Kasım 2008

Ö T E S İ

 

4.12.2024 



Milli Sıtrateji

 
Dr. Alptürk Ünlü

Yeni ve Gizli SEVR -1-


Bu köşede, bu isimle ilk yazımız, bu gazetenin Nisan 2002 tarihinde çıkan. birinci sayısıyla başladı. O sayıdan bu sayıya kadar belirli bir açı çerçevesinde, Türk Dünyası merkezli düşüncelerimizi aktardık. Özellikle günümüzün dünyasında, küreselleşme edebiyatıyla Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının ve onların parayla beslenen bülbüllerinin şakıması altında, günlerimizin uyutularak-uyuşturularak, geçtiğini-geçirildiğini vurgulamaya çalıştık.

Bugün dünyanın çok büyük bir kısmına sosyo-ekonomik anlamda hakim olan bu malum ve zalim (Bakınız Filistin’e!..) ittifak, sıtrateji ve politikalarını da kurnazca belirlemektedir. Biz burada bu politikanın Saddam ve Irak bahanesi altında, on iki yıldır yansıtılan bir masalının gerçek yüzünü başka bir bakış açısıyla aktaracağız. Bu aktaracağımız olaya: ‘YENİ VE GİZLİ SEVR’ diyoruz. Neden, Sevr adını kullanıyoruz? Eski Sevr unutulmasın diye...Peki niye ‘Yeni’ ve ‘Gizli’ sıfatlarını ekliyoruz? ‘Yeni’ diyoruz, son on iki yılın pilanı olduğu için, ‘Gizli’lik ise, elbette kamuoyuna açıktan mal edilmeme anlamında, yani ilk Sevr gibi, davullu zurnalı olmadığı için...
Dönelim olayımızın başına; bir varmış bir yokmuş, Artvin, Ardahan ve Kars’ın sınır ötesindeki çok yakın ya da Sibirya’nın düzlüklerinden Yakutya bölgesine kadar, coğrafi anlamda çok uzak bir Sovyet ülkesi varmış... Bu ülkeye cellat liderler sahip olmuş; gel zaman git zaman bu ülkedeki cellatların iktidarları güçsüzleşmiş... O acımasız güruhun ellerindeki esir milletler de, bir bir kurtulmaya başlamışlar. Bu kurtulanlar arasında Türkler de varmış... Darısı kurtulacak olanların başına...Fakat tüm bu olaylar olurken başka taraflarda. başka türlü ve görünüşteki cellatlar ile ajanlar ortaya çıkmaya başlamış...Evet, Sovyetler Birliğinin dağılması sonucunda, yeni yeni Türk devletleri dünya kamuoyuna çıkmaya başladı. Bu yeni Türk ülkelerinin topraklarında açığa çıkan petrol ve doğal gaz rezervlerinin kontrolü sorunu, dünyanın sömürgeci güç merkezlerine yeni boyutlar getirmiş ve hareketlenmelere yol açmıştır. Buna göre Ruslardan boşalan iktidarlar yerine, daha çok doğrudan ya da dolaylı olarak Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının ya da onun uşaklarının belirlediği anlayışların, bu bölgede cirit atmaya başlaması söz konusu olmuştur. Bu Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının, ülkemizdeki çeşitli iş kollarına mensup adamlarına dayanmaları yetmezmiş gibi, değişik cemaatlere mensup, yerli işbaz ve çıkarbazlarla elele ve gönül gönüle vermeleri, yeni Türk ülkelerinde cirit atmaya başlamaları da, bu döneme rastlar. Bazı dostların Şıhbızınlı olarak nitelediği bir barışsever(!) bu dönemde takkeli bir kovboy olarak ortaya çıkmadı mı? Milliyetçilik adına aymazlık içinde olanlar, bu şahsın yapmış olduğu faaliyetleri ya görmezden geldiler, ya çok olumlu bir hareketmiş gibi göstermeye çalıştılar ya da olayın mahiyetini hiç anlamadılar. Fakat Türk tarihinin aynası, önümüzdeki süreçte, o malum şıhbızınlı ve çevresini de, cüzdanları ya da ceplerinin dolması ile gözlerini kaybedenleri de, elbette bir yerlere gölge olarak kayıt edecektir...
