Erzurum Kongresi binasında son uyum paketi konusu durup dururken görüşülmedi. Bu oyunlar daha önce de oynandı ve milletimiz bunları gördü. Gök kubbe altında oynanmadık oyun, söylenmedik söz kalmadığından, bugün sizlere hikaye anlatmak istiyorum. Hikayeler, kıymetli araştırmacı yazar Ertuğrul Kapusuzoğlu’nun hazırladığı nefis takvimlerden alınmıştır. Yozgat Takvimlerini (ne yazık ki kütüphanemde sadece 1995 ve 1996 yıllarının takvimleri mevcut) görmeyen halkbilimci herhalde yoktur. Hikayeler, yaşadıklarımız ve muhtemel yaşayacaklarımız üzerinedir. Büyüklerimizin dikkatine sunulur!
Arkasına Çapanoğlunu alan eşek
Çapanoğlu zaman zaman tebdili kıyafet edip Yozgat’ı dolaşırmış. Gene böyle bir gün, sokakta yaşlı, çok zayıflamış, aç, perişan bir eşeğe rastlamış. Konağına dönünce, buldurmuş eşeğin sahibini, hışımla hesaba çekmiş.
-“Bre mendebur herif, nedir o zavallı hayvancağızın günahı, neden aç sefil bırakırsın?”
-“Aman beyim, hiçbir işe yaramıyor ki yem saman vereyim o hayvana, benim boşa giden masrafıma yazık değil mi?”
-“Yaa, gençliğinde hayvanı çalıştır, üstüne bin, seklem vur, bağa bahçeye git,
yaşlanınca bakmak yok öyle mi? Bak şimdi; şayet onbeş güne kadar bu eşek, üstüne 20 çiniklik seklem vurulup, o seklemi burdan Çeşka’ya kadar götürmezse, ben sana yapacağımı bilirim.” Adam ne yapsın, emir demiri keser. Karşısındaki de Çapanoğlu üstelik. El etek öptükten sonra koşmuş eşeğin yanına. Çekmiş ahırın en güzel yerine. Evdeki bulgur, yarma, hediklik, kavurgalık ne varsa. Kolay mı, eşek tavlanmazsa sonunda Çapanoğlu'nun gazabına uğramak var. Allah’tan, eşek de adamın yüzünü kara çıkarmamış, ilk üç-beş günde şöyle bir kendine gelmiş, haftasında silkinmiş, on ikinci, on üçüncü gün tavlanma başlamış, bir yandan yem yerken, bir yandan da sahibiyle şakalaşıyor onu duvara sıkıştırmaya çalışıyormuş. Adamın asıl zoruna giden şey ise, bütün bunları yaparken, eşeğin keyifle anırması imiş. Tabi adam, hem eşeğe hizmet ederken, hem de küfrün bini bir paraymış.
-“Anır eşşoğleşşek anır” diyormuş adam; “Arkana Çapanoğlu’nu aldın da, anırırsın değil mi?”
Çapanoğlunu Kim Dinler!
Başlık parasının çokluğundan mıdır, yoksa öyle bir salgın mı olmuştur, bir ara kız kaçırma olayları öylesine artmış ki, Çapanoğlu, kız kaçırmayı yasaklayan bir ferman yayınlamak zorunda kalmış. Ferman üzerine, kaçırma olayları “cirp” diye kesilmiş. Aradan bir zaman geçmiş ki, o da ne, Akdağ’dan gencin birisi, kızı almış, kaçırmış! Çapanoğlu küplere binmiş, yakalanıp huzura getirilen gence hışımla sormuş:
-“Bre mel’un, bire madrabaz, bre haddini bilmez. Sen benim kız kaçırmayı yasak eden fermanımı duymamış mısın ki?”
Bizim Akdağlı, toprağının, yetiştiği yörenin asaleti ve mertliğiyle cevap verir:
-“Duymaz olur muyum beyim, hem duymuş, hemi de bilmişimdir.” -“Bak hele, hem suçlu, hem güçlüdür. Ya peki, bile bile benim emrime nasıl karşı gelirsin, koca Çapanoğlu’nu nasıl dinlemezsin?”
-“Aman beyim, beyimizin emrine karşı gelmek haddimiz değildir, aklımızdan bile geçmez. Lâkin, sevdiğim kızı, ne benim babam alırım der, ne de kızın babası verimkâr olur. Bana da kaçırmaktan başka yol kalmaz.”
