Irak kırizi KKTC’yi tanıtmak için büyük bir fırsattır
16. soru: 1-30 ocak 2003 arasında Türkiye halk oyunun tutumu hakkında ne söylenebilir?
Hükümet ve bilhassa AKP genel başkanı R. T. Erdoğan Rum-Yunan-batı görüşleri doğrultusunda görüş belirtmekte berdevam oldu. Erdoğan hemen hemen her gün, hatta yurt dışında dahi konuştu ve tabii bunlar Türkiye, KKTC hükümet ve halk oylarının bölünmesine ve sayın Denktaşın zor durumda kalmasına yol açtı.
11 kasım 2002’den beri süregelen uzun bir sessizlik devrinden sonra yavaş ve az da olsa bazı müsbet sesler yükselmeye başladı. Aralık ayında Recai Kutan, Necmettin Erbakan ve Rıfat Hisarcıklıoğlunun fazla yankı yapmayan konuşmalarından sonra ordu da 7 ocak 2003’te sessizliğini nihayet bozdu. Kıbrıstaki şartlar ve haritaların kabul edilemeyeceğini ve bunun “Türkü Anadoluya sıkıştırma politikası” olduğunu belirtti. Aslında ordunun açıklaması geç kalmış bir açıklamaydı ve bu kadar geç kalması kafalarda bazı soru işaretlerine yol açmıştı.
Bu hususta her zaman hassas ve milliyetçi davranan Bülent Ecevit çeşitli demeçler verdi ve uyarılarda bulundu. 12 ocak 2003 tarihinde Abdi İpekçi sipor salonunda bir kapalı salon toplantısı gerçekleştirdi.
TBMM başkanı Bülent Arınç, 13 ocak 2003’te gittiği KKTC’de ilgililerle görüştü, ağız değiştirdi ve “AB’ye girelim de ne olursa olsun diyemeyiz” dedi. Bu, hükümetten gelen ilk müsbet açıklamaydı.
ATO başkanı Sinan Aygün tepkisini ortaya koydu. Ülkü Ocakları da İstanbul, Bursa, Konya, Trabzon, Erzurum gibi şehirlerde 19 ocak 2003’te “nihayet” mitingler tertipleme imkanını bulabildi.
En şaşırtıcısı şu oldu: Milliyetçi Hareket Partisi adeta “milliyetçi hareketsizlik partisi” haline geldi. En çok faaliyet beklediğimiz parti, bırakınız faaliyeti, bir kaç cümle ifade etmeye bile lüzum görmedi ve mensuplarını hayal kırıklığına uğrattı (MHP genel başkanı aralıkta Ankarada ve 23 ocakta Kıbrısta büyük bir sessizlik içinde Denktaşı ziyaret etti ve bu “gizli” ziyaretler halk oyunda yankı bulmadı).
Ana muhalefet partisi başkanı Deniz Baykal, 13 ocaktan itibaren devlet yetkilileriyle bir dizi görüşme yaptı. Genç Parti başkanı Cem Uzan meseleye gereken hassasiyeti gösterdi.
Saadet Partisi genel başkanı Recai Kutan mesele üzerinde pek çok defa durdu ve Kıbrısı ziyaret etti.
26 ocak günü 500 civarında sivil toplum kuruluşunun bir pilatform oluşturdukları, Denktaş ve Kıbrıs Türklerini destekleme kararları aldıkları açıklandı. Pilatform 2 şubatta Abide-yi Hürriyette miting kararı da aldı.
27 ocak günü Kıbrısa giden KKK Orgeneral Aytaç Yalman, Denktaşa “ordu arkanda” mesajı verdi. Aynı gün Dışişleri bakanı Yaşar Yakış da hükümetin Denktaşı desteklediğini bildirdi.
Ordunun kesin ve açık desteğinden sonra geç kalmış bir Denktaşı destekleme beyanatı da Süleyman Demirelden geldi. Demirel herhalde her zamanki idare-yi maslahatçılığı dolayısıyla bu kadar gecikmişti.
Kısaca siyasetçilerden Bülent Ecevit, Deniz Baykal ve Recai Kutanın demeç ve faaliyetlerini takdir etmek lazımdır.
