Öndeyiş (purolog)
Türk gazetecileri 2. Meşrutiyetin ilanından sonra, 5 ekim 1908’de Bosna Herseği ilhak eden Avusturya-Macaristan elçisi Pallavicini’ye Bosna Herseği ne hakla işgal ettiğini sorduklarında aldıkları cevap bir kılasiktir:
“Haklıyız, çünkü kuvvetliyiz.”
Irak savaşı veya 2. Körfez savaşı herkesin beklediği gibi bitti. Gerçi savaş herkesin beklediği gibi başlamamıştı. Yani kara harekâtına uzun bir hava bombardımanından sonra girişilmemişti. Ama her iki harekâtın paralel başlaması kara savaşını sadece biraz daha uzatmış oldu. Zaten söylendiği gibi bu asimetrik (denk olmayan) bir savaştı.
Ancak kara harekâtının hava harekâtıyla paralel başlaması ve başta Basra ile Nasırıye olmak üzere şehirlerde meydana gelen beklenmedik direnişler, pek çok kişiyi, bu arada bizi de Bağdadın daha uzun süreli ve saldırgan güçlere ağır kayıplar verdirecek bir savunma yapacağı beklentisine itmişti. Maalesef henüz tam bilemediğimiz sebepler yüzünden tarihe yazdırılacak bir Plevne savunması husule gelemedi. Bağdad, Basra kadar, Nasırıye kadar direnmeden düştü. Taşra direnirken bir başkentin bu kadar çabuk düşmesi, herhalde basının iddia ettiği gibi Saddamın ABD ile anlaşmasından ileri geldi. Bunun böyle olduğunu mantıken doğrulayan deliller de yok değil. Mesela Rumsfield’ın bir soruya cevap verirken “mühim olan Saddamın kendisi değil, rejimdir” demesi gibi. Böyle bir anlaşmanın sebepleri ise açıktır: Birinci sebep bütün diktatörler gibi Saddamın da aşırı korkak oluşu, ikincisi batılıların yumuşak karnı olan can kaybının ve tabii mal kaybının artacağı endişesi (Parantez içinde şunu söyleyelim ki, diktatörler şüpheci ve korkak insanlardır. Başka insanlara zulmetmelerinin sebebi de onlardan korktukları içindir. Korkan diktatör kendisini kurtarmak için etrafındakileri, sürer, cezalandırır, hapse atar, öldürür).
Kayıplar ve dezinformasyon
Böylece ABD ve İngiliz kuvvetleri 133 ABD ve 32 İngiliz, toplam 165 gibi çok cüzi bir asker kaybıyla yeni savaş tarzının dördüncüsünü de kazanmış oldu. Ölen Iraklı sayısı ise 2.320 asker ve 1.266 sivil olmak üzere 3.586 kişidir (Vatan, 28 nisan 2003, 13. s.).
Ancak kayıpların bu kadar az olması insana pek inandırıcı gelmiyor. Tabii ki binlerce de değil, ama bu kadar da az değil. Zira dikkat edildiyse ABD birliklerine yapılan saldırıları veren ilk ajans haberleri farzımuhal 3 ölü, 5 yaralı gibi rakamlar verirken, ikinci gelen ajans haberleri bütün ölüleri yaralıya çevirdi. Mesela ABD uçaklarının bombaladığı Amerikan-Kürt konvoyu, ikinci intihar saldırısı, Afganistanda ABD kuvvetlerine ateş açılmasında ajanslar ilkin hep en az 3 ölü gösterdiler. Sonra bunlar hep yaralı oldu. Bu da aklımıza bundan takriben 30 sene önceki bir olayı getirdi. İsraile karşı mücadele eden el Fetih liderleri batı basınını suçluyor, basının öldürdükleri İsrail askerlerini hiç vermediğini, bütün taarruzları yaralı var diye geçiştirdiklerini bildiriyordu.
Hem kamu oyu tepkisinden korkulduğu için, hem kuvvetli olunduğunu göstermek için ölülerin az gösterildiği anlaşılıyor.
Müttefiklerin malzeme kaybı az sayılmaz. 20’den fazla uçak, 20’ye yakın helikopter, 350 civarında tank devre dışı kaldı.