Oysa Amerikalıların misyoner faaliyetleri, on dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı arazilerinde denenmiştir. Bu denemelerin ana üsleri ünlü kolejleridir. Bu kolejler:Merzifon’dan Harput’a, Talas’tan Tarsus’a, Sivas’tan Maraş’a kadar pek çok alanda boy ve en göstermişlerdir. Bu boy gösterme sonrasında Amerikalılar bu faaliyetleriyle kendilerine dönük bir Anglo-Saksoncu Ermeni tabanı oluşturmaya çalışmışlar ve bunun sonucunda Ermenilerin bilinçlenmesi de yoğun isyanlara ve tehcire yol açmıştır. Bu durumdan ders almayan ABD başkanlarından V. Vilson, bir Ermenistan oluşturmak için, Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı sırasında konuşlanmış olan Amerikan askerlerinin, Kurmay Başkanlığını yapan Tümgeneral Harbırd başkanlığında yaklaşık yetmiş kişilik askeri ve sivil bir heyeti Anadolu’ya yollamıştı. Bu heyet İstanbul’dan gelip-geçtiğinde heyecanlanan bazı insanlar, malum ‘Mandacılık çığlıkları ile karşılık, naralar atmaya da başlamışlardı. Bunlar arasında, hiç şüphesiz Sabataycı ve aynı zamanda o zamanların sözde ve moda Turancısı(!) olan Halide Edip de vardı. Bu Amerikalı heyet, Anadoluda dolaştı ve baktı ki, Ermeniler bölgeden göçmüş, dolayısıyla bu bölgede Ermenistan kurmanın mümkünü yok, diyerek ülkelerine dönmüşlerdi. Gerçi İngilizler, bu olaydan yaklaşık bir yıl sonra, Damat Ferit’e imzalattıkları Sevr Anlaşmasıyla, Doğu Anadolu’da hayali bir Ermenistan oluşturmaya çalıştılarsa da, buna Mustafa Kemal Paşa etrafında kenetlenmiş olan Türk Milleti, asla izin vermeyecektir.
Aradan yaklaşık yetmiş yıl geçti. Türklük düşmanı ve İngiliz sever Mustafa Sabrilerin yerini yeni yetmeleri aldı. Onlar, İngilizlerin değil ama, Amerikalıların kucağındaydılar ve yeni misyonerdiler! Anlayışları sözde İslam adınaydı. Fakat uygulamaları Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının çıkarları ve gelecekte, o bölgelerde göbekten bağlamak istedikleri insan guruplarının beyinlerinin, esir edilmesi ile orantılıydı. O nedenle, pek çok devletin bile, altından kalkamayacağı finansman sorunlarını, kolayca aşabiliyorlardı. Onların elemanlarına verdikleri parayı, Türkiye Cumhuriyeti, benzer kadrolardaki, kendi elemanlarına dahi veremiyordu. Bu değirmenin suyu nereden geliyordu? Bunların yanısıra anlaşılmayan ve aşılamayan bir şey vardı; bırakınız aşılması, bilakis her şey onun üzerineydi. Neydi bu gizemli şey? İngilizceydi. Aşılamazdı. Çünkü sahibinin sesi böyle istiyor ve bu nefesi ensesinde ya da yüreğinde hisseden yüreksizler, tarihsel görevlerini yerine getiriyorlardı. Zavallı Orta-Asya, Kafkasya ve diğer