Gazetecilerden Dünya Basın Konseyleri Başkanı ve Hürriyet Başyazarı Sayın Oktay Ekşinin yazılarını bilhassa kaydetmek lazımdır. Ekşinin yazıları çok etkili olmuştur. Cumhuriyetin başta Sayın Cüneyt Arcayürek olmak üzere hemen bütün yazarları (Oral Çalışlar hariç), Milliyetten Sayın Fikret Bila, Star Gazetesinin yazarları (Zeynep Gürcanlı, Cevher Kantarcı vs.), değerli sosyolog sayın Emre Kongar Kıbrısta gerçekleri gören ve savunanlar arasında tarihteki yerlerini aldılar.
Hepsinin gayreti takdire layıktır.
Netice olarak biraz geç ve güç olmakla beraber, sayın Denktaşa gereken destek “nihayet” sağlanabildi.
17. soru: Kıbrıs hakkında bir çok menfi, müsbet yayın yapıldı. Ödül vermek gerekirse kimlere verilmeli?
Rum-Yunan-batı görüşleri doğrultusunda uzun süreden beri yayın yapan iki kişinin Kıbrıs hakkındaki emeklerini zayi etmemeli!!! ve onları örnek almalıyız!?. Çünkü bu iki kişi, 1992’den beri Rum-Yunan-batı görüşleri doğrultusunda, yani menfi yönde ciltler dolusu yazı yazmış ve kamuoyunu adeta ve sürekli bir yaylım ateşine tutmuşlardır. Bu iki kişi inandıkları davayı “azimle, sebatla, kararlılıkla, ısrarla” savunan sayın Cengiz Çandar ve sayın Mehmet Ali Biranddır. Kıbrıs davasında “azim, sebat, kararlılık” ödülleri!!! bu satırların yazarı tarafından sayın Cengiz Çandar ve sayın Mehmet Ali Biranda verilmiştir. Onlara helal olsun. Bu satırlarla tarih onları kaydetmiş bulunmaktadır.
Kıbrısın bağımsızlığını savunanlar bu iki kişinin “azim, sebat ve kararlılığından” örnek almalıdır (Şahsen biz Kıbrıs hakkındaki yazı ve kitaplarımızı biraz da onlardan örnek alarak yazdık. Her umutsuzluğa ve yeise kapılmada “onlar niye umutsuzluğa ve yeise kapılmıyorlar da ben umutsuz ve meyus oluyorum” şeklinde düşünerek onlardan kuvvet aldık).
18. soru: AB Kıbrısta Türkiyenin muhatabı mıdır?
Hayır! AB, Kıbrısta Türkiyenin muhatabı değildir. AB, KKTC toprağını gasbedemez. Orada Türkiyeye işgalci diyemez. Zira Türkiye oraya durup dururken çıkmamıştır. Suçlu ve devlet yıkan Rumlar yüzünden kanuni, meşru bir müdahale yapmıştır. Galiptir, anlaşma şartlarını ve muhataplarını seçme yetkisi Türkiyenindir. AB, hangi uluslar arası kanuna, kaideye, anlaşmaya göre kendisini taraf sayıyor?
Bugün kendisini Kıbrısta taraf yerine koyan ve Türkiyenin meşru müdahalesini tanımayıp Türkiyeye “işgalci” diyen AB, ABD ve diğerleri yarın Türkiye coğrafyası için de, mesela Hakkari için, Kars için, İstanbul için de aynı sıfatı kullanabilir. Çünkü batılılık çalışkanlık, araştırıcılık ve zamanı değerlendirme yanında aynı zamanda Makyavelizm, Darwinizm ve çifte standarttır.
Tek kelimeyle AB de, ABD de, diğerleri de işin içine karıştırılmamalıdır.
Türkiye ve Türk tarafının Kıbrıstaki muhatabı Rum kesimi ve Yunanistandır. Anlaşmalardan dolayı belki bir de İngilteredir.
19. soru: Bir kıyaslama yapalım. ABD Irakta galip gelirse anlaşma masasına kimleri davet edecek?
ABD kurtla kuzunun hikâyesinde olduğu gibi ne olursa olsun Irak devletine karşı savaş açacağını ve kan dökeceğini ilan etmiş bulunmaktadır.
ABD’nin Irak devletine savaş açması ve kan dökmesi için hiç bir haklı ve meşru sebebi yoktur. ABD buraya BM kararlarını kendine göre yorumlayarak savaş açacaktır. Peki, ABD Irakta galip gelirse karşısına AB’yi, BM’yi, Çini mi alıp barış şartlarını konuşacaktır. Hayır, tamamen kendi şartlarını dikte ettirecektir. Yani ABD bize “benimle Iraka savaş açmazsan, barış masasında yerini alamazsın” diyor. Peki AB ve ABD, 1974’te Kıbrısa bizimle mi çıktılar ki, şimdi barış masasına oturup bize anlaşma dikte ettirmeye çalışıyor.
