Allah dostlarından biri şöyle demiş:
“Kendi hüsnün, hüblar şeklinde peyda eyledin;
Çeşm-i aşıktan dönüp sonra temaşa eyledin.”
Dostu, yaratıcısına söylüyor bunu. Böylece yaratılışın sırrını bu iki dizede anlatmak istiyor. Diyor ki:
(Kendi güzelliğini “güzeller” şeklinde yarattın. Sonra da aşıkların gözünden onları seyrettin.)
Derinliği olan içli bir anlatım şekli.
Maddi, manevi güzellikleri görebilen, anlayabilen, değerlendirebilen insanlara ne mutlu.
İnsan bazen sevecen bir davranış biçimine, sağlam bir karakter yapısına hayranlık duyar. Kendisine anlayış gösteren, yakınlık duyan bir dosta gönül verir. Hiç anlaşılmadan geçip gideceği sanılan bir meziyeti iyi değerlendiren duygulu bir kişiye tutulur kalır. Bu tutkusunu iyi anlatmasına fırsat verilmezse sıkılır, bunalır ve içinde hapsettiği güzel düşüncelerini en olmayacak şekilde dışa vurur. Bu sefer onun hakkındaki olumsuz görüşlerimizi ve -elbette- hoş bulmadığımız ifade tarzını eleştirmek için yarışırız.
Acaba o, anlatmak istediği kimselere mi, yoksa kendine mi haksızlık ediyor ya da biz mi ona haksızlık ediyoruz, bilemeyiz.
Ne olurdu, bıraksaydık da acı dolu içini dökse, hüzünlü duygularını anlatabilseydi. Onu mecnun gibi söyleten belki de bir ilahi aşk idi. Mansur’un (1) günahı da bu değil miydi?
Ahtapotun kolları gibi bizi yakalayıp dibe çeken ve gittikçe kurtuluş umudumuzu yok eden hayatın cilveleri, iyi niyetimizi öğütüp tüketir ve bizi de iyi niyetlileri göremeyecek hale düşürür.
Hele bir de saflıkları ve açık kalplilikleri yüzünden gönlünü yola serip çiğneten kişilere rastladık mı onları istediğimiz gibi yorumlama hakkını kendimizde buluruz.
Evet, yerleşik kurallara uygun olarak varılan yargıları kabul etmek zorunluluğu vardır. Başkaca yapılabilecek bir şey yoktur. Şeyh Bedrettin (2) dahi hakkında verilen hükmün şeriata uygun olduğunu kendisi teslim etmiştir. Yani haklı bir karar olduğunu kabul etmiştir.
Biz demek istiyoruz ki yaratılışın aslı, kökeni, maksadı sevgidir.
Bir hadis-i kutside,
“Ben bir gizli hazine idim. Bilinmek (sevilmek) istedim; bu alemi yarattım,” buyuruluyor.
Bilinmek için, sevilmek için bilebilecek, sevebilecek bir varlık yaratmak gerek. Akıl ve gönül sahibi olan o varlığın, merkezinde bulunduğu bir alem yaratmak gerek. Bitmez, tükenmez esrarla dolu bir alem...
Eğer alem o yaratığın emrine verilecekse, onda bu aklın yanında şuur, irade ve en önemlisi gönül olmalı.
İşte bu gönül, yaratanla yaratılan arsında en güçlü bağdır. Onun için denilmiş:
“Sakıngil yarin gönlin, sırçadır sımayasun.
Sırça sınduktan girü bütün olası değül.” (3)
Aman kırılmasın hatta tozlanmasın diye özen gösterdiğimiz değerli bir kristali düşürüp kırdığımız zaman asıl kırılan kendi gönlümüz, incinen kendi ruhumuzdur. Başkalarının ya da yakınlarımızın suçlayan bakışlarından çok kendi anılarımızın yıkılışı, yok oluşu üzüntü verir.
Siz, ta “bezm-i elest”te yani ezeldeki, o yalnızca ruhların bulunduğu mecliste Rabbinize verdiğiniz sözün lezzetiyle şu fani hayatınızı yaşayamazsanız, manevi değerleri ön plana çıkaramazsanız kendinizi anlatacak bir zemin ve ortam bulamazsınız. Çok açık konuşmak zorunda kaldığınız zaman da işin tadı kaçmış olur ve mutlaka yanlış yorumlanırsınız. Kendinize de çevrenize de istemeden acı vermiş olursunuz.
Bir gönül adamı da kendini tanımlamak zorunda kalışının ıstırabını şöyle dile getirmiş:
“Sanman bizi kim şire-i engür ile mestiz
Biz ehli harabattanız mest-i elestiz.”
Ruhi Bağdadi, terkib-i bendinin hemen başında “biz”i böyle anlatıyor.
“Bizi üzüm şırası ile serhoş olmuş sanmayın! Biz gönül ehliyiz, elest meclisindeki mana ile mest olmuşuz.” diyor.
Hicranımızı iyi anlatamıyorsak bu mahcup yaratılışımızdandır. Kimse suskunluğumuzu tükenmişliğimize vermesin. Konuşup da gönül kırmaktansa susmayı tercih ederiz.
(1) Hallac-ı Mansur. Ünlü bir mutasavvıf (Hüseyin bin Mansur el Hallac el Beyzavi) “Ene’l Hak” deyişi şeriata aykırı bulunduğu için M.922 yılında Bağdat’ta öldürüldü.
(2) Simavna Kadısı oğlu Bedreddin. (Fıkıh ve tasavvuf bilgini) 1417 yılında idam edildi.
(3) Yunus Emre’den