Kasım 2008

Ö T E S İ

 

3.12.2024 



Aykırı Bakış

 
Dr. Yusuf Gedikli

Ne kadar demokratız?


Geçen ayki yazımızda devletin vatandaş tarafından nasıl görüldüğünü tahlil etmiştik. Bu yazımızda vatandaşın demokrasi kültürü üzerinde kafa yoracağız. Tabii her zaman olduğu gibi tarihî derinliğe ve sürece bakmak, günümüzü aydınlatması bakımından büyük önem arzetmektedir. Çünkü hali anlamak için maziyi bilmek gerekir.

Türklerin baş kaldırıcı tabiatı

Türklerin baş kaldırıcı, savaşçı bir millet olduğunu göz önüne getirirsek, Türk devletlerinde sık sık isyanların çıkmasını normal karşılamamız gerekir. Türk kavimlerinden bir çoğunun adı “güçlü kuvvetli; vuran kıran; baş kaldıran, isyan eden, serbest kalan, hür dolaşan” anlamındadır. Mesela Türk, Apar (Avar), Bulgar, Kabar, Sabar, Kazar (Hazar), Kazak, Döğer, Çavuldur, Çepni vs.). Bilge Kağan kendisini Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağan olarak tanımlıyordu ama bunu kimse dinlemiyor, “kendi milleti olan Dokuz Oğuzlar” beş defa, Türgişler, Basmıllar, Uygurlar, Kırgızlar bir çok defa olmak üzere sürekli baş kaldırıyorlardı.

Osmanlı devlet anlayışı ve Osmanlı merkeziyetçiliği

Türklerin baş kaldırıcı tabiatı Osmanlı döneminde de devam etmiştir. Osmanlıların diğer Türk devletlerinden farkı, Osmanlıların devrine göre ileri, adil ve merkeziyetçi bir devlet olmasıydı. Yükselme devrinden itibaren padişahlar devletin ve hanedanın bekasını sağlamak, başka bir deyişle devlet-i ebed-müddeti ayakta tutmak amacıyla merkezî orduyu devşirmelerden kurmuş, üst bürokratları devşirmelerden tayin etmiş, böylece hem devletin, hem de hanedanın devamlılığını sağlamayı amaçlamışlardır.
Padişahlar memleketin her tarafından haber almayı, her yerde olan biteni haklı olarak bilmek istemiş, bu da devletin gittikçe merkezileşmesini beraberinde getirmiştir. Merkezileşme kuvvetlendikçe resmi dil, yani bürokratik yazışma dili halkın konuşma dilinden bilerek ve isteyerek uzaklaştırılmış, böylece halkın olan bitenden haberinin olmaması hedeflenmiş ve sağlanmıştır. Zira devletin temelini teşkil eden Türk unsuru devlete yakın tutulsa ve ona devlet bürokrasisinde görev verilse idi, Türk unsuru devleti ele geçirebilir, tabiatiyle hanedan da değişirdi.
Osmanlıya göre halk devlet idaresinden anlamazdı. Osmanlı, halkı önüne geçilip yedilen (çekilen) veya arkasına geçilip güdülen (sürülen) bir kitle olarak görüyordu. Halk tebaaydı, yani tabiydi. Eker biçer, konar göçer, sırası gelince savaşa giderdi.
Yerli unsuru devlet kapısından ırak tutmak politikası İranda ve başka devletlerde de uygulanmıştır. İranda bir Türk devleti olarak kurulan Safeviler, bu politikayla bir Fars devleti haline gelmişlerdir.