O halde 1974’te meşru, kanuni ve haklı bir müdahale yapan Türkiyeye neden aynı hak tanınmıyor? Çünkü Türkiye Müslüman bir devlet değilse de (çünkü laiktir), Müslüman bir ülkedir.
Özetle Türkiye Kıbrısta kimi muhatap kabul edip etmeyeceğini kendisi belirlemelidir. Ancak bunu yapması “batılı” politikalar uygulamayla olur, “batıcı” politikalar değil (Türkiyenin aslında buna kudreti vardır ama kudretli devlet adamları yoktur. Zaten mesele bu yüzden 29 sene uzamıştır).
20. soru: Irak kırizi bizim için KKTC’nin tanıtılması açısından bir fırsat olabilir mi?
Katiyetle evet! Hemen belirtelim ki, Irak kırizi bizim için kaçırılmaması gereken büyük bir fırsattır. Türkiye, Irak devletine savaş açmayı kafasına koyan ABD’ye yardım yapmak zorunda kalırsa, bu yardım karşılığında ABD’nin Kıbrısta Türkiyenin karşısından çekilmesini ve KKTC’yi tanımak isteyen Müslüman ülkelere baskı yapmamasını sağlar. Bu bir daha ele geçmeyecek ve kaçırılmayacak bir fırsattır.
21. soru: Kıbrıs politikasında Türkiyenin hataları oldu mu?
Evet. Türkiyenin beş büyük hatası olmuştur. Birincisi uzun zaman sürdürdüğü “çözümsüzlük de bir çözümdür” anlayışı yanlıştı. Zira MÖ 1299 yılında bile yazılı anlaşmaların yapıldığı bilinir (Hititlerle Mısırlılar arasındaki Kadeş anlaşması). Dolayısıyla 1974 yılında ortaya çıkan bir mesele hukuki çözüme bağlanmadan kapanmış sayılamazdı. Türkiye bu hatasını 1992’den sonra egemen federasyonda ısrar etmekle de katmerli hale getirmiştir. Halbuki 1992’den sonra egemen federasyon politikasını değiştirmesi gerekirdi. Zira federasyonların devri geçmişti. Sovyetler, Yugoslavya ve Çekoslovakya dağılmıştı. Üstelik Rumlar egemen bir federasyonu kabul etmezlerdi. Çünkü fiilen kaybettikleri Kuzey Kıbrısı hukuken de kaybetmek istemeyecekleri tabiiydi.
İkincisi ekonomik olarak Kıbrısı kalkındırmak için bir kaç üniversite açmak haricinde hiç bir şey yapmamıştır. Bu da Kıbrıs Türkünün bugün AB peşine düşmesi sonucunu getirmiştir.
Üçüncüsü eğitim hususunda tıpkı Türkiyede olduğu gibi dinî, milli, tarihî bir eğitim değil, aksine kozmopolit bir eğitim uygulanmıştır. Halihazırdaki vaziyetin mühim sebeplerinden biri de dinî, milli, tarihî eğitimin hakkıyla verilmemesidir.
Dördüncüsü Türk, KKTC ve dünya kamuoylarını kaale almamıştır. Bu da bugün bizi zorlayan en önemli faktörlerden biridir. (3. sorunun cevabına bakınız).
Beşincisi Türkiyenin beşinci kol faaliyetlerine önem vermemesi ve bunları engellemek için hiç demeyeceğiz ama pek bir şey yapmamasıdır (Esasında hiç bir şey yapılmamış da olabilir. Zira eğer yapılsa idi, durumun bu raddeye gelmemesi lazımdı. Söz gelişi Türkiyede ve KKTC’de aşırı muhalif olan AB’den ve ABD’den, hatta Rum kesiminden her türlü yardımı alan basın, sivil toplum kuruluşları ve aydınlarla diyalog kurulabilir ve kendi safımıza çekilebilirdi. Bu, Türk devletinin kamuoyunu hiç dikkate almamasının tabii ve onunla doğrudan ilgili bir sonucudur).