bölgelerdeki Türk ve Müslüman çocukları!.. Tüm bunlar, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının geçmişte, doğrudan ilgisinin olmadığı, bu yeni ülkelere sokulması ve taban bulması adına yapılıyordu. Aslında bilhassa eski Sovyetler Birliği arazilerinde, soy kardeşliği sebebiyle Türkiye Türkçesi; İslamiyet adına Arapça; yakın geçmiş dönemdeki hakimiyeti nedeniyle, hiç istemediğimiz halde, fakat bazı mecburiyetlerden dolayı, Rusça dahi olabilirdi. Fakat asla İngilizce olamazdı. Çünkü o bölgelerde İngilizce ile ilgili hiçbir şey ve hiçbir bağlantı yoktu. Evet, şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın dediği gibi ‘Nereden çıktı bu cenaze, ölen kim?’ Evet. Nereden ve neden çıkmıştı, İngilizce? Ölen ya da öldürülen kimdi? Onlar yeni ortaya çıkan devletlerdeki Türk çocukları mıydı, acep?!. Belki Türkiye’de İngilizce lobisini oluşturanlar vardı. Fakat burasının konumu ile yeni kurulan Türk ülkelerinin konumu aynı değildi. Bizim dahi Türkiye’deki İngilizce’den kurtulmamız (Selam olsun Oktay Sinanoğluna ve bu konudaki mücadelesine!) lazım gelirken; yeni oluşturulan Türk devletleri, neden İngilizce eğitim yapmak zorunda kalıyorlardı? Evet neden? İlgililer kıvırmadan cevaplasınlar... Ne adına? Kimlerin kültürel esarete sokulduğunu da, bir parça vicdan sahibi iseler izah etsinler. Soluğu Anglo-Sakson ülkelerinde almasınlar!..
Evet, buna göre, Sovyetler sonrası, iktidar boşluğunun enerji kaynakları açısından yetersiz olduğu Balkanlarda, mücadele daha çok askeri ve siyasi anlamda cereyan etmiş ve bu bölgede kan gövdeyi götürmüştür. Bu dökülen ve çıkar hesabına akıtılan kanlar ve dahi gereksiz yere alınan canlar, daha çok zavallı Boşnakların kanı ve canı şeklinde belirmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, galip tarafların; yani Anglo-Sakson (ABD ve İngiltere), Latin (Fıransa,İtalya) gurubunun hazırladığı siyasi tablonun gereği, oluşturulmuş bulunan, yapıştırma devletler vardı. Bunlardan Yugoslavya adlı yamalı bohça ile Orta Avrupa’daki Çekoslavakya adlı başka bir yapıştırma devletin durumu önemliydi. Bu kanlı durum, daha önce Cermenlerin bölgede tekrar yayılmasını engellemek için ortaya konulmuş olan politikaya, tarihsel bir tepki olarak belirmiştir. Bu yapıştırma devletler, Sosyalizm palavrası altındaki diktatörlüklerle 1990’lara kadar varlıklarını sürdürdüler. Bu dağılma süreci, bu yapıştırma devletlerin bir balon gibi patlatılmasına yol açmıştır. Oysa yeni Türk ülkelerinin Türkistan merkezli birleşik yapısı, 1920’lerde Sovyetlerle birlikte beş farklı parçaya ayrılmıştı. Bunun mucidi, Bolşevik komünistler ve yağcılarıydı. 1918 sonrasında, Balkanlar ve Orta-Avrupa’da topluluklar yapıştırıla yapıştırıla zorla bir araya getirilirken, aynı dönemde Bolşeviklerin eliyle Türkistan, param parça ediliyordu. Bir tarafta uyduruk devletler; diğer tarafta ise katledilen bir tarih, bir geçmiş ve bir millet! İbret, İbret, İbret!!!

