Bu sefer 80-100 yıl öncesinden değil; sadece 43 yıl öncesinden ayni ile vakidir ki diyorum.
27 Mayıs 1960 ihtilâli yapılmış, ordu tüm devlet kurumlarına yerleşmeye başlamıştır. İçişleri Bakanlığına giden subaylar ayrı bir odada, ayrı bir büroda çalışan Amerikalıları görürler. Bu duruma anlam veremez, bakanlığın Türk mensuplarından bilgi isterler. El cevap:
-Biz komünizmle mücadele için iş birliği yapıyoruz. Burada ki Amerikalılar da, onlarla bizim aramızdaki işbirliğinin koordinasyonunu yapıyorlar.
Bu işbirliğinin arkasını incelerler. Görürler ki bakanlığın dışarıdan gelen şifre, telgraflar ile bakanlıktan dışarı çıkan tüm evraklar oradan geçiyor. Yani Amerikalılar bunları görüyorlar, kontrol ediyorlar. Amerikalıların büroları terk etmesi, Amerikan Yardım Binasında çalışmaları istenir. Hemen CIA’nın Ankara başkanı arkadan Amerika’nın büyükelçisi (bugünün Edelman’ı) devreye girer.
-Bir küçücük odayı bizden esirgemeyin. Ne olur Bakanlığınızda çalışmaya devam edelim. Bakın ne kadar üzülüyoruz. Orada kalmamıza müsaade edin, derler... Hatta ABD büyükelçiliğinden MBK’ne 2 ay sonra gelen bir mektup, İçişleri Bakanlığındaki odanın CIA ofisi olduğunu açıklamakta, yapılan çalışmaları anlatmaktadır. Aynı tarihlerde Amerika’dan gelen bir heyet ihtilâlin nedenleri hakkında güya bir rapor hazırlamakta ama raporun ağırlığı ordu mensuplarının tasnifleştirilmesinden oluşmakta idi. Bu rapora göre “Ordu yeniden müdahale edebilirdi!” Hemen 235 general ve amiralle birlikte, çeşitli rütbelerde 4000 subay emekliye sevk edildi. Subayların emeklilik ikramiyelerini MBK subayları bir günde Amerika’dan buluverdiler. Hem Amerika ihtilâli de destekliyordu, hem de 400 milyon dolar yardımda bulunuyordu. Varsın devrik iktidar, NATO ve CENTO adları altında yapılan ikili gizli anlaşmalar sonucu;Türkiye Cumhuriyeti topraklarının bir kısmını yabancı bir devletin egemenliğine bırakmak suçu ile yüce divanda yargılansınlardı! Onların yarattığı “küçük Amerika” olmanın nimetlerinden faydalanabilmek uğruna CIA ile çalışmamazlık etmeye gerek yoktu doğrusu! da 43 yıl sonra mı öğrenecektik; ABD ve CIA’yi Türkiye Cumhuriyeti’nin her bir hücresine kadar yerleştirmenin bedelinin ne kadar ağır olduğunu...
Kıssadan hisse çıkarılacağını bilirdik ama, terörden nasip çıkarılacağını hatta terörün kucaklanıp sahipleneceğini bilmezdik. Bizim, AB’ci, Amerikan’cı, baş nazırımız teröre ad ararken, Bush ile Blair saat başı televizyonlarda basın toplantısı yapıyorlardı.
-Bizim başımıza gelen Türkiye’nin de başına geldi. İşte terör bu! Bunun adı El Kaide! Artık beraber mücadele edeceğiz. Bu bizim davamız, mücadelemiz... mealinde konuşurlarken İsrail boş durmuyor, bakanını, hahamını, Zaka adındaki Mossad elemanlarını Türkiye’ye gönderiyordu. Bu arada ne kadar Mossad’cı, CIA’ci gazeteci kimliğinde elemanları varsa Bingöl ve İstanbul’da dükkan açıyorlardı. Herkes konuştu, halen de konuşuyorlar.. Başkanlar, başbakanlar, bakanlar, uzmanlar, askerler, stratejistler, gazeteciler, derin devletçiler, sığ devletçiler konuşuyorlar ama iki kişi konuşmuyor. Biri Edelman, öbürü bizim baş nazır. Şimdi hepinizin sesini duyar gibiyim.
