Mart sayısındaki “Savaşa 5 kala ... Ve barış... “ başlıklı yazımızın son paragrafında “Umarız ki bu karar tasarısı yeterli üye ikna edilerek kabul edilir. Zira, Güvenlik konseyinden ikinci bir karar alındıktan sonra yapılacak saldırı da Saddam ın uluslar arası hukuk ve camia karşısında hiçbir haklı savunması kalmayacağından, böyle bir diplomatik hamle karşısında barış bayrağını göndere çekmesi pek de sürpriz olmayacaktır” demiştik.
Nisan ayındaki gelişmeler bu tespitimizin ne kadar yerinde olduğunu gösterdi. Zira, Saddam barış bayrağını zımnen göndere çekti ve yedi milyon nüfusa sahip Bağdat neredeyse hiç savaşmadan teslim oldu. Görünen o ki; ABD-İngiltere ittifakınca savaştan önce BM Güvenlik Konseyindeki müzakerelerde başarılamayan “yeterli üyeyi ikna” diplomasisinin, savaşın devam ettiği süreç ve getirdiği şartlar karşısında “beklenen çıkarlarda yeterli elastikiyet” gösterilerek kapalı kapılar ardında başarıldığı anlaşılıyor. Dünya kamu oyu ile paylaşılmayan bu diplomatik başarıdan sonradır ki, Umm Kasr ve Necef te şiddetli dirençle karşılaşan koalisyon güçleri bütün şehirleri transit geçerek doğrudan Bağdat a yürüdüler, peşinden de Tikrit e geçtiler. Ne Bağdat ne de Saddam ın memleketi olan Tikrit şehri bir Umm Kasr kasabası kadar direnç göstermediler.
ABD, Dünyadaki petrol rezervlerinin üçte ikisine sahip orta doğu da çıkarlarını korumak için 1991 yılına kadar “denge siyaseti” izledi. Bu siyaset çerçevesinde bazen
Irak’a karşı İran’ı, bazen de İran’a karşı Irak’ı destekleyen ABD, Saddam ın Kuveyt’i işgali ile birlikte bu iki ülkeye karşı “çifte çevreleme siyaseti” denen bir siyaseti uygulamaya koydu. En önemli tatbik aracı “ambargo” olan bu siyasetin amacı ise, İran ve Irak’ın “siyasi ve ekonomik açıdan yalnızlığa mahkum edilmesi, halklarının ekonomik tatminsizliğe itilmesi, etnik sınıfların kışkırtılarak isyana teşvik edilmesi, bu şekilde her iki devletin içten çökertilmesidir.
Bu gün itibarı ile ABD nin çifte çevreleme siyaseti, diplomatik ve askeri destekleri ile birlikte Irak açısından hemen hemen başarıya ulaşmış, Saddam ve Baas Rejimi iktidarı terketmek zorunda kalmıştır. Bu siyaset aynı zamanda Irak’ın parçalanmasını ve kuzeyinde bir kürt devletinin resmen kurulmasını da içermektedir. ABD tarafından Irak’ın kuzeyinde müstakil veya federatif bir kürt devletinin kurulması başarıldığı taktirde, bu durum orta vadede İran, Türkiye ve Suriye’nin parçalanması sürecini tetikleyebilecektir.
Irak’ın kuzeyinde son on yılda ABD nin önderliğinde polisi, güvenliği, istihbaratı, maliye kadrosu bulunan fiili bir kürt devleti kurulmuştur. Ancak gerek Irak’ın etnik ve mezhepsel yapısı, gerek Türkiye, İran ve Suriye’nin bu konudaki hassasiyetleri, gerekse uluslar arası dengeler, en azından kısa vade de bu fiili duruma resmiyet kazandırılmasının o kadar da kolay olmadığını göstermektedir.
Diğer taraftan son Kerbela olayları da gösterdi ki, güneydeki şiiler üzerinde İran’ın etkisi hayli yüksektir. 23 milyon nüfusunun takriben 13 milyonu şii olan Irak’ın bölünüp güneyinde bir şii devletinin kurulması halinde bölgesel dengeler İran lehine fazlasıyla değişecek, körfezde İran’ın etkisi altında yeni bir şii devleti doğacaktır. 13 milyon nüfusa sahip ikinci bir şii devleti, İran’a karşı yıllarca çifte çevreleme siyaseti uygulayan ABD nin
hiç de yararına olmayacaktır.
Bir diğer açıdan Irak’ın kuzeyinin can alıcı noktası, köyleri ve civarı ile birlikte nüfusunun yüzde yetmişi Türk olan Kerkük’tür. Kerkük petrole sahiptir. Petrole sahip olmayan bir kürt devleti kurulamayacak, kurulsa yaşamını sürdüremeyecektir. Bu nedenle peşmergeler öncelikle Kerkük’te tapu dairelerini ve nüfus idarelerini yağmaladılar, yaktılar. ABD nin Irak’a atadığı yetkili de ne hikmetse nüfusunun yüzde yetmişi Türk olan Kerkük’ün bir kürt şehri olduğunu iddia ediverdi.
Geldiğimiz noktada bugün Türkiye, bölge ülkeleri ile birlikte ve uluslar arası dengeleri de gözeterek mahallesinde istikrarın bozulmasına fırsat vermemelidir. Öldürmeyen acı beni güçlendirirmiş. İnanıyorum ki Türkiye bu zorluktan da güçlenerek çıkacaktır.