ESKİ SEVR

Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Versay, Tiriyanon ve Niyon’da uyduruk anlaşma zeminleri oluşturuldu. Bu anlaşmalar sonucunda, Cermenlerden Almanya ve Avusturya; ve Turan uluslarından Macaristan ve Bulgaristan (Sılavlaşmış Turan kavimi) ufalanırken, Anadolu Türklerinin kaderi de Osmanlı Devleti’nin cezalandırılması ile ortaya çıkıyordu. Bu cezalandırmanın bir boyutunda İngiltere, Fıransa ve İtalya gibi ülkeler varken, bunların cezalandırma sürecindeki ana üsleri, Osmanlı için San-Remo ve Sevr kasabalarıydı. Anadolu Türklerinin, Osmanlı Devleti bünyesindeki ceza bileti, 10 Ağustos 1920 tarihinde kesilmişti. Anadolu Türklerinin bu olumsuz kader çizgisini, Osmanlı Devleti adına Arnavut Damat Ferit Paşa ile ‘Babam Arnavut’tu, anam Çerkez, bilmeyen varsa öğrensin herkes’ laflarını ulu orta söyleyen ve yine orta yerde kendini filozof sanıp da gezinen, Rıza Tevfik gibilere imza yetkisi verilmişti. Bu imzacılar, bunun mükafatını büyük önder Atatürk’ten yüz ellilik olarak ülkeden sürülerek alacaklardır. O malum güruh, ne yazık ki, emperyalistlerle el ele vererek Türkleri Ankara-Kastamonu hattına sığdırmaya çalışmıştı. Fakat Mustafa Kemal tam zamanında yetişti ve Anadolu Türkleri kurtuldu. Anadolu Türklerinin idam fermanı olan eski Sevr nedir? Eski Sevr, Anadolu Türkleri ile Azerbaycan Türklerinin aralarındaki bağları koparmak ve araya tampon devletler yerleştirip, yeni bir siyasi coğrafya oluşturmaktır. Bunun için Sinop’tan Artvin’e Rum-Pontus Devleti; Sivas’tan Kars’a Ermenistan’a peşkeş çekilen araziler ve Güneydoğuda da Kürdistan oluşturma gayretleri demektir...Evet Eski Sevr, Türklüğün karnına yerleştirilen bir bombaydı. Mustafa Kemal bu bombayı emperyalizmin ellerinde patlattı. Emperyalizmin tetikçi milletleri olan Yunanistan ve Taşnak Ermenistan Devletini de hizaya getirdi. Eski Sevr’i kim ya da kimler meydana getirmişlerdi? Eski Sevr’in organizatörü Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının baş rol oyuncusu İngiltere devletidir. Bu devletin Ortadoğudaki gelişimi, Türklerin bölgeden atılmasıyla orantılı olduğundan, bu tarihsel sıtratejiyi iyi becermişlerdir. İngiltere’nin yanı sıra Fıransa ve İtalya da yardımcı oyuncu olarak rol almışlardır. Yunanistan ve Ermenistan ise figüran rolüne soyunmuşlardır. Amerika ise gizli jön olarak görev almaya çalışmıştır. Eski Sevr’i bilhassa İngiltere niye ortaya koymak istemiştir? Çünkü talep edilen araziler arasında, bilhassa petrol yatakları olan bölgeler vardır. Bu bölgeler, petrol üretiminin en eski ve en dinamik noktalarıydı. Yani Musul-Kerkük ile Baku bölgesi... Bu iki yörenin ortak noktası da, Türklerin arazileri üstünde olmasıdır. Bunlardan Baku petrol bölgesi, Azerbaycan Türklerine aittir. 1917 Ekim ihtilalinden sonra Rusların denetiminden çıkmış, fakat bolşevikler bilhasssa Baku’da hakimiyet kurmaya çalışmıştır. Türk askerinin buraya gelme nedeni, bilhassa Baku bölgesinde korkunç katliamlar yapan Sitepan Şaumyan adlı Ermeni kökenli bir komünistin faaliyetlerini engellemek içindi. Bu cinayetlerden canı yanan Azerbaycan Türkleri, Osmanlı askerlerinden sürekli yardım istiyordu. Nitekim 4 Haziran 1918’de Azerbaycan Hükümeti resmen Osmanlı Devleti’ne askeri müdahale için çağrıda bulunmuştur. İngilizler de, bu bölgede Enver Paşa’nın adamlarından çok rahatsız olmuşlardır, Onun Harbiye Nazırı olarak bulunduğu 1918’in yaz mevsiminde Türk Ordusunun bir kısmını kuzey Irak ve Doğu Anadolu’dan hareket edip, Baku istikametine doğru gitmesi İngiliz ve hatta Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Alman Emperyalizmi için müthiş bir olumsuz hareket idi.
