Kıbrıs’la ilgili oyunların sahneye yeni konmadığını, Ortadoğu’da Türkiye’ye ne zaman baskı yapılacak olsa bu düzenlerin ön plana çıkarıldığını göstermek için, yazarımızın bundan on yıl kadar önce bir gazetede yayımlanan seri yazılarının özetini veriyoruz.
Kıbrıs’ta 1953 yılından itibaren kargaşalık artmaya başlamıştı. EOKA çetecileri Türkleri sindirip adayı Yunanistan’a bağlamak için devamlı çatışma çıkarıyorlardı. Bu arada - şimdi hala yapıldığı gibi – Kıbrıs’ın bir Yunan adası olduğu propagandası sürekli işleniyordu. Rodos ve Oniki ada için de böyle yapılmıştı. Hem de tarih boyunca hiç Yunanlılara ait olmadıkları halde
Acaba Kıbrıs için tarihi gerçek ne idi?
Milattan sonra VII. Yüzyılda Müslümanlar tarafından fethine kadar ada, eski Mısırlılar, Fenikeliler gibi denizci kavimlerin; sonraları Romalıların, Kilikya’nın ve Bizans’ın eline geçmiş, Haçlı seferlerinden de nasibini aldıktan sonra XV. Asrın ikinci yarısında Venediklilerin kontrolüne girmiş, nihayet 1571 yılında Türkler tarafından feth olunmuştur. Üçyüz yıl Osmanlı Türklerinin adil ve dürüst idaresi altında mutlu yaşayan adaya, 1878 Rus harbi sırasında İngilizler geçici olarak, 1923 Lozan andlaşması ile de resmen el koydular.
Kıbrıs’a 1959 yılında bağımsızlık verilmiş, Londra ve Zürich andlaşmaları ile de bağımsız bir devlet olarak tanınmıştır. Bu devletin kuruluşundan sonra da ada halkı huzurlu bir gün görmedi denilebilir. Bir ara Rum çeteciler masum insanları katletmeye başladılar. Rumlar, Yunanistan’ın ve Batı’nın desteğiyle geniş ölçüde tahkimat yaptıkları için Türkiyenin kendilerine müdahale edecek cesareti gösteremeyeceğini sanıyorlardı. Tabii ki yanıldılar.
Londra – Zürich andlaşmaları gereğince o zamanki Kıbrıs devleti anayasasının garantörlerinden biri olan Türkiye, diğer bir garantör devlet olan İngiltere’nin “Belki de acı bir ders alıp Kıbrıs’tan ellerini çekerler” şeklindeki beklentilerine rağmen 1974 yılında bir amfibik harekatla adaya çıkarak Yunan destekli Rumların canına ot tıkadı.
Bu harekat esnasında şehit düşen ve ana – babalarının da “Vatan sağ olsun!” diye buğulu gözlerle andıkları evlatlarımızın ruhunu hiçe sayarak “Canım ödün verilmeden meseleler çözülmez” diyen densizlere sözümüz yok, daha doğrusu çok sözümüz var da kızarmaz yüzlerine, katı vicdanlarına pek etkisi olacağını sanmıyoruz. Şimdi bunlar “Biz anavatanın çıkarlarını düşünüyoruz” diyecekler. Bunların hiç umurunda olmamıştır anavatan...
Bu stratejik adada eski idari statüye dönülmesi halinde gerek siyasi gerekse askeri açıdan artık anavatanın bu işe tekrar ağırlığını koyması hemen hemen imkansız denilebilecek zor şartlara bağlanmaktadır. Artık zulmün tekrar başlaması halinde ya da buradaki üslerin Türkiye ye karşı kullanılması halinde bunun önlenmesi korkunç kayıplara yol açan bir harekat ile mümkün olabilir. Türk devleti ya bu riski göze alamaz ya da göze aldığında kendisi de ölümcül bir yara alır.
Bir zümre vardır ki kişisel ilişkilerine halel gelmesin, maddi imkanları kaybolmasın diye her şeye göz yumabilirler. Acıklı bir haldir bu. Allah kimseyi bu kadar zelil etmesin!
