Neden ‘kara’ demişler? Oysa bütün görünür adeta ‘yeşil bir deniz’ gibi, kabarıp, köpürerek, kıvrılıp, açılarak yeryüzünden öte, göğe yükselmek istercesine hep yukarılara ağmış bir tabiat şöleni.
Evet, Karadeniz’den söz ediyorum. Doğup büyüdüğüm, pastoral şiirini ruhuma ezberlettiğim, uzun soluğunu bir yaşama iksiri gibi özümsediğim, kimyasını kimyama, esenliğini ruhuma özümsettiğim ve yıllar yılı bunaldığım bu şehirde, yeniden yaşama direnci depolamak, kan tazelemek, ümit ve sevinç devşirmek için her yıl dağlarına koştuğum belde.
Karadeniz, tabii ki ‘siyah’ deniz demek değil. Suyunun soğukluğundan alıyor adını. Karakışın, siyah olmadığı gibi. Yine de ilk çağrışımı ile onu ‘siyah’ renkle karıştıranlar için söylüyorum ki, çok yanlış. Bu tabiat harikası, bu görsel şölen olsa olsa ‘yeşil deniz’ benzetmesiyle izah edilebilir.
Siyasî çekişmeleri, ekonomik sıkıntıları, uluslararası sinsi oyunları ile bunalan ve insanı bunaltan İstanbul’dan taşra çıkıyorum. Seferimiz Ulusoy’la, doğrudan Allah’a bağlı olan Of’a.Ben Sürmeneliyim. Sürmene şirin bir ilçe. Şiirli bir ilçe. Baştan başa bütün Karadeniz öyle zaten. Şiirin şaşakaldığı, benzetişin ‘benzetilecek nesne’ bulmakta zorlandığı, kendi özgün ve özgül tarifini kendi içinde barındıran ender diyarlarımızdan biri.
Zihnimi, şehrin ve çağın çer-çöpünden arındırıyor ve kendimi yeşil denizin serin rüzgârlarına bırakıyorum.
VAHŞİ GÜZELLİK
İlk uğrak Sümelâ manastırı. Göğe dimdik yükselen vahşi güzelliklerin zirvesine, kartalların, atmacaların, alaca doğanların bile zor ulaşacağı uçurumlar üstüne kurulan bu dinî mağarayı inceliyorum. İnce çisenti ve esrarengiz sis manzarayı daha da olağanüstüleştiriyor. Bir rüyadan çıkıp bir başka rüyaya giriyoruz adeta. Gerçek bir yeryüzü görüntüsünün ötesinde aşkın, üstün, ürpertici bir tablo. Ne şiir yeter anlatmaya, ne estetik duyarlık. Seyret ve o harika dekor karşısında düşünceni kılıç gibi keskinleştir.
Ne Batı klasikleri erebilmiş bu yüksek derinliğe, ne doğu manzumeleri. Ne harika kelimesi yetiyor gördüğünüzü manzarayı tasvire, ne muhteşem. Çünkü bu tabii dekor, bu ilahî manzara, bu insanüstü konum, beşer idrakine sığmayıp taşıyor. Beyninizin ve gözünüzün kapsama alanı eksik, kifayetsiz dahası âciz kalıyor. Şiir ne ki, roman ne ki, hikaye ne ki. Tabii olanın, kudreti sonsuz olanın yaratma ve bezeme gücü karşısında kendi hiçliğinizi fark ve idrak ediyorsunuz.
On bin beyit, yüz bin mısra, yeni bir Binbir Gece Masalı, yeni bir Şark Hikâyesi, yeni bir menkıbeler kitabı, yeni bir Manas destanı, yeni bir yaratılış ve türeyiş efsanesi yazmaya yeltenseniz bile; anlatacaklarınız, görüntünün akıl almaz ihtişamı karşısında gülünç bir taslak olarak kalmaktan öteye geçemez. En iyisi susmak ve bütün varlığınla bu ebedî iklime ram olmak. Onun ruhunda erimek. Onun kimyasına, onun sihrine, onun sırrına karışmak. Onun lirik şiirini dinlemek...