Merkeziyetçiliğin olumlu sonuçları

Merkeziyetçilik o zaman için olumlu bir tutumdu ve gerçekten devletin ömrünün uzamasında mühim rol oynamıştır. Daha önceki Türk devletlerine baktığımızda bir nevi kabileler federasyonu teşkil ettiklerini, merkezileşemediklerini, kurumlaşamadıklarını ve bu bakımdan fazla uzun ömürlü olamadıklarını görürüz.
Osmanlı merkeziyetçiliğinin Türk milletinin oluşmasında da olumlu rolü olmuştur. Osmanlı hem göçebeleri yerleştirmek, hem aşiret ve kabileleri dağıtmak için sürekli bir tehcir (göç ettirme) ve iskân politikası uygulamış, bu da Türk milletinin harmanlanmasını sağlamıştır. Dolayısıyla zor durumlarda birbiriyle zıt siyaset güden aşiret-kabile çatışmaları olmamıştır. Mesela İstiklal savaşında aşiret, kabile çatışmaları olmadığı için Türk milleti başın (önderin) etrafında kenetlenmiştir.
Türk devletlerinin en uzunu, en mükemmeli, Uygur devletiyle birlikte en çok yazılı eser bırakanı, kutsal bir görev, yani misyon üstleneni (daha önceki Türk devletlerinin bir cihan hakimiyeti hedefi vardı ama bir misyonu yoktu) dünyanın en sıtratejik bölgesinde bulunanı ve Avrupa içlerine kadar yayılanı olan Osmanlı devleti, tabiatiyle varlığını devam ettirmek için en ufak bir isyanı, baş kaldırıyı şiddetle ezmiştir.
Bu politikalar hanedanın ve devletin uzun süre devam etmesini sağlamıştır. Bilindiği üzere Osmanlılar dünyanın en uzun hanedanıdır. Özetle Türk devletlerinin en uzunu olan Osmanlı devleti ve Türk hanedanlarının en uzunu olan Osmanlı hanedanı, halkın devlet işlerinden anlamayacağını ve anlamaması için de halk dilinden ayrı bir dil (Osmanlıca) kullanılması gerektiğine inanmış ve bunu uygulamıştır.
Düşünen bir adam olarak Osmanlının merkeziyetçi özelliğini fark eden Makyavel (1469-1527), Hükümdar isimli eserinde “Türk devleti kolay kolay ele geçirilmez, fakat ele geçirilince de kolay idare edilir” isabetli tesbitini yapmıştır.
Osmanlı siyasi, idari, askerî olmasa da; ekonomik, kültürel ve dinsel yönden yer yüzünün tek anti emperyalist imparatorluğu idi. Bu husus de Osmanlının uzun yaşamasının sebeplerinden biridir.

Merkeziyetçiliğin Türk sosyo-pisikolojisine olumsuz etkisi

Her devlet için tabii ve normal bir hareket olan isyanları şiddetle bastırma uygulamasının ve yüzyıllarca süren merkezileşme politikasının neticesinde Türk insanı inisiyatif, düşünce, teşebbüs, hayal etme kuvvet ve iktidarını kaybetmiş, fertlikten uzaklaşarak toplum ve devlet içinde erimiştir. Çünkü tarih gücün, kuvvetin karşısında boyun eğmeyen bir kimse veya halkı, milleti kaydetmemiştir.
Bunda sünni İslam alimlerinin “can, mal, ırz emniyetini” korumak için devlete itaat etmenin gerektiğini sürekli vurgulamalarının ve padişahın aynı zamanda halife olmasının da rolü vardır. Eski devletler bir din devleti olduğu için alimlerin dedikleri etkili olduğu gibi, halife olarak padişahın hem idarenin, hem dinin başı olması da çok tesirli olmuştur. Neticede Osmanlı devrinde Türk insanının teşebbüs ve inisiyatif kullanması veya haklı olsa dahi devletten hakkını araması, devlete karşı sesini çıkarması mevcut olmamıştır. Zamanına göre en büyük Türk ve İslam organizasyonu olan Osmanlı devleti Türk insanının inisiyatifini öldürmüştür.

Türk insanının ve toplumunun geri kalmasının diğer sebepleri

Türk insanının geri kalmasına merkeziyetçilikle birlikte ticaret yollarının değişmesi de tesir etmiştir. Ticari ve sınai olarak gelişemeyen Türk insanı demokratik bir bilinç, kültür veya alt yapı oluşturamamıştır. Bu neticede Osmanlı aile yapısının ataerkil, toplum yapısının fazla gelenekçi olması da rol oynamıştır.
Zaten tarih boyunca askerlik, memurluk, çiftçilik ve hayvancılık yapan Türk milleti hor gördüğü için zanaatkârlık, ticaret ve sanayiyle gerektiği ölçüde ilgilenmemiştir. Dikkat edilirse askerlik ve memurluğun emir işi, yani verilen görevi yapma işi olduğu, çiftçilik ve hayvancılığın da her hangi bir bağımlılık gerektirmediği gözler önündedir.
Bütün bu olumsuzlukların ve geri kalmışlığın (iktisadi zayıflığın) farkında olan Osmanlının son zamanındaki Türkçülük fikrinin taraftarları şiirlerinde, eserlerinde Türk insanını zanaat ve ticarete teşvik ediyor, ferdî kabiliyet ve düşünceleri ön pilana çıkararak ferdî teşebbüse önem verilmesini ileri sürüyordu (M. E. Yurdakul, Müfide Ferid Tek, M. Ş. Esendal, H. E. Adıvar, Ziya Gökalp, Rıza Nur ve başkaları).
Türk insanında cumhuriyetle başlayan ticaret ve sanayiye ilgi ancak elli yıl sonra semeresini vermiş, Türk burjuvazisi Türk ticaret ve sanayisinin önderliğini gayri müslim burjuvazinin elinden 1970’lerde ancak alabilmiştir.
Lakin ticaret ve sanayi 1970’lerde Türk soyluların eline geçmesine rağmen uygulanan kültür politikalarıyla Türk soylu ticaret ve sanayiciler de milli burjuvazi değil, komprador burjuvaziyi oluşturmuşlardır. Her hal ve karda kazanan başkaları, kaybeden yine Türk milleti olmuştur.
Teşebbüs ve inisiyatif ini kaybetme, zanaatkârlık ve ticaretle ilgilenmeme, Türk insanının ferdî kabiliyetlerini gösterme, gerçekleştirme ve iş yapma kabiliyetini öldürmüştür.