Savaş 20 mart günü başlamıştı. 9 nisanda Bağdad delindi.13 nisanda Tikritin ele geçirilmesiyle son buldu. 14’ünde ABD “savaş bitti” açıklaması yaptı. Böylece kabaca 3 haftada koca bir ülke özgürlük (!) vaveylalarıyla darmadağın edildi.
Bundan sonrası
Ancak bir yeri elde etmek kolay, idare etmek zordur. Özellikle direngen bir ideolojik geleneğe sahip olan şiiler, ABD’ye karşı her fırsatta karşı gelecektir (Aynı direngenlik sünnilerde yoktur. Zira sünni uleması can, mal, ırz güvenliğinin sağlanması için baştaki otoriteye daima itaat telkin eder. Şii uleması ise direnme emreder. İran ile Türkiye arasındaki en mühim fark budur. Bu, İranda İslam devrimi meydana gelmesini de izah eder).
Irkçılığın, irticanın, şövenizmin, emperyalizmin bu derecesi
İnsan 2003 yılında Anglo-Sakson ikilisinin bu kadar ırkçı, faşist, hunhar, haçlı zihniyetli, dinci (mürteci), emperyalist, hukuku ayaklar altına alan liderler ve toplumlar olmasını anlayamıyor. Her zaman söyleriz ve yazarız: Batılılığın bir yanı emperyalizm, Darwinizm ve Makyavelizmdir. Bu bir kere daha doğrulanmış oldu.
Ama biz İngiliz ve ABD’nin 1 ve 2. Dünya savaşlarında neler yaptığını, hanelerine ne katliamlar yazdırdığını çok iyi biliyoruz. 2. Dünya savaşında Japonyada 250 bin sivil ve masum insanı öldürenler de bugünkü Bush’un atalarıydı.
Batılılar her gittikleri yere medeniyet getirme veya şimdi olduğu gibi özgürlük götürme amacıyla (!) giderler. İngilizlerin sömürgelerine gidişleri de böyledir, İtalyanların Trablusgarba ve Habeşistana gidişleri de böyledir ve nihayet ABD-İngiliz ikilisinin Irağa gidişi de böyledir. Sonunda götürdükleri hürriyet öyle bir hürriyettir ki, Rumsfield’ın deyimiyle “yağma ve suç işleme özgürlüğü” bile mevcuttur. Ancak bunu kendi memleketinde uygulamaz. Irakta veya başka bir yerde uygular. Vaktiyle Hollandalılar medeniyet gereği (!) Endonezyada yerlilere ayakkabı giydirmezlerdi. Kuvvetlinin elinde her şey silah oluyor.
Medeniyet (!), hürriyet (!) yahut “lanet olsun sana İngiltere, lanet olsun sana ABD,
lanet olsun size 2003’ün yeni Hülagülerü”
Lakin Anglo-Sakson ikilisinin bir gün kendisine döneceğine emin olduğumuz en vahşi, insanlık dışı, sadece İblisin yapacağı uygulaması şu oldu: 7 bin yıllık bir tarih ve kültür (tarihî eserler ve kitap) birikimi yok edildi. Bu vahşet bundan 50 sene önce yapılsa, neyse derdik. Ama bunun 2003 yılında olması ne kadar acı ve ne kadar ibret vericidir. Ele geçse, çalınsa mühim değil. Neticede yine yaşayacak demektir. Ama ya tamamen yok edilenler? O kitapların içinde Türkçe kitaplar da vardı. O eserlerin içinde Türk eserleri de vardı. İnsanlığın ortak mirası olan kültür varlıklarının yağmalanmasına izin vermek ve yardım etmekle aynı eylemin bir gün kendilerine yapılması gerektiğini meşru kılanlar, elbet bunun cezasını ödeyeceklerdir (2002 başında üzüm yemek için değil de, bağcıyı dövmek için Suudi Arabistana saldıran büyük (!) gazeteyi bu sefer göremedik).
Hülagü bunu 1258’de yapmıştı. Bağdadı yakıp yıkmış, Dicle nehrine attığı kitapların suya karışan mürekkeplerinden dolayı Dicle günlerce mürekkep mavisiyle akmıştı. Tarihçiler İslamın geri kalmasının sebeplerinden biri olarak Moğol istilasını ve Bağdadın yıkılmasını gösterirler. O zamanki Bağdad kütüphanelerinde de binlerce Türkçe kitap vardı.