-“Hele hele, peki ya benim fermanım?” Genç dayanamaz:
-“Geç beyim geç, siz ferman çıkarırken düşünmez misiniz ki, Akdağ’da kalkan yürek, Yozgat’daki Çapanoğlu’nu dinlemez!”
Mayasına Göre Konuşmak
Bizim bey, herkesin sevdiği bir adam. Bir tek oğlu var, ama ne oğul, babayiğit. Obanın en yakışıklısı. Ağanın derdi, oğlan bir türlü evlenmeye razı gelmiyor. At üstünde, av avlayıp, kuş kuşluyor. Bir gün, yaylaya göçerler gelir. Göçerlerin en güzel kızı bir yayla çeşmesinde su doldururken, bizim ağanın oğluna rastlar. Olacak bu ya, oğlan bir görüşte, mercimek komaz fırına verir. Gelir anasına, ”böyleyken böyle“ der ve göçerlerin esmer kızının, kendisine alınmasını ister. Fakat ne mümkün, hiç koca Bey, bir esmer vatandaşın kızını, biricik oğluna alır mı? Almaz...Almaz amma, oğlan perişan, her geçen gün sararır solar. İşin kötüsü, kız da onu sevmiş, allem kallem edip obasını Yozgat toprağından ayırmamaktadır. Oğlan günden güne solunca, ana baba çaresiz kalır. Kimseye de söyleyemezler. Bey kalkar gider, Allah’ın emri ile göçer ağasının kızını ister. Fakat işe bakın, esmer vatandaşlar beyi kovarlar çadırdan. Bey bir daha , bir daha dünür gider. Kolay mı, tek evlat elden gidiyor ama hep aynı şekilde kovulur göçer çadırından. Bey ve karısının tedirginlikleri kahyalarının dikkatini çeker, dertlerini sorar, onlar da “böyleyken böyle” deyip dertlerini anlatırlar. Kahya şaşırır;
-“Aman beyim , derdin bu muydu der ve atlar atına, sürer göçer çadırına doğru. Atından inmeden basar küfürü.”
-“Ulan alçak herif, sen kim , benim beyim kim. Ulan nasıl vermezsin kızı. Ben senin...” Kahya ağzına geleni söyler. Göçer ağası, istenen kızı kolundan tutar ve getirir Kahyanın önüne.
-“Aman ağam, bu kız senin atının tırnağına kurban olsun, dediğine değmez, al götür.”
Kahya şaşırır:
-“Bre mendebur, daha önce beyim gelmiştir de o zaman niçin vermedin kızı?” -“Aman kurban olduğum, beyin senin gibi isteme di ki!...”
“Moskof Keferesi tepemi attırmasın!”
Çapanoğulları, güç ve kuvvetlerinin sınırı en yükseğe çıktığı dönemlerde bile, devlete tam sadakatten hiçbir zaman ayrılmamış, bu yüzden Padişahlar tarafından çok sevilmişlerdir. Savaşlarda ordusuyla Osmanlı Ordusu içinde savaşmışlardır. Bir Rus savaşında, genç bir Çapanoğlu esir düşer. Padişah, sevdiği bu bey oğlunu kurtarmak için bütün diplomatik girişimlerde bulunur. İşi, yeni bir savaş açma tehdidine kadar götürür. Fakat Rus Çarı’nın “Moskof” luğu üzerindedir. Bırakmaz Çapanoğlu’nu. Çapanoğlu da, bu işle Padişah efendimiz ilgilenirken karışmak istememiştir. Bakar olacak gibi değil, Padişahtan, Rus Çarı ile kendisinin muhatap olması hususunda izin alır. Padişah bu izni verir vermez, Çapanoğlu Rus Çarı’na bir mektup yazar. Mektupta özetle:
-“Bir aya kadar oğlum Bozok’a döndü, döndü... Dönmedi, Yozgat’dan bir atlı ile çıkar, tahtını sarayını başına yıkarım.” der.
Mektubu alan Çar, perişan olur. “Aman bindirin bu Çapanoğlu’nu da memleketine gönderin” emrini verir. Adamları:
-“Aman haşmetmeap, koca Padişahın tehditlerini dinlemediniz, ama Çapanoğlu’nun bir mektubu ile pes ettiniz!”
Rus Çarı sakalını karıştırır:
-“Siz Çapanoğlu’nu bilmezsiniz. O, Yozgat’dan bir atlı ile çıkarsa, Moskova’ya gelinceye kadar yüz bin atlı olur, başımıza bela alırız, hemen gönderin oğlunu!”
