Yıl 1979...Günler uzun, karanlık ve belirsiz...Ortam ve ülke kargaşa içinde...Yolda yürüyorum. Duvarda kalın, kalın büyük harflerle yazılmış, kırmızı yazılar var: “Kahrolsun Faşizm, Sosyal-Faşizm...” Yazının altında falanca-filanca örgütün imzası...Evet o karanlık günlerin, karanlık adamlarının sıloganlarından sadece bir tanesi de buydu... Onlardan kimisi “Modern Revizyonizm” e lanet okuyordu; kimisi “Üç Dünya teorisi” adına masallar oluşturuyordu; kimisi de “Katil Oligarşi” derken, genel ve özel sömürgecilikteki ana güçlerin, kim ya da kimler olduğunu objektif bir açıdan göremeden, değerlendiremeden sabah-akşam şakıyordu...
Onlar için varsa-yoksa, Yahudi Marks’ın sınıfsal tezinin yolunda ölümüne ve öldürmesine gitmenin mücadelesi vardı. Onlar ve onlar gibiler için, bu toprağın milli yönlerini ve “ülkemizdeki dönme” boyutlarını tahlil edememek bir kusur ya da renk körlüğü değil de, sanki övülecek bir durumdu... Kuru-sıkı, yüksekten-alçaktan, sağdan-soldan, ilk okul birinci sınıfına gidip de, okumayı yeni öğrenen bir çocuk gibi heceleyerek atıyorlardı ya da atanlara taban oluyorlardı.
O ve onlar gibi içleri boşaltılmış sıloganlar, ilk gençliğin heyecanındakilere, neredeyse Peygamber sözleri gibi ilahi anlamda tesir edip, bataklığa düşen insanlar misali, onları kendi yörüngelerine doğru, ölüm ya da öldürme boyutunda çekiyordu. Daha neler vardı, neler?..Saymakla, okumakla bitecek gibi değil. Doğru bir deyişle, bu şartlanmış, tütsülenmiş kafaların oyununa gelip de, zamanı boşuna harcamağa da değmezdi. Harcayanlara ne oldu? Onları da, onlara sormalı... Onlardan kimisi kendi kendisine “Halkın Kurtuluşu” diyordu ya da dedirtmeye çalışıyordu? Fakat hangi halkın kurtulacağı açık ve net miydi? Kimisi de “Halkın Birliği” olduğunu sayıklıyordu. Bu gurubun içindeki başka bir gurup da, var olan “Halkın Birliği” gurubunu yetersiz görerek, yeni bir gurup gibi “Devrimci Halkın Birliği” olarak ortaya çıktığını iddia ediyordu. İşin ilginç yanı “Halkın Birliğini” sağlayacakların ele-başlığını da bir Ermeni üstleniyordu. Bu şahıs, Ohannes ve Meryem oğlu, 1947 doğumlu, Amasya Gümüşlü Mahallesi nüfusuna kayıtlı Garbis Altunoğlu’ydu. Bu. Müslüman mahallesinde salyangoz satmak değilse neydi? Bu Ermeni’ye yoldaşlık edenler kimlerdi? Amaçları sadece Komünist bir dünya mıydı? Acaba Sandık Cinayeti’ni kim işleyerek ya da işleterek, istemeden de olsa Türkiye’nin gündemine sokmuştu? Tokat 1947 doğumlu, zavallı M.Adil Ovalıoğlunun komünizm girdabına düşüp, hayatının yine komünist arkadaşlarının ellerinde son verilmesi ne kadar ilginç, bir o kadar da ders ve ibret alınması gereken bir olay değil miydi? Ya onun cesedini bir bavul içinde, utanmazca ve şartlanmış bir şekilde taksilerde taşıyan kısa etekli, etine dolgun olan, Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi olan kız kimdi? Yoksa, yoksa o Banu Ergüder miydi? Şimdi bu Banu kaç yaşındadır? Amerika da mıdır? Evlenmiş midir? Evlenmişse çocukları var mıdır? Pek çok dönekte olduğu gibi, komünizmi bırakıp da kapitalist mi olmuştur? Bunların hiç birini bilmiyorum. Moda deyimle araştırmacı bir gazeteci çıkar da, düğümün sonunu çözer diye düşünüyorum...Fakat Ovalıoğlunun mezarda olduğunu söyleyebilirim. Tam filimlik, belgesellik bir konu... Görelim bekleyelim; demokrat, yurtsever, devrimci sosyalist ya da komünist geçmişi olan arkadaşlar(!) bu konuya ne zaman el atacaklar? Bekleyelim de görelim...Neden bekleyelim, neden görelim arkadaşlar? Çünkü Türkiye’deki montajcı, komprador, ajan ve aşağılık sermaye, sana-bana çalışmıyor ki, milletin değerlerine küfredenlere, milletin birliğini istemeyenlere, yani onlara çalışıyor, onların cebini dolduruyor da onun için... Yine o günlerde, kimileri de “Halkın Yolu” dedi. Bu gurubu da yetersiz görenler, yine aynı mikrobu özlerinde taşıyorlar ya, kendilerine onlar da “Devrimci Halkın Yolu” dediler ve tüm bunlara başka, başka solcular da “Halkın Salatası” diyordu. Acaba salata dahi olmaya layık olanlar, var mıydı içlerinde? Yüzde kaçına bu unvan verilebilirdi, bu gözü dönmüş cinayet şebekeleri mensuplarının?..