Anglo-Saksonlar 1954’te Laheyde imzalanan savaşta dünya mirasının ve eski eserlerinin korunması anlaşmasını onaylamayı reddetmişlerdi. Ne için? Vandallık, barbarlık yapmak için. Başka ülkeleri Mankurtlaştırmak için. Çünkü kendileri nevzuhur devletler oldukları için en eski eserleri sadece 200 yıllık.
Bütün bunlar karşısında söyleyebileceğimiz tek şey ancak şu olabilir: “Lanet olsun sana İngiltere, lanet olsun sana ABD. Lanet olsun size 2003’ün yeni Hülagülerü, lanet olsun size modern çağın barbarları! Lanet olsun, lanet olsun, lanet...”
İspanyolların Anglo-Saksonlara destek vermesi de şaşırtıcı ve tesadüfi değil. Zira onlar da bu konuda sabıkalı ve tescillidir. Endülüs, İnka, Maya, Aztek... medeniyetlerinin kaatilleri... Daha ne söyleyelim.
Şunu katiyetle söyleyebiliriz ki oraya giren Türk ordusu olsa idi, bir kelebeğin kanadına, bir karıncanın bacağına halel gelmezdi. Basit bir sokağa çıkma yasağı her şeyi hallederdi.
Kitle imha silahları
Hep sözü edilen kitle imha silahları bulunamadı. Ancak ileride bulunabilir (!). ABD’liler bu tür mizansenleri uygulamakta ustadır. Putin de söyledi ama en veciz ifade 16 nisan 2003 tarihli The Independent’ten geldi. “Kitle imha silahları nerede? Yoksa her şey İsrail için mi?”
Evet, mart sayımızda da yazdığımız gibi aslında her şey İsrail içindi. İsrail haricindeki bütün sebepler bir araya gelse bu savaşın çıkmasına sebebiyet veremezdi. Ama her şey petrole indirgenerek İsrailin üzeri çok güzel örtüldü. Halbuki ABD ve İngilterenin ikisi de birer petrol devidir (Sabah televizyon ekranlarında verilen The İndependent’in sorusunun ikinci kısmının sonraki saatlerde kaldırıldığını gördük).
Şu bir gerçektir: ABD-İngiltere ikilisinin veya Anglo-Saksonların beyninde bir Yahudi mikroçipi vardır. Onları asıl yöneten bu mikroçiptir (Anti semitist olmuyorsak, aydın haysiyetine yakıştıramadığımızdandır).
İsrail de fırsatı kaçırmadı. Savaş esnasında Filistinlilere saldırdı (İsrail, 29 nisan günü bir otonun iki füzeyle, yani terörist metotla havaya uçurulmasını kendine ne kadar yakıştırıyor?).
Türkmenlerimiz ve Kerkük-Musul
Türkiye gerek sivil ve gerek askerî kanatta çok net konuşmasına rağmen fazla bir şey yapamadı. Çünkü Irakla ilgili bir pilanı yoktu. Bunun böyle olduğunu üst düzey bir askerî yetkili de itiraf etti. Yakın bir zamanda Harp Akademileri Komutanlığından emekli olan orgeneral Necati Özgen bir yazısında şöyle dedi:
“Irakın yeniden şekillenmesinde Kerkükün durumu ne olacak? Bu konuda Türkiyenin politikası nedir? Bugüne kadar ne yaptık? Ne istiyoruz? Çok zaman kaybettik, hâlâ kaybediyoruz.“ (Necati Özgen, “ABD’nin muhtemel Irak harekâtı üzerine düşünceler”, Müdafaa-i Hukuk, eylül 2002, 49. sayı, 9. s.).
Türkmeneli İnsan Hakları Derneği de “Türkiyeye güvendikleri için Türkmenler gafil avlandı” şeklinde bildiri yayınladı (15 nisan 2003, basın bildirisi).
Biz 9 Ekim 1992’de Ortadoğuda yazdığımız “Kürt liderleri ateşle oynuyor”, isimli makalemizde “Türkmenler evvela kendilerine güvensin” demiştik. Zaman bizi haklı çıkardı. Zira taşıma suyla değirmen dönmezdi.