Almanların ünlü Mareşali Hindenburg, General Von Zekt aracılığı ile Osmanlı kuvvetlerinin Kafkasya’ya yerleşmeye çalıştığı bu dönemde; yani 23 Nisan 1918’de bu bölgeden Türk kuvvetlerinin çekilmesini istemiş ve bu bağlamda 23 Mayıs 1918’de bir de ültimatom vermiştir. Evet. Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa, askerleriyle birlikte, bu tarihlerde Gence’ye halkın sevgi gösterileri altında girecektir. Almanlarla bu nasıl bir müttefiklikti? Anlaşılır tarafı var mıydı? Aynı şekilde Sovyet komünistleri de, onlarla aynı yaklaşımdaydı.19 Ağustos 1918 günü Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin, Moskova’daki Alman yetkilisi Hauschild’e şu ihbarda bulunurken: ‘Baku’da Türklerin ilerlemeleriyle normal hayat alt üst oldu. Baku petrollerinin önemine işaret etmek isteriz’ der. Baku’da Ermeni Şaumyan liderliğindeki cinayet şebekesinin önünü kesme çalışması içersindeki Türk askerine karşı, İngilizler de, petrolün Türklerin eline geçmemesi için 4 Ağustos 1918 günü, üç zırhlı araçtan oluşan bir İngiliz yardım kuvvetini Baku’ya gönderiyordu. 14 Eylül 1918 günü Alman Dışişleri Bakanlığı, Türklerin Baku’ya girişlerini durduracaklarına dair Sovyetlere teminat veriyordu. Fakat Türk ordusu, müttefiki olan Almanları dinlemeyecek; 15 Eylül 1918 günü de Baku’ya girecek ve buradaki Sovyet kalıntılarını bertaraf edecek; İngilizler de Baku’dan çekilecektir. O günlerde İngilizler, Tebriz şehrini de 18 Ağustos 1918 de Osmanlılara terk etmek zorunda kalmışlardı. Yani Türkiye Türklerinin Baku’ya girmesini, hiçbir emperyalist devlet istemiyordu. Hatta taban tabana zıt gibi görünen o devletler, Türklerin bölge için adı geçince, önce duruyorlar ve sonra zıtlıklarını unutup el ele veriyorlar, birbirlerinden Türkler aleyhine destekler sağlıyorlardı. Bir tek Azerbaycan Türkleri, Anadolu Türklerinin Baku’ya girişini müthiş bir sevinçle karşıladılar.
Bir de siz bu ortamda İngiliz emperyalistlerinin durumunu düşünün! Türk ordusunun Baku’ya doğru harekete geçmesi, tarihi bir andı. Hep doğudan Batıya gelen Türkler, istikamet değiştirmişler, bu sefer doğuya doğru, yani oradaki diğer Türklerle kavuşmaya doğru gidiyorlardı. Ve onlar Baku’da birleştiler. Göz yaşları içersinde, birbirlerine sarıldılar. Acaba Turan mı doğuyordu? Başta İngilizler olmak üzere, emperyalistler şaşkınlık içersindeydiler. Türkler ise mutluluk ve sevinçten kendilerinden geçmişlerdi. Şunu söylüyorlardı: ‘Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türkün bayrağına... Bu sözler Azerbaycan Türklerinindi. Yazarı da, şair Ahmet Cevat’dı. Oysa bu gün bile, bu marşı sağda solda duyup da, hatta söyleyip de bunun mazisinin nereye dayandığını bilmeyen bir sürü insan vardır. Suç onlarda mı? Yoksa onların sırtına binip, kendilerini onlara yıllarca taşıtanlarda mı? Hatta hatta bir zamanlar bu konuda ‘Esir Türkler’ söylemi adına pirim toplayıp, ikbal peşinde koşanların, birden bire başka başka söylemler ve düzlemler içersine düşmeleri de, bu oyunun başka bir uzantısı mıydı? İşte böyle bir tablodan ve tablonun dayandığı-kusura bakmayın- anlayış diyemiyorum, anlayışsızlıktan, sağlıklı ürün almak mümkün müdür? Bir zamanlar, Türk ordusu Baku’daydı. İngilizler panik halindeydiler. Türklerin birleşmesi, onların gözünü çok korkutmuştu. O zamanlar, bu bölge ve bu bölgedeki Türkler üzerine İngilizler, tarihi üç kağıt politikasına giriştiler. İlk iş olarak Mondros Mütarekesi ile Irak, İran ve Azerbaycan’daki Türk askerlerini devre dışı bıraktılar. O bölgelerde ya kendileri doğrudan ya da kendileri ile ilişkide olan insanları dolaylı yoldan yönetimlere ve görevlere getirerek, bölgenin jeo-politik rotasını çizdiler. Buna göre tampon ya da baraj olan İran’da ise yüzlerce yıldır var olan Türk hanedanı yok edilerek, Fars kökenli Çavuş Rıza diye birisi birdenbire gündeme sokulup, İngiliz yanlısı oluşum sağlandı. Irak’ın kaderi ise uyduruk bir çizgi devleti olarak ortaya çıkarılıp, Şerif Hüseyin’in oğluna verilmiş gibiyse de ipler İngilizlerin ellerindeydi. İngilizler bu üçlüden Azerbaycan’ı komünistlere kaptıracaklardı. Zira Azerbaycan’daki Musavat Hükümetinin denetimindeki devlet, 28 Nisan 1920’de 11. Kızılordunun işgaline uğrayarak devreden çıkacaktır.