ENVER HOCACILARIN ÜLKESİ
Biz, üç-beş kişiyle bilmem ne salatası adına Marksist-Leninst örgütü kurmuş olan bir sürü çapulcuyla, bu ülkede karşılaşmadık mı? Bu çapulcu örgüt mensupları, bankaları soymadılar mı? Devlet mallarına, okullara zarar vermediler mi? Sağda-solda bir sürü eylemler koymadılar mı? Direnişler yapmadılar mı? Askerleri, polisleri ve milliyetçi olarak gördükleri, niteledikleri ve yahut mimledikleri insanları şehit etmediler mi? Bu örgütlerin yöneticileri, yönlendirenleri, militanları, sempatizanları ve tüm taraftarları bu ülkeden buhar olup uçmadı ya...Belki içimize öğretmen, doktor, eczacı, mühendis, mimar ya da patron, işveren, TÜSİAD Üyesi, Üniversitelerde öğretim üyesi, gazeteci, köşe yazarı, politikacı ve hatta, hatta bakan olarak sızan olmuş mudur? Acaba bu saydığımız kuruluşların bazılarından zaman, zaman yükselen gacırtılı-gucurtulu yağlanmamış sesler de ve de anti-milli kokan ağız ve nefeslerde, bu şahısların izleri olabilir mi? Onlar ve onlar gibilerin, kendi geçmişlerine dönük diyet borcunun ödenmesi hususundaki titizlikleri, zaman, zaman gündemi işgal ediyor mu? Araştırılmağa ve incelenmeğe değer diye düşünüyorum. Ondan da öte, o adamlar Sosyal-Faşist, Goşist, Maocu sözleri altında birbirleriyle de kavga ederek, birbirlerine mensup ve inanmış yoldaşlarını öldürmediler mi? Bizim kuşağımız bunu canlı ve somut olarak yaşamadı mı? O zamanlar, bu örgüt mensuplarının terörünü ve vahşetini yaşarken, şu nokta bir türlü anlaşılamıyordu. Anlaşılmayan Enver Hocacılıktı.
Rus yanlısı Komünistler vardı. Rusya potansiyeli olan bir ülkeydi, bu nedenle yandaş oluşturabilirdi. Aynı şekilde Çin yanlısı komünistler de vardı. Çin, tarihi geçmişi olan ve de geleceğe dönük hedefleri de bulunabilecek bir ülkeydi. Bu konu da, imkanları da olabilirdi ve bu bağlamda yandaşta toplayabilirdi. Ya Enver Hocacılara ne demeliydi? En fanatikler de bu guruplara mensuptu. Onlar için, Arnavutluk önemli bir ülkeydi. Bu yüzden Arnavutluk için diyorlardı ki, “Marksist-Leninist” düşüncenin yegane bayraktarlığını yapan “Modern Revizyonizme”, “Emperyalizme”, “Sosyal-Emperyalizme” ve de “Üç Dünya Teorisi”ne pirim vermeyen ülke...Sonra, gel zaman, git zaman Sovyet Rusya dağıldı. Onun dağılması sonrasında, Balkanlar ve dünyanın pek çok bölgesindeki Marksist-Leninist çizgide olduğunu söyleyen devletler, yönetimler ve örgütler, çorap söküğü gibi, birbiri ardına ya çözüldüler ya da yıkılıp gittiler. Evet ülkemizde de, ne yazık ki kan denizi yaratanlar arasında bulunan guruplardan birisi de, Enver Hocacılardı. Onlar ve onlar gibilerin uğruna baş verdikleri ve acımasızca baş aldıkları tartışılmaz ideolojilerinin, örnek ülkesi Arnavutluk dahi, bu çorap söküğünden nasibini aldı. O Marksist-Leninist Arnavutluğu, Enver Hoca sonrasında, ne Adem Mesini ne de Ramiz Alia kurtaramadı.