-Konuştu ya! “Ben mesajı aldım, o mesajı elimin tersi ile iter, ayağımın altına alırım” dedi. Dedi de iki gün sonra patlayan bombalardan sonra ortaya çıkamadı. Araya da 9 gün bir bayram tatili, mesut bahtiyar bir milletiz ya; e bize de bu yakışırdı doğrusu. Sonrası sen sağ, ben selâmet. Hani nerde bizlerin karşısına çıkacak gümbür gümbür konuşacak bir baş nazır? Öyle hazırlanmış metinden Ulusa Sesleniş konuşması değil! Olayların dibini kazıyarak, irdeleyerek, iki hatta üç saat konuşacak, o konuşurken bizlerin, santim santim ağzından çıkanla, vücut dilini kontrol edebileceğimiz irticalen yapılan bir konuşma hani nerde?
Yargıtayı, YSK’yı, eşzamanlı kitlesel gösteriler yapmaları için Büyükşehirlerin marjinal parti il başkanlarını ziyaret eden, kerameti kendinden menkul, geçmişi tüyler ürperten, ülkemize geldikten sonra PKK’cıların azıttığı (yaptıkları malumunuz, anlatmıyorum), F. Gülen’e dönüş ortamları hazırlayan Edelman’ın ise ağzı var dili yok. Ama kabinenin ve baş nazırın üstünde bir çift gözü var. Gerek kabine mensuplarının, gerekse baş nazırın yaptığı her konuşmada değerlendirme yaparken sakın o bir çift gözü sarf-ı nazar etmeyin. Bush’un;
-Türkiye cephedir. Sözüne itiraz edebildi mi? Çünkü o bir çift göz üstündeydi. Veya Blair’in “Türkiye riskli alandır” sözlerine.... Ya da Verheugen ve saz arkadaşlarının sözlerine...Ama hakkını yemem UEFA’nınkine itiraz etti etmesine de, benim ilk mektebe giden yeğenim de aynı sözlerle itiraz etti.
Evet; bir bedel ödemek zorunda iseniz, susarsınız. Meselâ bu bir gelişin! bedelidir. O bakışta, “Sana öğrettiklerimizin dışında bir şey söyleme, yoksa gelişin gibi gidişin de bizden olur” vardır. Veya; “ El-Kaide bizim çocuğumuzdur. Onu biz doğurduk, büyüttük. Sesi çıktıktan tam 6 dakika sonra senin ad koyamadığına, biz bunu El-Kaide yaptı diyebildiğimiz gibi senin için de diyebileceklerimiz veya yapabileceklerimiz var” demektir.
Günlerdir düşünüyorum. MGK’nın sivilleşmesi uğruna istihbarat masaları lağv edilmeseydi, gene bu bombalama olayları olur muydu? PKK bu kadar rahat büyük şehirlerde terör gösterileri düzenler miydi? ABD’nin baskıları ile mi MGK kuşa çevrildi? Kaç tane AB’li parlamenterden dinledik: “ Biz bu kadar şey istemedik, hükümetiniz kendi isteklerini AB istiyor diye uyum yasaları adı altında meclisten geçiriyor” demediler mi? Halbuki bir başbakana; dört dörtlük çalışan askeri istihbarat masalarından başka huzur veren ne olabilirdi ki? Oh! Ne güzel her akşam hem Türkiye hem kendi, yastığa başını huzur içinde kor ve uyurdu.
Sahi! Mesajı tanıyan, elinin tersi ile itip, ayağının altına alanda bir tek baş nazır oldu 70 milyonluk Türkiye’den değil mi? Allah, Allah! Ben bunu nasıl düşünemedim. Şimdi aklıma geldi.
Demek ki...............
Tabii ki düşündüğünüz gibi. Fazla söze ne gerek.
Siz Ufuk Ötesi okuyucularına;
Arife Tarif mi Gerek!!!!!!