadar olan bölümünün yıkılması ile genişletildi, konsolosluklar, kiliseler, havralar inşa edildi. İstiklal Caddesi “Cadde-i Kebir” bu devirde oluştu. Konsolosluklarda, yabancıların malikanelerinde, apartmanlarında eskilerin tabiri ile alafranga bir hayat alabildiğine tüm muhteşemliği ile devam ederken 50 bilemediniz 100 metre ilerisinde Türk Tophane, camileri, tekkeleri, medreseleri, çeşmeleri, kasır ve sahil sarayları, kahvehaneleri, Türk evleri ile geleneklerine sadık kalarak alaturka yaşamına devam ediyordu.
Kendilerini ayrıcalıklı sayan, ki öyle idiler bu koloninin direncini ilk yıkanlardan biri Kılıç Ali Paşa oldu. Şöyle ki, 1496 yılında Uluç adı ile doğan Kılıç Ali Paşa, meşhur Türk denizcileri Barbaros ve Turgut Reis’in yanında yetişti. Gençliğinde korsan olan Uluç; Trablusgarb, Napoli, Sicilya seferlerine Turgut Reis ile katıldı. Cebre kalesinin alınmasından sonra Sığla Sancakbeyi oldu. Turgut Reis’in ölümünden sonra ise Cezayir Beylerbeyi oldu. 1571 yılında İnebahtı deniz savaşında Osmanlı donanmasının sağ cenahını yönetti. Düşmana çok fazla zayiat verdirmesine, sağ cenahı üstün bir başarı ile yönetmesine rağmen Osmanlı donanması yenildi. Gemileri ile Modon üssüne çekildi. Gösterdiği üstün hizmetten dolayı padişah II. Selim tarafından Kaptan-ı Deryalığa atandı, Uluç olan lakabı da Kılıç oldu. Kaptan-ı Deryalığı sırasında kazandığı başarıların yanı sıra Tersane-i Amire’nin genişletilmesine, büyük savaş gemilerinin yapılmasına ve Osmanlı denizciliğinin gelişmesine çok katkıda bulundu. İnebahtı yenilgisinden sonra Osmanlının hissiyatını öğrenmek için Sokulluyu ziyaret eden Venedik sefirine sadrazam şöyle der.” Biz Kıbrıs’ı almakla sizlerin kolunu kestik. Siz ise bizim donanmamızı yakmakla sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol çıkmaz ama tıraş edilen sakal daha gür çıkar.” 237 kadırga 8 mavna bu söylemden sadece 5-6 ay sonra Kılıç Ali Paşa tarafından inşa ettirilmiş, hazırlanmış ve denizlere açılmıştı.
Bir gece rüyasında bir cami yaptırdığını gören Kılıç Ali Paşa, devrin padişahı III. Murat’a rüyasını açar ve camii yaptırmak için yer ister. Padişah ise cevaben, “Kılıç Ali Paşa sen ki deryaların serdarısın, var muktedir isen derya üzerine bir camii yap ama sana karadan bir karış toprak bile vermem” der. Bunun üzerine Mimar Koca Sinan Ağayı kendine mimar olarak tutan Kılıç Ali Paşa, Venedik sefaretinin (direnç kırdırmanın bir başka şekli) ve Tophane-i Amire binasının karşısına, Tophane Rıhtımının kenarına mavnalarla taş, toprak, moloz taşımaya başlar. Mimar Sinan’da hiristiyan aleminin baş tacı olan Ayasofya kilisesinin benzeri olarak camii inşasına başlar. Bunu duyan padişah, “Ben latife yaptım. Kılıç Ali Paşa istediği yere camii yapsın.” der ama gerek Kaptan-ı Derya gerekse mimarbaşı başladıkları işi yarım bırakmazlar. Kaynaklar padişahın işi neden latifeye çevirdiğini tam olarak söylemiyor ama gerçek olan şu ki, cami inşasının bir müddet yarım bırakılıp, Kılıç Ali Paşa hamamın inşa edilip, bitirilmesidir. Belki de padişah III: Murat serdarının ne kadar zengin olduğunu biliyor, cebinden harcama yaparak toprak satın alıp üstüne cami yapmasını kastetmişti. Öyle ya; korsanlığı zamanında edindiği mal varlığı hep dillere destan imiş. Ayrıca saltanatlı yaşamı sevdiği kadar da cimri imiş. Bir de bahşişe hiç dayanmazmış. Öldüğü zaman terekesini saymak tam bir yıldan fazla zaman almış, servetinden savaş masrafları karşılanmış, kalan 500 bin altında hazineye irad kaydedilmişti. Konağındaki yüzlerce, dünya güzeli cariyeler satışa çıktığı zaman esir pazarında fiyatlarda oynama bile olmuştu.