Bu satırların yazarı çocukluğunda ve ilk gençliğinde neler hayal etmezdi. Kerkükte, Kıbrısta devlet kurar, bunları Türkiyeyle birleştirirdi. Kıbrısta gazeteler çıkarır, Doğu Türkistanda savaş yapardı. Devletin bir noktasında olsaydı, orada çoktan devlet kurmuştu. 2000 yıllık devleti iki tane aşiret ağasına madara etmezdi. Hey gidi devlet hey... Neyse, üstünde durmayalım! Ama “ilinizde, ilçenizde Turancı var mı?” diye valilerine, kaymakamlarına forum doldurtan bir devletten başkası beklenemezdi. En azından biz beklemedik.
NOT: geçen hafta basında Türkmenleri silahlandırdığımız haberi yer aldı. Haberi sızdıran ABD, yanlış olduğu için iki kere özür diledi (Hürriyet, 30 nisan 2003). Biz de mart ayında yazdığımız gibi Türk askerlerini Türkmen ünüformasına sokuyorlar diye sevinmiştik (!).
Savaşın sonucunu etkileyen faktörler
1. Irak coğrafyasının düz, engebeli bir araziden yoksun oluşu direnme gücünü azaltan önemli etmenlerden biridir. Savaşçı bir millet olan Macar akrabalarımızın ve kuzey komşuları Polonyalıların ülkesi de böyle düz bir yer olduğundan, tabiri caizse tarih boyunca yolgeçen hanına dönmüştür.
2. Sıcak iklimde ve aynı zamanda düz yerlerde yaşayan insanların savaş kabiliyetinin dumura uğradığı bir gerçektir. Mesela 4-5. yüzyılda Avrupayı kasıp kavuran, her yeri yakıp yıkan germen kavimlerinden Vandallar 411-419 arasında Güney İspanyada Vandalosya adında bir devlet kurmuşlardı (Hikmet Naci, Tarih Boyunca Kuzey Afrika ve Berberiler, İstanbul 1955, 96. s.). vandallar daha sonra İspanyadan Tunusa geçmiş, orada bir devlet kurmuşlardı. Lakin çok geçmeden sıcak iklimde mayışıp hem devletleri, hem de kendileri tarihten silindi. Maalesef Türkmenlerimiz de bu guruptadır.
3. Irağın geçmiş asırlara dayanan bir askerî geleneği yoktu. Suni bir devletti. Baas (diriliş) partisi Saddamı “sekiz asırdan beri Arapların beklediği lider” olarak lanse ediyordu. Aslında bu, Irak halkının 8 asırdan beri askerlikle iştigalinin olmadığının itirafıydı.
Aynı durumu iki asırdır askerî iştigalden uzak olan, dolayısıyla askerî bir geleneği olmayan Azerbaycan Türklerinde de görmüştük.
4. Dağlık bölgelerde yaşayan kavimlerin her zaman silahçı, savaşçı, direngen oldukları bilinir. Balkanlıları, Çeçenleri, Kürtleri buna örnek verebiliriz.
5. Baskı rejimlerinde halkın en azından bir kısmı rejimden memnun olmadığı için gerektiği kadar direnmez. Irakta da böyle oldu. Bu, bizce çok mühimdir. Devletler milletleri kazanmazlarsa, benzer durumlarla her zaman karşılaşmak mümkündür.
6. Bir de 13 seneden beri ırakta mevcut olan ambargo da etkili oldu.
Savaşın başka bir sonucu: “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyada yerini alır”
Savaş öncesi ve sonrasında dünya siyasi bir deprem yaşadı. Milletler arası kuruluşlar eski kuvvetlerini kaybetti. BM zayıfladı, AB çatladı, NATO güvenirliğini yitirdi.
Bu meyanda İsmet İnönü’nün 1964’te söylediği “yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyada yerini alır” sözü tamamen bugün için söylenmiş bir söz gibi görünüyor.
Bu sözün gereği olarak Türkiye batı ile yürüttüğü ilişkiler baki kalmak üzere, İslam ve 3. Dünya ülkeleriyle de ilişkilerini geliştirmelidir. Bugüne kadar Avrupanın Türkiyenin menfaatine yerine getirdiği hiç bir şey yoktur. Doğu, Kıbrıs, Irak meselelerinde bunu gördük. BM’de bir tane batı devletinin parmağı Türkiyeye destek için kalktı mı?
Kısaca Türkiye dış politikada tek kanatla uçma politikasından vazgeçmelidir. Çünkü bu politikanın bir işe yaramadığı müteaddit defalar görülmüştür.