Bu hususta ilk akla gelen AB’nin sabık, meşhur, maruf ve malum temsilcisi Karen Fogg’dur. Fogg’un Kıbrıs Türklerini Türkiyeye karşı ayaklanmaya çağırdığı ve milyonlarca euro harcadığını sağır sultan bile duydu.
22. soru: Kıbrıs Türkleri çok eleştirildi. Hiç haklı tarafları yok mu?
Kesinlikle var. Hem de esaslı derecede iki haklı tarafı var:
Birincisi Kıbrıs Türkü 1945’ten itibaren savaş, şiddet, tehdit, katliam korkusuyla yaşamış ve bunlar ancak 1974 Barış harekatlarıyla sona ermiştir. Dolayısıyla 1945’te 10 yaşında olan bir çocuk bugün 68 yaşındadır ve 1974’e kadar yukarıda bahsettiğimiz korkular içinde yaşamıştır (Kıbrıs 2. Dünya Harbinden, yani 1945’ten itibaren kaynamaya başlamıştır. 1945 aynı zamanda emperyalizmin esaslı olarak çözülme tarihidir).
İkincisi ve daha da önemlisi şudur: 1974’te adaya barış gelmiş, halk savaş, tehdit, baskı ve katliamlardan kurtulmuştur ama bu beraberinde istikrarsızlığı veya belirsizliği de getirmiştir. Kısaca savaş gören ve görmeyen bütün Kıbrıs Türk halkı, az sayılamayacak bir zamandan beri tam 29 seneden beri belirsizlik içinde yaşamaktadır. Neyi, nasıl, ne zaman yapacağını bilememektedir. Mesela bir ev inşa etmeyi düşünüyorsunuz, ancak inşa edemiyorsunuz. Çünkü yarının ne olacağını bilemiyorsunuz. Bir otel, dükkân, fabrika yapmayı pilanlıyorsunuz ama hayata geçiremiyorsunuz. Zira yarının ne olacağı belirsiz. İnşa edeceğiniz alan Türklerin mi olacak, yoksa Rumların mı? Beli değil ve eliniz kolunuz bağlı vaziyette kalıyorsunuz. Özetle 1955’ten bilhassa 1974’ten beri savaşla, tedhişle, katliamla birlikte belirsizlik de sürüyor. 1974’te doğan bir çocuk şu anda 29 yaşında. Ancak işsizlik ve belirsizlikten yarınına güvenle bakamıyor, istikbalini güvence altına alamıyor. Bu durum insanların sadece iktisadi durumunu menfi yönde etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda sosyo-pisikolojik rahatsızlıklar da meydana getiriyor.
Buna Türkiyeye dost görünen, lakin aslında içten içe ve bazen açıktan açığa düşmanlıklarını sürdüren ABD-İngiltere, Rum-Yunan ikililerinin bunaltıcı ambargoları, ABD ve AB’nin oyunları da eklemek lazımdır.
Bu olgulara bir evvelki soruda kaleme aldığımız Türkiyenin ve yerine göre KKTC’nin hatalarını da ilave edelim. Ortaya çıkan tablo ancak bu olabilirdi ve çok tabii bir sonuçtur.
Aslında bütün bu olgular sosyologlar tarafından “Kıbrıs senduromu” adıyla incelenmesi gereken, bir daha bulunamayacak ve ele geçmeyecek bir fenomen oluşturmaktadır.
Özetle yiğidi öldür hakkını ver misali Kıbrıs Türkünün bu cihetini de görmek ve anlamak mecburiyetindeyiz.
İşte her ne kadar büyük diye lanse edilse de, hakikatte o kadar büyük olmayan 26 aralık 2002 ve 14 ocak 2003 mitingleri böyle bir atmosfer içinde yapılmıştır.
23. soru: Türkiye halen nasıl bir politika tatbik etmeli?
Türkiye şöyle demeli:
1. Rumlar 15 temmuz 1974’te uluslar arası anlaşmalara göre kurulan bir devleti yıkmışlardır. Yani suçludurlar.
2. Türkiyenin müdahalesi kanunidir, yani meşrudur. Garantörlük anlaşmasına göre yapılmıştır.
3. Yani Türkiye galiptir. Galip mağluba ve suçluya göre her zaman avantajlıdır.
4. Rumlar Türkiyeyle pazarlığa oturmalıdır. Dediklerini kabul etmelidir. Tabii oturmayacak ve şartlarını kabul etmeyecektir. O zaman Türkiyenin alacağı kararlar meşru hale gelecektir.