Ayasofya benzeri olarak yapılan cami, hamam, sebil, medrese ve türbe olarak inşa edilen külliye bugün asırlık ağaçların gölgesinde tanıklık ettiği tarihi dönemleri bizlere anlatıyor. Ayasofya’nın loşluğuna inat, 147 penceresi ile gümbür gümbür aydınlığının içine bizi çeken, 1580/81 yılında tamamlanan cami; uzunlamasına dikdörtgen planlı bir yapıdır. Ortasında dört fil ayağına oturan pandantifli bir kubbe yer alır, bunu kıble ekseni üzerinde, biri önde biri arkada 2 yarım kubbe destekler. En önde, dikdörtgen planlı mihrap çıkıntısının üzeri de daha küçük bir yarım kubbe ile örtülüdür. Merkezi kubbe 2 yanda büyük birer kemere oturur. Orta sahnını iki yanda ve arkada “U” biçiminde üç kollu bir galeri çevreler. Orta sahından sütunlarla ayrılan bu iki katlı galerinin, üzeri uçlarda küçük kubbeler, yanlarda ve geride çapraz tonozlarla örtülüdür. Caminin beş kubbeli son cemaat yerini önden ve iki yandan ikinci bir revak sırası sarar; bunun üzeri, kurşun kaplı ahşap bir çatı ile örtülüdür. Türbe camiinin güneyinde iç içe 2 kubbeden oluşur. Yarım altıgen sebil doğu cephesinde, hamam batı cephesinde yer alırken medrese, hazirenin doğu kenarında yer alır. Klasik Osmanlı medresesi görünümü arz eden medresenin kitabesi olmadığı gibi kullanılan taş, cami ve hamamda kullanılan taş ve inşaat şekline uymaz. Sinan’ın ölümünden sonra yapıldığı tahmin edilen medrese, kare bir avlu çevresinde kubbeli revaklar ve revakları saran hücrelerden oluşur. Sağ tarafında tek şerefeli bir minaresi yükselen caminin, XIV. yy. ait büyük kubbesinden sarkan aydınlatma aracı olan gemici feneri bugün Denizcilik Müzesinde sergilenmektedir. İyi ki birileri alıp 1948 yılında müzeye kaldırmışlar. Caminin 1980’li yıllardan sonra akıbeti halen meçhul olan muhteşem İznik çinilerine benzemesi böylelikle önlenmiş olmuş. Ama önlenemeyenler de olmuş. 1957-59 yılları arasında Tophane caddesi düzenlenirken, avlunun kuzey duvarı sökülüp daha gerilerdeki bugünkü yerine alınmış. Ortaya daracık bir avlu içine sıkışmış bir şadırvanla sundurma kalmış. Rahmetli dedem şimdi küçücük kalmış o avlunun hikayesini her Tophane pazarına alış verişe gittiğimizde anlatırdı.
“İstiklâl Savaşı bittikten sonra çok asker geldi İstanbul’a. Hemen hepsi gazi idi. Kiminin kolu, bacağı kopmuş, kimi ise aklını yitirmişti. Türkiye o zamanlar çok fakirdi. Yatıracak hastahane, barındıracak yurt olmayınca büyük camilerin avlularına bu arada da Kılıç Ali Paşa camii avlusuna yerleştiler. Tophane esnafı her Cuma arasında para toplar, caminin imamına teslim ederdi. İmam gazilere avluda üç öğün kazan kaynatır, kalan para ile de gazilerin ilaçlarını veya eksiklerini alırdı. Tophane halkı her Cuma sabah namazını Kılıç Ali Paşa’da kılar, çıkınca gazileri tek tek dolaşır, selamlaşır, helâllıklarını alır, yanlarına sigara ve çay parası bırakır, yürüyerek Eyüp camiine Cuma namazını eda etmeye giderlerdi. Bu arada yollarının üzerindeki cami avlularında yatan gazileri de aynı şekilde ziyaret ederlerdi. Bu seremoniye babamla beraber ben de her hafta katılırdım. Aklını toparlayabilen veya yaraları iyileşenler tespit edilir esnaf tarafından memleketlerine gönderilirdi. İleriki yıllarda çok az kalan gaziler Tophane Kasrına yerleştirildiler. Kasrın adı da Harp Malulü ve Gaziler Yurdu oldu.”