RUHUN EBEDİ SÜKUNETİ
Şehirler neden böylesine cinnet hücresi haline/ruhun zindanı haline gelmiş, bu manzara karşısında daha iyi anlıyor insan. Konfor ve nefsin kısır hazzı modern kentte olsa da, ruhࡵn ebedî sükuneti tabiatta. Çünkü yaratılışın özünde/mayasında toprak var; huzur ve hoşnutluk oradan/bu terkipten/bu hikmetten geliyor. Nefsimiz bizi şeytanların oynaştığı şehre çekse de, ruhumuz özlediğini tabiatın bağrında buluyor.
Atmacaların bile zor tüneyeceği bu derin yarlar diyarına, bu kutsal mağarayı nasıl kurmuşlar? Bu kayaları nasıl oymuş, bu uçurum ülkesine nasıl barınak ve sığınak yapmışlar? Anlaşılır ve anlatılır gibi değil. Sanki yeni çizilmişçesine canlı duran Meryem Ana figürleri, zaman denen mefhumun ne kadar izafi ve sübjektif olduğunu gösteriyor. Kendisi yok, resmi kalmış yadigâr. O, yeryüzü kadınlarının en iffetlisi, en safı. Kutlu Meryem. Ne yazık ki, iffetsizlikle suçlandırılmış. Ve Yahudiler tarafından acı çektirilen, aşağılanan, çarmıha gerilen oğlu Hazret-i İsâ. Ah Meryem’in göğsüne süzülen ‘kutsal ruh’ nerdesin şimdi? Dünyanın azabı, acısı, kutsal ruhun yok olup, yerini madde buhranının almasında.
Dünyevîleşme sadece bozulmuş, tahrif edilmiş Hıristiyanlıkta değil ne yazık ki, son mükemmel din olan İslâm’a da düşürdüler eşyanın kara gölgesini. Arınma gerçekleşmezse, huzur hep bir özleyiş olarak kalacak insanlık için. Huzurun denklemi ise ne maddî konforda, ne globalleşmede, ne küreselleşmede; sadece oluş nizamına tabi olmada.
Ey insanoğlu, ya mânâya teslim olacaksın ya da maddeye esir! Tercihini yap ve sonuçlarına katlan. Sızlanıp durma öyle sapkınlık uçurumunda.
MASALSI ‘SESLİ KAYA’
Masalsı Sesli Kaya ve Sesli Kaya hanları. Bendenize ‘Sesli Kaya’ şiirini yazdıran efsane kaya: “Sesli kaya/Sesli kaya/Vur kırbacı kırçıl taya/Kalk göçelim bu diyardan/Sığınalım mâverâya!/Sesli kaya/Sesli Kaya/Bir mermi sür tabancaya/Eşlik etsin Sultan Murat/İçindeki gür nârâya!”
Çiçekli, kelebekli, arılı, rayihalı bahçeler, serin sular. Kar beyazı bulutlar. Hani türkülerde
“O Sürmene yaylası onbeş doktora bedel!” denilen tabiat eczanesi. Havanın hava, suyun su, rüzgârın rüzgâr; insanı insan olduğu mekân. İç içe vâdi yarıkları, iç içe yeşil yer, mavi gök, hülyalı, hasretli bulut kümeleri.
SULTAN MURAT YAYLASI
İkinci görsel şölenimiz Sultan Murat Yaylası. Dağların efendisi, bâkirliğin esenlik ülkesi. Çaykara’nın zirvesi. Göğe yakın, rakım 3 binlerde, 3 Yıldızlı Taşkınlar Otel. Seksen yatak kapasiteli. Kahvaltı dahil geceliği 35 milyon. Özel bir çay ikram ediyor bize Ayran Bar’ın yöneticisi. Köşede, avlanıp dondurulmuş kocaman, heybetli bir atmaca ile kocaman bir puhu kuşu. Çiçek açmış, futbol topu büyüklüğünde bir geven çiçeği. Her yer ahşap dekorla çevrili. Bu yaylada yapay olan hiçbir şey yok, cep telefonu, cips ve cola hariç.