Avrupada ve dünyada şahsiyetli politikasıyla ve Almanyanın desteğiyle Fransa öne çıktı. ABD’nin kart anası İngiltere, iblisane ayak oyunlarıyla Avrupaya bir defa daha çomak soktu. Gerçi AB’nin çatlaması da iyi oldu. Çünkü birleşik bir Avrupa bizim için her bakımdan ve her zaman tehlikelidir (Ziya Gökalp, İngilizler hakkında 6 adet şiir yazmış, onları “şeytan” olarak vasıflandırmıştır. Gökalpın şiirleri için Türk Dünyası Tarih Dergisinin mayıs 2003 tarihli sayısına bakınız).
29 nisan 2003’te Fransa, Almanya, Belçika ve Lüksemburg, NATO haricinde yeni bir karargâh kurma kararı aldı. Zaten daha önce de bir BAB purojesi vardı.
Savaştan alınacak diğer dersler
En mühim sonuç “hak kuvvetlinindir” ilkesinin bir kere daha tescillenmesi oldu (Gerçi bunun Kıbrısta ufak bir faydası görüldü. AB, Türkiyeyi geçenkine kıyasla bu sefer işgalci sayamadı. Türk bölgesinden kontrol dışı bölge olarak ilan etti. Madem hak kuvvetlinindir, Kıbrısta hukukun yanında askerî bakımdan da kuvvetli olan biziz).
Daha evvel söylediğimiz gibi hava gücü yeni savaş tarzının etkileyici değil, belirleyici unsuru olduğunu bir kere daha gösterdi.
İslamın ve tabii Türkün adının olmadığını da maalesef bir daha görüldü.
Tek çare ve tek yol daha evvel bir çok defa yazdığımız gibi batılılığın müsbet yönü olan işini iyi yapmak, çalışmak, üretmek, araştırmak, icat etmek. Gerisi lafı güzaf (1 mayıs 2003).
ÖNEMLİ NOT: Biz Türkçenin imlasında bağımsızlığı ve fonetikliği savunduğumuzdan ötürü yabancı kelimeleri gazetede yazı yazan bazı arkadaşlarımız gibi okunduğu gibi yazıyoruz. Aynı zamanda kesme işaretini yabancı özel isimler ve bir kaç yer hariç, lüzumsuz bulduğumuzdan kullanmıyoruz. Çünkü antremanı antrenman, dökümanı doküman, filimi film, matamatiği matematik, motoru motör, parakendeyi perakende, sütyeni sutyen, şöferi şoför, terörü teror, ünüformayı üniforma... olarak tesbit eden akıllıların (!) koyduğu lüzumsuz imla kaidelerine uymak gereği duymuyoruz (Dr. YG).
NOT; aşağıdaki bölüm kutu içinde yapılabilir
Bir fıkra
Gazeteciler ölen insanları, yıkılan binaları, kolu kopan çocukları, yaralanan kadınları, bombalanan doğumevlerini, hastaneleri maşkan Bush’a göstermişler. “Sayın bay maşkan Bush” demişler, “bütün bunlar insanlık mı sizce?”
Maşkan Bush hiç istifini bozmamış. Pek sakin, fakat kendisine yakışır tarzda şöyle cevap vermiş:
“-Hayır Amerikalılık” demiş.
Bir fıkra daha
Bazı İslam alimleri “en büyük sır nedir?” diye sorarlar ve buna alim olmayanlar cevap veremeyeceği için şöyle cevaplarlar:
“-En büyük sır Yüce Allahla Şeytan, yani İblis arasındaki sırdır. ‘Hani Allah Şeytana (İblise) insana secde et demişti de, Şeytan (İblis) secde etmemişti.’ Peki Şeytan (İblis) mi daha kudretliydi, yoksa Allahu Teala mı? Tabii ki Allahu Teala. Kısaca Allah istemeseydi, Şeytan (İblis) Allaha karşı gelemezdi.”
İşte bir gün Allahü Teala ile Şeytan (İblis) konuşurken, Allahu Teala Şeytana (İblise) şöyle demiş:
“-Bundan sonra senin adını İngiliz olarak değiştiriyorum. Bundan böyle yer yüzüne inmeyi de yasaklıyorum sana. Şeytan (İblis) bundan böyle İngiliz suretinde görünecek demiş.”
Şeytan (İblis) da “çok münasip olur ey Allahım” demiş ve eklemiş: “Ben de İngiliz varken beni niye yarattığının hikmetini bir türlü çözemiyordum.”