Türk toplumunda demokrasi kültürünün yokluğu

Görüldüğü üzere Türk insanında tarihten gelen, sosyo-pisikolojik, sosyo-iktisadi ve sosyo-kültürel temeli olan bir demokrasi şuuru ve kültürü yoktur. Ezici, kahredici bir devlet geleneğine sahip olan Türklerde demokrasi tabii ki kendiliğinden doğamazdı. Türk insanının güce, kuvvete karşı boynu eğikti (Halen de büyük mikyasta öyledir). Zaten her şeyi büyüklerimiz, başka bir deyişle devlet bilir, halk adına da onlar düşünürdü.
Gelenek ve sosyal pisikoloji böyleydi. Ama demokratik kültür yoksunluğunun sebebi sadece bu değildir. Türkiyede gelişmiş bir ticaret ve sanayi olmadığı için demokrasi talebi burjuvazi yoluyla, yani tabandan da ortaya çıkamazdı. Ayrıca asker bir millet oldukları için Türkler emir-komuta zincirine alışkındı. Yani üst her şeyi bilir, ne derse o yapılırdı. Astın bir şey bilmesine, söylemesine, talep etmesine lüzum yoktu.
Osmanlının merkeziyetçi politikası, devlet otoritesi, devletin kutsal, yani dinî devlet oluşu, devletin yumruğunu Demoklesin kılıcı gibi sürekli vatandaşın başının üstünde tutması, Türk insanında devlete karşı bir korku ve aynı zamanda bir saygı doğurmuştur. Bu korkuyla karışık saygı cumhuriyette de devam etmiştir. Cumhuriyet de yumruğunu devamlı vatandaşının başı üstünde tutmuştur.
Cumhuriyet devrinde Türk insanının bünyesine aykırı bazı ıslahat ve inkılaplar yapılmasına rağmen, Türk insanından hiç bir tepki gelmemiştir. İnkılaplara karşı demokratik muhalefet bile olmamıştır. Ancak her etkinin az veya çok bir tepki getirmesi tabii olduğundan, inkılaplar Türk vatandaşını “devlete karşı gelmeme, lakin onun dediğini de yapmama” şeklinde pasif mukavemete yöneltmiştir.

Demokrasi tavandan geldi

Bütün bu sebeplerden dolayı Türkiyede bütün hareketlerde olduğu gibi demokrasi de tabandan değil, tavandan gelmiştir. Ancak Türk devleti bu kararı isteyerek vermemiştir. 1945’te BM’ye kurucu üye olmak için demokratik rejim şartı koşulduğundan, devlet aynı yıl tepeden inme bir kararla demokrasiye geçiş kararı almıştır. Amacı Rus fobisi dolayısıyla dünyadan ayrı kalmamak, Sovyetlere karşı ittifak sağlamak ve batı buloğuna yaslanmaktı.
Tabii ki devletin bir lütuf olarak lütfen verdiği demokrasi tam manasıyla bir batı demokrasisi olmayacaktı. Atatürkün “biz bize benzeriz” vecizesinin icabı Türke mahsus bir demokrasi olacaktı. Çünkü vurguladığımız gibi hakiki demokrasi uzun bir tarihî süreci, sosyo-iktisadi ve sosyo kültürel bir alt yapıyı gerektirir. Türkiyede bu yoktu. Halen de tam manasıyla olduğu söylenemez. Bu yüzden demokrasi gereği gibi işletilememiş, darbelere maruz kalmış, yozlaşmış ve soysuzlaşmıştır. Tabiri caizse demokrasi, Özalın iş başına geçtiği 1983’ten sonra tam bir yemokrasiye veya oligarşiye dönüşmüştür.

Demokrasi nedir?

Demokrasi bilindiği gibi eski Yunanca demos (halk) kökünden gelen bir kelimedir ve halk idaresi demektir.
Halkın kendi kendisini idaresi, seçtiği temsilciler vasıtasıyladır. Yani demokrasi dolaylı bir yönetimdir. Ancak doğrudan bir demokrasi de mümkün değildir ve her şeye rağmen demokrasi en iyi rejimdir. Zira insanlara her türlü hürriyeti bahşeden tek rejimdir. İnsanların korkmadan konuştukları, yazdıkları, fikirlerini serbestçe söyledikleri, yattıkları, yürüdükleri, gezdikleri, idarecileri her şekilde eleştirebildikleri tek rejimdir. Bu bakımdan her Türk vatandaşı demokrasiyi benimsemek ve demokrat olmak zorundadır.
Demokrasiye göre devlet demosun istek, duygu, düşünce, arzularını dikkate almak durumundadır. Ancak istense bile halkın her istediği yapılamaz, üstelik halk bazen doğru şeyler de istemez.
Her rejim gibi demokrasi rejimi de kendini koruma hakkına sahiptir. Bu yalnız devletin görevi değil, fertlerin de görevidir.