HATIRALARLA BİRLİKTE YIKILIN AVLU
Biz o avluyu yıkarken bu hatıraları da yıkmışız. Ayrıca Tophane-i Amire binasının ön cephesinde bulunan zamanın ordu kumandanlığı tarafından kullanılan mimarisi Meclis-i Mebusan binasına (şimdiki Mimar Sinan Ünv.) benzeyen sahil sarayı da (bazı kaynaklarda müşirlik binası) yıkılmış. Yerine betondan gecekondu belediye dükkanları yapılmış. Karşı sırasına ise halen kullanılmayan antrepolar yığını inşa edilmiş. Şimdi günümüzün trendi Tophane nargile kahvehanelerinde çayımızı içerken gözlerimizi bir kapatalım ve hayal edelim. Kılıç Ali Paşa camii avlusu aynen korunmuş, karşısında Karabaş Camii (arkasında Kadiriler Tekkesi) ve Tophane-i Amire binası, altında sahil sarayı, yanında Tophane Çeşmesi, Tophane Kasrı (M.S. Ünv. Ait), Nusretiye camii, antrepolar yapılmamış, karşı sırasında ahşap konaklar.... Ve yıkılmayan avlu duvarı dibinde lüleci dükkanlarından kalmış bir veya iki tane, ebru, tezhip, cilt, tespih atölyeleri vs vs. Bu düşündüğümüz hali ile mi çok daha güzel yoksa şimdiki hali ile mi? Bu hayallerimizin ortasından yakında bir de hızlı tramvay geçecekse eğer benden size bir ayrıntı daha. Caminin revakları altında ibadet mahalli kapısının iki yanında yaklaşık 1.70 boyunda ve yirmi santim kadar çapı olan iki sütun vardır. Yapılar zamanla temellerine uyguladıkları basınç ile oturma yapabilirler. Usta Mimar Sinan, eserine o denli güvenmektedir ki, bu sütunları yerleştirmiştir. Sütunlar elle çevrildiğinde fırıl fırıl dönerlerdi. Sütunların yapı ile birleşim noktaları o denli incedir ki arasına kağıt dahi sokamazsınız. Yapıda en ufak bir oturma olsa, bu sütunların aralığı kapanacak ve sütunlar dönemeyecekti. Sütunlar, yüz yıllarca döndü. 17 Ağustos 1999’daki büyük deprem olana kadar. Artık sütunlar dönmüyor. Bu sütunların bir eşi Şehzadebaşı Caminde vardı. O güzelim yeşil sütunlarda dönmüyorlar. Ama sebebi deprem değil. Hızlı tramvay gibi yapılan yol çalışmaları. Yol öylesine yükseltildi ki, sütunlar yarıya kadar betona gömüldü. Tarihi eserlerimizden çok mu kıymetlidir ki bu betonlar, asfaltlar her yere döküyoruz ya da dökebilmek uğruna yıkıp, yok ediyoruz. Medeniyet dediğimiz beton yığınları ve asfalt yumakları mı? Cami inşasından sonra İstanbul’da depremler olmamış mıydı? Olmuştu. Ama yol yapıyoruz diye zemin değiştirilmemiş bu eserlerde zarara uğramamıştı. Ama başka türlü zararlar da yapılmamış değildi. Devir III. Murat devri idi ve Kadızadeler İstanbul’u, sarayı ellerine geçirmişler, padişaha dahi hükmederek Osmanlı devletini idare ediyorlardı. III. Murat işte bu günlerde Tophane sırtlarına bir rasathane yaptırdı. Astronomi ile ilgilenmeye, her gün rasathaneden bilgi almaya başladı. Ama; Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi, gökleri gözlemenin uğursuzluk getireceğini, eğer padişah buna devam ederse Osmanlı devletinin perişan olacağına, padişahı ikna etti. Padişah Kaptan-ı Deryası Kılıç Ali Paşa’ya emir verdi. Paşa rasathaneyi hemen o gece yerle yeksan etti. (1580)
Külliyenin yanındaki Tophane Çeşmesi I. Mahmut zamanında Mimar Mehmet Ağaya yaptırılmıştır. Dört tarafını saran kitabeleri, altları ve kenarları oymalı saçakları, duvarlarındaki süslemeleri ile İstanbul’un en yüksek çeşmelerinden olup, anıt çeşmedir. 1732 yılında yapılan çeşme farklı dönemlere ait olmalarına rağmen külliye ile bir bütünlük arz eder. Fatih Sultan Mehmet zamanında inşa edilen, yönetime gelen hemen her padişah tarafından geliştirilen top döküm fabrikası olarak kullanılan Tophane-i Amire binası da (M.S.Ünv.ait) her ne kadar hikâyesi ve tarihi farklı dahi olsa bu bütünlüğe katılır bizlere tarihten ışıklar taşırlar.
Bir Kılıç Ali Paşa camiinden bu kadar yazı yazılır mı derseniz.
Yazılır derim. Hatta az bile yazdım. Sizlere Lüleci Hendek Sokağına adını veren, bugün yok olan lüle sanatından bile bahsedemedim. Ve;
ben halen Tophane’de yaşıyorum. Her gün gidip gelirken tarihin incitilmesine tahammül edemiyorum.