Sultan Murat şehitleri, 1916’danki Rus savaşından beri vatanın ölümsüz bekçileri gibi duruyor dağların sisli yamaçlarında. Akça bulutlar üstünde akça doğanlar gibi. Ölülerin taze ve temiz kanıdır, bütün eksiklerine rağmen vatanı vatan yapan. Kutlu, serin bir rüzgâr esiyor çam ormanlı vadilerden. Sanki, “Korkma” diyor, “sönmez, bu şafaklarda yüzen al sancak!” Ve rakım 3 binde gururla dalgalanan Türk bayrağı, yüreğimize su serpiyor. Ülkeyi acemi ve âciz yönetenlerden çok, bu ölümsüz ruh/bu ölümsüz imân güven veriyor insana.
Millî Şairimiz Mehmed Akif’in, “Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan da şüheda!” diye tarif ettiği ‘varlığımızın kimyasını özenle muhafaza eden vatan toprağı’ tam da burası işte.
DÜŞ BAHÇESİ
Çocukluğumun geçtiği yayla bahçesinden hoş rayihalı yayla çayı topluyoruz. Tut ki kırk yıllık bir rüya gerçekleşiyor. Şehirler her şeyi yutan dipsiz kuyular değil miydi? Bu yerler bir masaldan akılda kalan hayalî görüntüler değil miydi? Hayret, her şey ayniyle duruyor. Aman hep böyle bâkir ve saf kalsın bu düş bahçesi. Motorla, mazotla, benzinle, demirle, çelikle, menfaat çekişmesiyle, beton yığınlarıyla, çağdaş canavarlarla tanışmasın. Kekik ve yayla çiçeği koksun hep. Dupduru sulara kimyasal katkı maddeleri, sanayi atıkları, ölüm sıvısı sızmasın. Hormon bulaşmasın körpe kuzularına. İffetsizlik âfeti/ateşi düşmesin kalbine göz değmemiş gökçe kızların. Tadı ve büyüsü bozulmasın bu gök-toprakların.
Son yıllarda şehirlerden kaçış var. Herkes yaylaya ev yapıyor. Herkes eski masalını, eski huzurunu arıyor. Ama ne yazık ki, beton katılığı buralara kadar sokulmuş. Eski ağaç evler birer birer yok oluyor. Eğer buraları da kentleşirse, kaçacak yer kalmayacak o zaman.
YALNIZLIK VADİSİ
Arpalı adı verilen küçük yerleşim alanı, âdeta bir ‘yalnızlık vâdisi’. Muadili Van’ın Bahçesaray’ı. Bir düş köyü. Sanki sevdalı bir ressamın beyaz kâğıda kara kalemle çizdiği, masalsı küçük bir köy resmi. Etrafı dağlarla çevrili efsane bir yerleşim alanı. Burada 6 ay kış, 6 ay yaz yaşanırmış. Altı ay boyunca dış dünya ile irtibatı kesilirmiş Arpalı’nın. Düğünler, asker uğurlamaları ve hatta nerede ise ölümler bile hep bahara ertelenirmiş. Tek geçim kaynağı çiçekli bahçeler, serin-sulu ırmaklar ve hayvancılık. Kışın kapalı kutu, yazın sevda çiçeği.
TABİATIN EŞSİZ ŞİİRİ
Uğradığımız üçüncü muhteşem mekân, ‘tabiatın eşsiz şiiri’ serlevhasıyla dillere destan olan Uzun Göl. Hatta, şiirin ne işe yaradığı sorusunu insanın aklına getiren, şiir ötesi muazzam bir manzara. Mısra gibi dizilmiş ahenkli çam ağaçlarıyla süslü narin/nazenin dağ dorukları. Kıpır kıpır alabalıklar. Bâkir tabiatın, edebiyatı aşan güzellik şöleni ve hayran hayran dolaşan şehir yorgunu insanlar.
Tümden ‘şiir gibi bir seyahatti’ Karadeniz yolculuğu, kanmadan/doyamadan ayrıldık. Bu rüyayı/bu hayâli şehre taşıyacak ve onun hasretiyle yaşayacağız bir yıl daha...
Bu yeşil cennet toprakların, bu bozulmamış tabiat şöleninin turizme açılması mı, Allah korusun!..Aman ha, özenle, kıskançlıkla saklayın bu nadide beldeyi. Sakın ola, duymasınlar, gelmesinler, bu ilahî sırrı bozmasınlar!..Hep öyle saf ve el değmemişliği ile kalsın, gerçek sevenlerinin gönlünde.