Demokrasiden sonra Türk insanında demokratik kültür ve gelenek oluştu mu?

Türk insanında demokratik anane ve kültür olmadığı için, medenî cesaret ve medenî yollarla hakkını arama geleneği de yoktur.
Dolayısıyla Türkiyede demokratik bir sivil toplumdan ve onun gücünden bahsetmek isabetli değildir. 2000’in başlarında bile sağ görüşlü sendikacılar devletten bir şey istemeyi devlete karşı gelme anlamında alıyorlardı.
Biz son 20 yılda üniversite bitirmiş 40-50 yaşında kişilerin her hangi bir dernek veya vakıf kurmak istedikleri zaman bir bilenin ! (aslında bilmeyenin), bir büyüğün (aslında sadece yaşta büyüğün) kapısını aşındırıp icazet aldıklarına çok şahit olmuşuzdur. Neden? Demokratik kültürün eksikliğinden. Demokratik kültürü eksik 40-50 yaşlarındaki okumuşlarımız ve her şeyi bilen (!) büyüklerimiz yüzünden şimdi bu durumdayız.
Bu örnekler milliyetçi-ülkücü kesimin demokrasi kültürünün ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir. Türkiyede öyle ya da böyle demokratik hak hukuk talebinde bulunan, az çok sesini sesini çıkaran, hakkını arayan yine hep solcular olmuştur.
Teşebbüs ve inisiyatif gücü zayıf veya ölü olduğu için cumhuriyet devrinde dahi Türk insanı her şeyi devletten beklemiş ve beklemektedir. Zira kutsal devletin her şeyi bildiğini ve yaptığını, yanlış yapsa bile o hareketinin bir sebebi olduğunu, ne yaparsa öyle gerektiği için yaptığını düşünmektedir.
Türk insanında demokratik kültürün olmaması, sadece yurt içinde değil, yurt dışında da göze çarpıyor. Mesela günümüzde Almanyada üç milyon civarında vatandaşımız olmasına rağmen, bu sayının Alman kamu oyundaki tesiri koskocaman bir hiçtir. Niçin? Demokratik kültür, hak arama, kamu oyunu etkileme kültürü olmadığı için. Geçmişte Almanyada bazı vesilelerle yapılan yığıncaklara (miting) da bir kaç on kişi veya bir kaç yüz kişiden gayrı kimse katılmamıştır. Yine bu sebeple Avrupa ve ABD’de Türklerin her hangi bir lobi faaliyeti olamamaktadır.

Netice

Günümüzde devlet kavramı giderek küçülmektedir. Yalnız güvenlik, maliye, askerlik sahalarına inhisar etmekte, diğer sahaları özel kesime devretmektedir.
Devlet artık her şeyi yapmıyor, düzenliyor, kanun koyuyor, güvenliği temin ediyor.
Özetle devletler zamanımızda küçülmüştür ama aynı zamanda çok güçlenmiştir. Çünkü teknoloji sayesinde devlet anında ülkenin hatta dünyanın her yanından haber alabiliyor ve anında oraya gidebiliyor. Devlet karmaşık ve somut bir mekanizmadır, kahredicidir ve toplumun her kesiminde varlığını hissettirmektedir. Bazılarının sandığı gibi vatandaşın demokratik haklarını kullanması devlete karşı gelmek değildir, üstelik devlet kolayca zarar görebilecek bir mekanizma da değildir. Kısaca devlet mum ışığı değildir ki üflemekle sönsün.
O halde medeni cesaret sahibi olmalı, demokratik yollarla hakkımızı hukukumuzu aramalı, demokratik yollarla tepkimizi göstermeli, demokratik yollarla teşkilatlanmalı, kısaca tam manasıyla demokrat bir fert ve toplum olmalıyız. Böyle yaptığımız takdirde bozuk düzen işleyen kurumlar kendilerine çeki düzen verecek, Türk insanı ve Türkiyemiz daha iyi bir noktaya ulaşacaktır.


ufuk@ufukotesi.com

Bu yazı toplam defa okunmuştur.

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.

UFUK ÖTESİ.COM

BU YAZIYI TAVSİYE EDİN

Adınız  Soyadınız

E-posta adresiniz
Arkadaşınızın e-posta adresi

 

Yazdır  - Sayfanın Başına Dön 

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002