Azıcık izanı olan – ama elbette samimi olan – herkes bugün yer yüzünde tek süper güç olarak kaldığı izlenimi verilen bir ülkenin ve ortaklarının Birleşmiş Milletler Teşkilatını kendi emri vakilerini (oldu bittilerini) onaylama ve meşrulaştırma mekanizması olarak görmelerinin yanlışlığını ve tehlikesini bilmektedir.
Ancak işin bu hale gelmesinin asıl sebebi – inanın – bunların küstah davranışlarından çok, karşılarında olması gereken bazı kişi ve kurumların dalaletidir.
Maalesef güvenilirliğini kaybetmekte olan bir büyük milletlerarası kuruluşta tek bir stratejik plan doğrultusunda alınan seri kararlarla kurulan tezgah, gün gelir böyle hukuki bir dayanak halini alır. Bazı diplomatlar ise bu durumu “Reel politik” olarak - çok bilmiş bir eda ile – kabul ederler.
“Taviz verilmeden anlaşma olmaz” şeklinde maksatlı olarak çıkarılmış bir sloganı benimseyenler zaten bu davranışlarıyla – peşinen – taviz vermiş olurlar.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı sayın Rauf Denktaş milletlerarası siyasi arenada yalnızlığa itilmiş olmasına rağmen inançlı, şuurlu, kültürlü ve şerefli bir devlet adamına yakışır şekilde onur savaşı veriyor. Her şeyden önce büyük bir sabır ve metanet örneği sergilemekte. Bir toprak parçasının nasıl vatan olduğunu yaşayarak öğrenmiş. Uzlaşmaz taraf olarak gösterilmesinin bir taktik olduğunu biliyor. Biliyor ki BM karar organları ile cephe birliği kuran rakipler, büyük denilen bazı devletlerce de destekleniyor.
Kadı ola davacı, muhzır dahi şahit;
Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?
Ta 1990 Mart ayında alınan 649 sayılı Güvenlik konseyi kararıyla – ileride – BM’e genel sekreter olacak kişiye, taraflara tavsiye, telkin ve dolaylı baskı yapma yetkisi verildi. Bu baskının taraflara değil de belli bir tarafa yapılacağı apaçık belliydi.
Şimdi bu konuda tek bir çıkış yolu kalmıştır. “reddi hakim” talebinde bulunmak, çünkü yargıç durumuna getirilenler “izhar-ı rey”’de bulunmuşlardır. Peşin hükümlerini açığa vurmuşlardır.
BM kuruluşunun temelinde hak ve adalet kavramları vardır. Onun anayasasının ruhunda milletlerin özgür ve bağımsız yaşama hakkı saklıdır. Bu teşkilat, meşruiyetini bu ilkelerden alır. Bugün ise kendi varlık sebebine ters düşen, tek yanlı ama çift standartlı davrananların kontrolüne girme eğilimi görülmektedir.
Haksız ve yanlış bir kararı kabullenmek Türkiye’nin hatta Türk dünyasının aleyhine tarihi bir dönüm noktası olabilir.
Böyle bir durumla karşılaşıldığında kararları tanımakla tanımamanın getireceği rizikolar arasında pek fark kalmaz.
Türk devlet adamlarına zor fakat onurlu yolu seçme “fırsatı” doğmuştur. Bu yolda yürüyeceklerine inanıyoruz.
Gerçi son yıllarda unutulur gibi oldu ama yine de onurlu davrananları dünyamızda takdir edenler hala var. Üstelik saygın oldukları için daha da güçlü görülüyorlar.
Dileğimiz odur ki Kıbrıs’ta bazı dünya ağalarının “kabul edilemez” buldukları bu günkü statü bu vesileyle daha da pekiştirilmiş olsun. İki bağımsız devlet halinde yaşamanın kime, ne zararı oldu ki?...
Belki dünya çok şey kaybettikten sonra aklın ve hakkın yoluna dönülür. Ne denilmiş: “Yanlış hesap Bağdat’tan döner.”