Fakat merak ettiğim bir şey vardı...Neydi diye sorarsanız, söyleyeyim? Acaba Marksist-Leninist Arnavutluk sihrinin, ya da söylenen mucizesinin konumu nasıldı? Bunu da gençlikten beri tanıdığım, babası 1945 sonrasında Türkiye’ye sığınmış, fakat orada halen yakınları bulunan bir arkadaşın, Arnavutluğu ziyaret etmesi sonrasında öğrendim. O Arkadaşa, “Arnavutluğun o tavizsiz ve milletine yaşam hakkını zorlaştıran, fakat Türkiye’de bir dönem çok itibarda olan meşhur sosyalizmi ve bunun getirdiklerini ya da varsa götürdüklerini”, sordum. Arkadaş açıkça anlatı: “Arnavutluk’ta gerçekten eşitlik varmış ve her şey yıllarca bu perspektifte sürdürülmüş”. “Peki, bu nasıl bir iş ve anlayıştır, dediğimde?” O bana: “yoklukta ve yoksullukta eşitliğin sağlandığını”, söylüyordu; “Arnavutluk halkı da, bu zorunlu ve basit eşitliğe uymak zorunda kalıyordu”, dedi. Neden bu duruma katlanıyordu halk diye düşünebilirsiniz? Fakat o insanların üzerlerinde yirminci yüzyılın hastalıklı ideolojisi olan komünizm olduğunu unutmayınız. Aynı zamanda bu ideolojinin, kan denizinden beslenerek, emek-sermaye çelişkisini kullanarak, her ülkede kendi yurttaşlarına ve dünyaya kan kusturan asalakların denetiminde olduğunu, ve Arnavutluk örneğinde de en acımasızlarından birisinin yaşadığını da hatırlayınız.
Elbette: “Komünist Parti yöneticileri ve o zamanlar devleti elinde tutan güçler ise, halka göre biraz daha eşitmiş (!).. Sosyalizm zamanında sokaklarda birkaç araba varsa, o da onlara ayitmiş.” Eh o kadar da olsun, zaten bal tutan parmağını yalar diye düşündüm: “Yoksul Arnavut insanı ise, o sosyalist dönemli yıllarda, ancak ve ancak bisiklete talim edermiş...”Ayrıca: “ülkelerindeki Komünist Parti tarafından yönlendirilen renksiz televizyonlardaki yayınlardan ziyade, kapitalist bir ülke olan İtalyanların kanallarını izlemeye çalışırlarmış.” Tabi ki gizlice...Arkadaşımın dediğine göre: “O dönemde Arnavutluktaki pek çok okulun durumu, bizdeki köy okullarından da kötüymüş”...Acaba, 1980 öncesinin Enver Hoca bayraktarlığında terör yaparak, dehşet saçan örgütlerin mensup, militan ve sempatizanları şimdi kim-bilir nerededir? Türkiye’de yaptıkları bu yanlış yönlendirmeli ajitasyonun ağırlığı altına girerek, öz-eleştiri yapabilme onur ve erdemine sahip midirler? Yoksa aynı tas, ayna hamam hikayesi gibi, aynı yer ve durumda kalarak mı yaşıyorlar? Halen içlerindeki malum virüsü öldüremeyip, beyinlerinde besleyerek, zamanın donmuş kesitinde mi duruyorlar? Yine kendi düşünce ufuklarının darlığı altında yüzmeye çalışırken, Sovyet Rusyanın dağılması sonucunda ideolojik bir boğulmanın acı tadını almadan ya da şu anda dahi hedef saptırarak; “Kahrolsun Faşizm-Sosyal Faşizm” edebiyatıyla mı yatıp kalkmaktadırlar? Çok merak ediyorum.