5. Politikasını bağımsızlığın devamı olarak tesbit ve ilan edecek ve tanıtmak için kolları sıvayacaktır. Tanıtmak için de diplomatik sahadan değil kamuoylarından başlayacaktır. Muhatap olarak Rum ve Yunanlıları kabul etmeli, AB’yi muhatap kabul etmemelidir. Çünkü AB meselenin hakiki anlamda tarafı değildir, nevzuhur bir taraftır. Türkiye önce kendi ve KKTC kamuoyundan, sonra dünya basınından ve kamuoyundan tanıtma faaliyetine başlamalıdır. Çalışılırsa sonuç alınacaktır. Geçmişte bir çok basın organı KKTC’nin tanınmasını yazmışlardır.
Nitekim 18 ocak 2003’te bir demeç veren Rum hükümet sözcüsü Mihail Papapetru, Annan Planının imzalanmaması durumunda KKTC’nin tanınabileceğini, bir dizi Arap ülkesinin KKTC’yi tanımasının ABD ve İngiltere tarafından engellendiğini söylemiştir.
Glafkos Klerides 26 ocak 2003 günü Filelefteros gazetesine verdiği beyanatta KKTC ile bir anlaşmaya varılamaması halinde KKTC’nin milletler arası pilanda tanınacağını belirtti ve geçmişte başta Katar olmak üzere bazı Arap ve İslam ülkelerinin KKTC’yi tanımak istediklerini, kendi teşebbüsleri üzerine bunların ABD tarafından engellendiğini söyledi.
Klerides Irak harekatının böyle bir tanınmayı daha da kolaylaştırabileceğini belirtti.
24. soru: Türkiye neden politik yanlışlara düştü?
Tarih bilmemekten ve düşünmemekten. Eğer tarih bilseydi, Rum-Yunan-batı üçlüsünün Kıbrısı Türkiyenin, yani Hilalin elinden almak için elinden geleni ardına koymayacağını bilecekti.
Eğer düşünseydi, Rum-Yunan-batı üçlüsünün Türkiyenin egemen federasyon dediği çözüm şeklini kabul etmeyeceğini bilecekti. Çünkü Rum-Yunan-batı üçlüsünün zaten kayıp olan Kuzey Kıbrısı, imza atarak hukuken de kaybetmek istemeyeceklerini anlayacaktı.
25. soru: Kıbrıs Türklerine son söz olarak ne söylemeliyiz?
Kıbrıs Türkü bir çok badireler atlatarak zamanımıza kadar gelmiştir. Hürriyet ve bağımsızlık yolunda sabırla, gururla, dimdik yürümüştür. Kıbrıs Türkü şunu da iyi bilmelidir: Dünyada bağımsızlıktan, hür, özgür, serazat yaşamaktan daha iyi, güzel ve imrenilecek bir şey yoktur. Rumun, AB’nin işçisi olmak, onların emrinde yaşamak, fakat şerefi, gururu ayaklar altına alınmak, oralarda eriyip gitmek, hiç bir Türke yaraşmaz (Türkiye ve umum Türkler için de aynı görüşteyiz). Onun için Kıbrıs Türkü Rum-Yunan-batı oyunlarına kanmamalı, bağımsız devletini sürdürmeli, mitinglerde bağımsızlıktan yana tavır koymalıdır. Eğer Kıbrıs ve Türkiye halk oyu bağımsızlığın devamından yana tavır alırsa, batı Türkiyeye de, KKTC’ye de baskı yapma cesaretini gösteremez. Gün birlik ve dayanışma günüdür.
AB’nin güzel sözlerine kanmamak lazımdır. Madem ki AB eninde sonunda Türkiyeyi içine alacak, o halde KKTC’nin istiklalini neden tanımıyor? Tanımak istemiyor, çünkü Türkiyeyi almayı düşünmüyor, nihayetinde Kıbrıs Türkünü eritmeyi düşünüyor.
Rum-Yunan-AB-ABD dışarıdan hümanist görünür, fakat içeriden şövenisttir.
CTP genel başkanı sayın Mehmet Ali Talat ile TKP genel başkanı sayın Kemal Angoleme de buradan sesleniyoruz: Tarihe bakın. Tarih en büyük öğretmendir. Vicdanınızın sesini dinleyin.
Türkün karakteri Atatürkünün dediği gibi “hürriyet ve istiklal”dir.