İkinci Dünya Harbi içinde, savaşan devletlerin çektiği sıkıntıları, onların halkları kadar biz de yaşamıştık. Bugünün vurguncuları gibi, “muhtekir”, istifçi ve karaborsacı adıyla o zaman da milletin kanını emenler vardı. Başta ekmek olmak üzere ana gıda maddeleri vesika ile veriliyordu. Yetişmekte olan delikanlıların günlük “istihkakı” çeyrek ekmeğe kadar düşmüştü. Tek avuntumuz fiilen savaşa katılmayarak gençlerimizin yok yere telef edilmesini önlemiş olmamızdı. Bu da gerçekten şükredilmesi gereken bir durumdu.
Galip devletler her konuda haklı (!) olduklarından -savaş sonrası- dünyaya yeni bir düzen verme gayreti içinde görünüyorlardı. Aslında bu, her zaman olduğu gibi dünyayı paylaşma planının bir başka yolu idi. Bu yol da yine her zaman olduğu gibi demokrasi havariliği yapmaktan geçiyordu.
Bu rüzgarın etkisi ile Türkiye’miz de çok partili hayata geçme hazırlıklarına başlamıştı.halkımızın çoğu iyi şeyler ummanın heyecanını yaşıyordu. 1946 yılında ilk demokratik seçim geldi çattı. Herkes birbirine soran gözlerle bakıyor ama nedense kimse seçim konusunda konuşmuyordu. Bizler o tarihte küçük bir çocuk olduğumuzdan olayın önemini tam kavrayamıyor fakat bir şeyler sezebiliyorduk.
Komşumuz Huriye hanım “rey” vermeye gideceğini söyleyip kendisine refakat (yol arkadaşlığı) etmemi istediğinde çocukça bir hevesle hemen hazırlandım. O devrin icabı “zadegân” çocuklarının okuduğu bir ilkokuldaki seçim sandığının başına vardık. Bizim Huriye teyze besmele çekip Demokrat Parti’nin -nedense- çok az sayıdaki oy pusulalarından birini aldı, geldi sandığın yanına… işte kızılca kıyamet o anda koptu. Saçları “alagarson” kesilmiş, gri tayyörlü, erkek tavırlı sandık görevlisi bir hanım öyle bir ünledi ki kenara çekilip, korktuğumu belli etmemek için hayli çaba sarf ettiğimi hep hatırlarım.
--- Sen ne biçim kadınsın? Sana kadın haklarını veren Atatürk’ün partisine (CHP’yi kastediyor) karşı nasıl oy kullanırsın?
Arkasından daha bir sürü aşağılayıcı sözler…bir kamu kuruluşunda görevli olduğunu öğrendiğim bu hanım kendisini Cumhuriyetin tek bekçisi sanıyor ve resmi bir siyasi partiden başkasını kabul edemiyordu.
O seçimde açık oylama, gizli sayım yapıldıydı. (yanlış okumadınız; bugünkünün tam tersi.)
Kimse kusura bakmasın! Ben ne zaman Atatürk istismarı yapıldığını görsem tiksinti duyarım. Şuurumun altında yer etmiş olan bu olay bütün ayrıntılarıyla gözümün önüne gelir. Maalesef “rozetçilerin” yaygarası yüzünden büyük devlet adamı, mütefekkir ve gerçek ülkücü Atatürk’ü yüreğinde yaşatanlar hep kenara çekilmek zorunda kalmışlardır.
Daha sonra 1950 yılında tek başına iktidara gelen Demokrat Partinin 1960’ta bir askeri darbe ile devrilerek dönemin başbakanı ve iki bakanının –yine bir cuntanın baskısı ile- idam edildiklerini biliyorsunuz.
DP’ye karşı, askeri tahrik etmek için o günlerde bir “psikolojik harekat” başlatılmıştı. Hükümete muhalif gençlerin öldürülerek buz odalarına konduğunu, kıyma makinelerinde kıyıldığını (?) yayan bir propaganda canlı tutularak gergin bir hava oluşturuluyordu. Başbakan Adnan Menderes’in üniversite hocalarına “kara cüppeliler” dediği haberleri yayılıyordu.
