Kelimeler ağaç gibidir. İçi boşaltıldıkça, anlamını kaybeder. Altında gölgelendiğimiz ulu ağaç önce kalbimizde kurur, dudaklarımız ve dilimiz telaffuz etmez olunca, koskoca ormandan artık geriye sadece küller kalmıştır.
Ana dilini yıllardır yabancı diller karşısında küçülten, alçaltan aydınların mensubiyetini burada tartışma konusu yapmaya gerek duymuyorum. Ama Türk dilinin bilim, güzel sanatlar, eğitim ve ticaretten çıkarılması için yıllardır büyük çaba harcayan o karanlık güruh her gün çığ gibi büyüyerek ve bir kara basan gibi o güzel kelimelerin üzerine çöreklenerek üzerimize geliyor. Savunmasız ve çaresiz bir bekleyiş içinde olmak gücüme gidiyor. Dilinin varlığından haberi olmayan yeni bir nesil güçlünün borusunu öttürmekten ar etmiyor.
Benim akranlarım çocukluğunun kelimelerini kendi ülkesinde sanki tercüman aracılığı ile kullanır oldu. Yine aynı nesil üretimden ve siyasetten adeta ayaklarına prangalar vurularak bileklerine çelik kelepçeler takılarak el çektiriliyor. Okullarda konuşulan dil sokakla kavgalı. Gazeteler, radyolar ve televizyonlar ayrı havada. Onları anlayan ayrı bir toplum oluştu. Medya kendi kitlesine kendi ticari mecrasını yarattı. Doğrusu faşizmin ta kendisi, kapitalizmin oynak yüzü. Ekranlar bukalemun gibi, her kesimin, her etnik grubun nabzına göre şerbet veriyor.
Etrafımız yangın yerine dönmüşken biz hala dilimizi tartışıyoruz. Tarihin uzun koridorlarından günümüze kadar ulaşan binlerce kelime, bu tartışmanın altında ezildi gitti. Unutulan her kelimenin yerini doğaldır yeni karşılıkları aldı. Kimi İngilizce kimi Fransızca ya da Almanca. Arapça ya da Farsi olanlar dönemin ruhuna aykırı, ya irtica kokar, ya geri kalmışlığı temsil eder, vurun beline gitsin, hoş zaten Osmanlı da bu kelimeler yüzünden yıkılmıştı.
Yüzümüz batıya dönük ya, geniz etlerimizi doldurdukça dolduruyoruz, biçare dilimiz zorlandıkça, ruhumuz ayaklandıkça eziliyoruz. Yeni kelimelerin sahibi de bunu istiyor zaten.
Ezilin pis Türkler ezilin.
İngilizce konuşan, İtalyan yemekleri ile karnını doyuran, Amerikan sineması ile keyiflenen, Alman Birası ile sarhoş olan, Japon saatleri ile zamanı öğrenen, Fransız şarabı efkar dağıtan bir millet ne kadar Türk’se tabi. Bunun adı küreselleşme mi? Yoksa topyekün işgal mi belli değil.
Kelimeler ölmesin
Sizden gelen mektuplar içinde çok eski bir kelime karşıma çıkınca çocuklar gibi seviniyorum. İçten, samimi bir cümlenin arasında kendi haline yerini alan o kelime sanki sadece içinde bulunduğu mektup için üretilmiş.
Yazanın ruh halini benim için fotoğraflamış gibi. Zaman donmuş, geçmişle gelecek arasında sağlam bir köprü kurmuş.
Kelime işte, sıradan biraz naif, biraz çocuksu, biraz köylü, belki dağlı, belki şehirli.
Bize ait özlemleri, duyguları anlatan her kelime öyle değil mi. Bir başka iklimin değil, uzak diyarların, coğrafyaların değil. Ana dilimiz, kendimiz.
Bu ihanet değil mi?
Başka bir kültüre benzeme isteğimizin önündeki ilk hedef onlar. Unutulan, telaffuz edilmeyen her kelime, yerine ikame edilen tarafından boğazlanırken dilimiz dolanıyor. Yeni lisana alışmaya çalışan damağımız, bize isyan etse de onu da kendimize benzetiyoruz. Suç ortaklarımız, destekçilerimiz öyle çok ki, kuru gürültünün içinde karanlık bir boşluğa savrulup gidiyor. Onlarla birlikte hatıralarımız, çocukluk anılarımız, maniler, şiirler şarkılar seyirlik gülmece haline geliyor. Kendimize gülüyoruz, bizi anlatan kelimeler ezildikçe daha çok mutlu oluyoruz. Daha çok gülüyoruz. Binlerce yıldır bizimle var olan kelimeleri, düşmanıyla aldatıyoruz aynı koltukta, aynı yatakta, aynı yastıkta.
Sizden gelen mektupları bu yüzden seviyorum. Suç üstü yakalayan kelimeler her ihanetin hesabını soruyor. Sessizce. Bazen ağlatarak, bazen gülümseterek. Unutmadığınız, sahip çıktığınız, gelecek kuşaklara aktardığınız her kelime, her mani, her çocuk oyunu için binlerce teşekkür.