Misli Misliyle Arkadaşlık Etseydi
Kurbağa ile kaplumbağa arkadaş olmuşlar. Sakın nasıl oldu demeyesiniz,olmuştur işte. Hatta samimiyeti o derece ileri götürmüşler ki, kolay kolay ayrılmıyorlar, ayrılınca da haberleşmeden edemiyorlarmış. İşte bu haberleşmeyi kolay sağlayabilmek için bir yol aramışlar. Düşünmüşler, taşınmışlar, nihayet, ayrı oldukları zaman, birbirlerine iple bağlanmaya karar vermişler. Hemen arkasından da uygulamışlar. Biri ipi çektiği zaman, diğeri hemen ipi takip ederek dostunun yanına geliyor, hasret gideriyorlarmış. Kurbağa ile Kaplumbağa arasındaki bu muhabbet uzun zaman sürmüş. Hani derler ya, “Çok muhabbet, tez ayrılık getirir.” Olacaklar olmuş, bir gün, bir koca erkek kartal, gökyüzünde süzülürken, keskin gözleri ile, ağır aksak adımlarla, suyun kıyısındaki üzüm bağına doğru giden kaplumbağayı görmüş. Tabii, ayağındaki bir ipte, su kıyısındaki kurbağanın bağlı olduğunu bilmiyor. Kartal, dalması ile, kaplumbağayı kapıp havalanması, yuvasına getirip, eşi ve yavrularının önüne atması bir olmuş. Tabii, bu arada, havalanan kaplumbağa ile, ona iple bağlı olan kurbağa da, yavru kartalların önüne gelmiş, iştahlarını kabartıyormuş. Kartalın eşi, erkek kartala sormuş:
-“Haydi bu kaplumbağayı gördün ve tuttun, ama bu lezzetli kurbağanın başına gelen nedir?” buyurmuş.
Erkek kartal:
-“O, haddini bilmez bir kurbağadır, kendisini bilse, misli misliyle arkadaşlık yapsaydı bu başına gelir miydi?” deyivermiş.
“Ben Öküzüm Oğul”
Bölünmeye çok mu müsaidiz acaba? Lanet olsun. Düşman, bunu bildiği için, tarihin her devrinde bir yolunu bulup, zaman zaman bizi bölmeyi başarmış. Tabii sonunda da, çok can, çok vatan parçası, çok namus... sel sebil olmuş küffar elinde. Zaman, Milli Mücadele zamanı. Kıyam, başlamak üzere veya başlamış. Hemen milleti ikiye bölmüşler, bugünkü sağcı-solcu gibi. Kuvvacı mısın Padişahcı mısın. Haydi bakalım... Hem Kuvvacılar, hem Padişahcılar, dağda bayırda milis gezdiriyorlar. Kime rastlarlarsa soruyorlar, “Padişahcı mısın Kuvvacı mısın?” Vatandaş bilse, soranların tarafını söyleyecek. Atıyor birini, tutarsa ne alâ, ama ya tutmazsa, yandı gülüm keten helva. Belki de kırk katır mı kırk satır mı? Yaşlı bir Yozgatlı kağnı ile gidiyor. Çevirir sekiz-on atlı:
-“Dur bakalım babalık, Padişahcı mısın, Kuvvacı mısın?” Yaşlı adam çok gün görmüş, çok cephe görmüş, başını iki yana sallar:
-“Ben öküzüm evlatlar.”
-“Öküz mü?”
-“Öküz ya, bildiğiniz öküz.”
-“O nasıl cevap ihtiyar?”
-“Ben öküzüm evlatlar, kulağımdan kim tutarsa çifte o koşar. Yeter ki kulağımdan tutan namuslu olsun, vatanını milletini sevsin. Adam olsun. Ama siz, şucu musun, bucu musun diye milleti bölerseniz, düşmanı kim atacak vatandan, nasıl atacaksınız, bölünerek mi?”
Atlılar işi uzatmadan, başları önünde orayı terk ederler.
Son hikayeyi, yaklaşan MHP kongresinin adaylarına ithaf ediyorum. Hikayeler bahsini kapatırken, bir atasözümüzü, kulaklara küpe kabilinden aktarmak istiyorum: “Er odur ki; otuz iki dişiyle değil, otuz iki işiyle sever!”