O zamanlar boğazına kadar politikaya batmış bazı profesörler olduğu için bunlara kara cüppeliler dendiğini hepimiz duyuyorduk. Ancak başbakanın böyle bir ifade kullanmadığı bilindiği halde, bir yandan bunlara layık oldukları sıfatı gerçekten yakıştıranlar bir yandan da ülkeyi ihtilal ortamına sokmak isteyen çevreler devamlı olarak bu konuyu işlemekte ısrar ediyorlardı.
Bugünlerde yine YÖK başkanı ve bazı rektörlerin saltanatlarını sürdürmek için, sanki onlardan başka kimse bu yerlere layık değilmiş gibi kaba bir anlayışla havayı bulandırmak istedikleri görülmektedir.
Mevcut hükümetin, özellikle bazı bakanların yanlışlarını biz biliyoruz. Hatta konuya objektif baktığımız için daha da iyi biliyoruz. Her aklına geleni reform gibi algılayan, kendilerini çok esprili zanneden bakanları pek de ciddiye aldığımız yok. ABD yi amiri olarak gören, AB yi şaşmaz otorite olarak kabul eden kişiler bize uzak düşer. Ancak hangi hükümet kusursuz olabildi ki?.. hele bundan önceki üçlü koalisyonun Türkiye’yi yokluğa işsizliğe sürükleyen, siyasi ve iktisadi bağımsızlığımızı zayıflatan zavallı bir ekip olduğunu nasıl unutabiliriz?
Ancak ülkemiz bir dönüm noktasına gelmiştir. Hangi makamda bulunursa bulunsun herkesten özveri beklemek, sorumlu davranmasını istemek hakkımızdır. Kendi çıkarları için statükonun devamını isteyenlere kesinlikle destek olunmamalıdır. Koltuğu korumakla Cumhuriyeti korumak karıştırılmamalıdır. Ülkeye hiçbir yarar sağlamamış olan bir derebeyliği savunmak kimseye saygınlık getirmez. Açık yüreklilikle söylemek zorundayız ki bu konularda komutanların taraf olarak görünmesi –haklı bile olsalar- askerimizi yıpratır. Orduyu yıpratmaya da kimsenin hakkı olmadığına inanıyoruz. Üstelik savunulan statü asıl hedefi olan ilim düzeyinin yükseltilmesi ve bilim haysiyetinin sağlanması açısından hiçbir katkıda bulunamamıştır. Üniversitelerimiz birer ilim ve araştırma kurumu olmaktan çıkmış birkaç kişi tarafından politika arenası haline getirilmiştir. Öğretim üyeleri önlerine konan kitabı öğrencilerine aktaran birer robot haline dönüştürülmüştür. Bırakın, araştırma çalışmalarını, bu hastalıklı bünyede eğitim bile yapılması mümkün değildir. Uluslar arası bilim alanında hiçbir tezi bulunmayan bu kurumları acınacak hale getiren adamlara ve zihniyete sadece acımak lazımdır.
Biliyoruz ki çok defa olduğu gibi üniversite açılışları yine günlük politikaya alet edilecektir.
Yarın “yanılmışız! Bunlara destek olmakla ülkemizin bilim hayatına kötülük etmişiz” demekle kimse işin içinden sıyrılamaz, sorumluluktan kurtulamaz.
Eğer Atatürkçülüğü bu zihniyetteki akademisyenler temsil edeceklerse çok yazık!
Tekrar içtenlikle söyleyelim. Kimse Türkiye’nin belirsizliklere sürüklenmesine yo açma hak ve yetkisine sahip değildir. Devlet yapımız merkez dinamikler adına yapılan müdahalelerle ağır darbeler almış, siyasi, sosyal ve ekonomik dalgalanmalar nedeniyle her konudaki gelişmeler tıkanmış hatta durmuştur. Toplumsuz bir gelişmenin sağlıklı olmayacağı, reformların kalıcı olması için bunların halka benimsetilmesi gerektiği büyük devlet adamlarınca bilinen ve uygulaması yapılan bir özelliktir.
Herkesi nefs-i emareden kurtulup akl-ı selime sığınmaya çağırıyorum.