MAZİ KALBİMDE BİR YARADIR
Elimde bir cep defteri var, 1979 yılının... Bakıyorum, bakıyorum ve sayfalarını karıştırmak ihtiyacını duyuyorum. Evet sayfalar ellerime renkli bir çiçek gibi geliyor, bir, bir...Her şey daha dün gibi...Ocak, Şubat, Mart.(...)Kasım, Aralık...Ellerime bir çiçek gibi gelen sayfalar renk değiştiriyor...Beyazlar, siyaha; mavilere yeşile; pembeler kırmızıya, Kan kırmızısına, al kırmızısına dönüyor. Başım dönüyor, tansiyonum çıkıyor, şimdiler de peydahladığım kan şekerim de artıyor. Zamanı küllenmiş yerinden alıp, orta yere çıkarmak, yani hatırlamak ve hatırlatmak da oldukça zor... Az önce dedim ya, her yer birden bire al renge büründü... Düşünüyorum, o zamanlar kan denizinden beslenen canavarlar, vampirler nerede? Bazıları da halen, kuyruğunu kıçının arasına almış bir şekilde, etrafta dönüp dolaşan itler gibi sayıklıyorlar...Sabah akşam, yok Bahçelievler, yok bilmem ne katliyamı denip duruyor... Bu ülkede binlerce kişi öldü... Sadece Bahçelievler’de insanlar ölmedi ki...Ümraniye’de işkence edilerek öldürülen beş kişiyi, niye hatırlamaz bazıları? Teslimiyete uğramış iç ve dış güdüleri neden bu konuda dillenip, aya kalkmaz onların? Neden arkadaşlar? İlahi adalet bunu gerektirmez mi? Dürüstlüğün-doğruluğun gölgesine sığındığını söyleyenler ve o kaynakların suyundan beslendiklerini iddia edenler, aynı zamanda bilimselliği Marksist düşüncenin içinde göstermeyi bir ibadet gibi benimsemiş olanlar, bu konuda neden ama neden objektif olamıyorlar? Halbuki Ümraniye de işkenceyle öldürülenler arasında, benim hemşehrilerim de vardı...Beyinleri mankurtlaşmış olanlar için varsa yoksa falanca-filanca kişilerle, belirli bölge ve yerler ön pilandadır. Onlar için aynı zamanda, kamuoyuna her pozisyonda teşhir ettikleri eylemciler de, ezberlediği ya da ezberlettiği ve kamuoyuna sakız ettiği bir kaç kişi de, bilinen malum isimlerdir:Ağca, Kırcı, Çatlı falan-filan... Evet bu isimleri önümüze, sürekli sürenlerin derdini anladık...Milleti uyuşturma-uyutma taktiğini ezberledik. Ya bizim bildiklerimiz, gerçeklere dönük değil midir? Fakat neden, niçin hep onların sesi çıkıyor? Yavuz-hırsız kim acaba? Ben Abdi İpekçi’yi tanıyorum. Onlar İlhan Darendelioğlu’nu tanıyor mu? İsmail Gerçeksöz’ün adını duymuşlar mı hiç? Görüyorum, mevzilenmişler, mevkilenmişler ve de ondan da öte, kapaklanıp, kullanıp/ kullanılıp, paralanmış olarak, sözde küfrettikleri holdinglere, kartellere oturdukları yerlere kadar, yani kıçlarındaki iç çamaşırlarının maliyetlerine kadar yamanmışlar... Çok, çok ilginç, onlarla düşüp kalkıyorlar. Dün eylemlerinde sürekli sövdükleri, tükürdükleri insanların gerisini utanmazca, arlanmazca yalıyorlar... Bilmiyorum helal ve harama inanıyorlar mı? Fakat, fark-etmez, inansalar da, inanmasalar da, yaptıklarından dolayı bu milletin kaynakları onlar gibilere ve onlara her şeyi peş-keş çeken, kartel sahiplerine haram olsun... Duvarlara yazı yazan, sağa-sola kurşun ve naralar atan, o örgüt mensupları, tekrar ediyorum, şimdi neredeler? Hangi indeler, hangi delikteler çok merak ediyorum? Her halde tamamı kırk yaşını, kimisi de ellisini devirmiş olmalı...Şimdi nerede onlar? Aynaya bakıyorum. Aynada onları görüyorum ve ayna dile gelip, diyor ki bana: “Ben gerçekten ‘Miratı Hakikatım’ onlar şimdi nerede biliyor musun?” Ben “bilmiyorum” diyorum. O diyor ki: “Ülkenizin, kaynaklarınızın, cebinizdeki paracıkların ve daha da kötüsü geleceğinizin tam içinde, onların beyni dışarıdaki ülkelerde, elleri boğazınızda, uyutucu sözleri kulaklarınızda, belirli köşelerde yazdıkları yazılar gözlerimizin önünde...”Aynamız: “onlar için şu-bu vaziyettedir diye, bize yol gösteriyor”, biliyor musunuz? Sizler tahmin ediniz...Evet tahmininiz doğru, içimize sızmışlar, tam tamına o pozisyon da, yani, malum çömelmiş toprağımıza şeylerini eder vaziyette...Uyanın, uyanın...Yeter artık uyanın...Uykudakileri uyandırın!..