Bölgedeki hakimiyetlerinin üç ayağından birisi olan, Baku merkezli Azerbaycan kısmını komünistlere bırakmak zorunda kalarak kaybeden İngilizler; İran ve Irak’a sıkı sıkıya sarılarak onlara hakim olmaya ve buraların petrol kaynaklarını talan etmeye başladılar. BP bölgedeki en önemli petrol şirketiydi. İngiliz talanı, İran’da 1953 yılında Musaddık kayalığına tosladı. Şah kaçtı. Fakat İngilizler anladılar ki, bölgeye artık tek başına hakim olamıyorlar. ABD’yi devreye soktular. Onlarda Musaddık sorununu CİA’ya devrettiler. CİA işi haletti. Şah tekrar döndü. Zavallı Musaddık’ın da dünyası değiştirildi. Artık bu olay, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının dünyadaki kaynakları kontrol etmede ve bunun uğruna kan dökmede, nereye ve ne şekilde birlikte gidebileceklerini de göstermiş oldu. Nihayet 1979 yılında İran yönetimi Hümeyni rejimine geçerken Fıransa ve Almanya mutluluktan uçuyordu. Çünkü Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının İran üzerindeki hakimiyeti, ideolojik görüntünün yansımasında kırılmış gibi görülüyordu. Ya da en azından öyle olacağı düşünülüyordu. Bu nedenle de Fıransa yönetimi özel bir şekilde koruyup kolladığı Hümeyni’yi İran’a bir kahraman gibi yollamıştı. Fakat bir süre sonra İran yönetimini altındaki ilişkilerde Yarbay Nort bağlantısının İsrail’e kadar uzandığı görüldü. İran yönetimi, en büyük şeytan olarak kendi kamuoyunu tatmin etmek için Amerikan yönetimini gösterirken, İngilizlerin hapishanelerinde bulunup da ölen Kuzey İrlanda savaşçılarını kahraman gibi lanse ederken; Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı İran’ın üzerine sanıldığı gibi sert gitmiyordu. En sertleşilen zamanda dahi (Kartır dönemindeki harekat) hemen apar-topar her şeyden vaz geçiliyordu. Bilhassa Amerika’da şahin politikasına soyunan üçüncü sınıf aktör Rigın ile Baba Buş dahi İran’ı hep görmezden geliyorlardı. Neden? Ellerinde çok önemli kozlar vardı. Bunu dahi kullanmıyorlardı. Neydi, bu koz? Güney Azerbaycan’daki Türkler...Neden bu Türklerin milli kimliklerini ateşlemiyorlardı? İran rejiminin bölgede kalmasını niçin istiyorlardı? Çünkü, Türk kimliğinden ve bunun bölgede tekrar dirilip ortaya çıkmasından korkuyorlardı. Bu korkunun bilinç altındaki izi de, Türklerin birleşme zeminine dönük olmasındandı. İran’daki bu gelişmeler yanında İngilizler, Irak’taki hakimiyetlerini de 1958 de Irak kıralına karşı yapılan darbe sonrasında kaybettiler. Eğer Irak petrolü dünya için bu kadar önemliydi ise, neden Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı bu duruma, sıcağı sıcağına o zamanlar da müdahale etmedi? Yoksa bu petrollerin Türklerin eline geçmediğini gördükleri için mi?

YENİ SEVRCİLERİN BAŞARISIZ İLK ADIMI

Günümüzün dünyasına hakim olan Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı, dün İngilizler eliyle Irak'ta belirlediği siyasi çizgiyi, günümüzde ABD eliyle yapmaktadır. Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının 1991 Körfez harekatı sonrasında politikalarına karşı, en büyük direnç noktasını pasif olarak da olsa Türk Silahlı Kuvvetleri yaparken, bunun sonucunda dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay, Baba Buş’un en önemli dostlarından birisi olan Turgut Özal’ın Irak politikasını red ederek istifa etmek zorunda kalıyordu. Özal’ın Torumtay tarafından red edilen, fakat Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı tarafından beğenilen politikası neydi? Bu politika Türk ordusunun Kerkük’e girmesiydi? Görüntü o kadar güzel ve davulun sesi, çanak yalayıcısı, makam ve cüzdan sever kalemşörlerin etkisiyle de o kadar hoş geliyordu ki... Neydi bu güzel görüntü ve hoş gelen ses? Kerkük’e girmek!..Fakat bu görüntü, bizim saf bir balık rolüne sokulup, ayartılmamız için oltanın ucunda sallanan bir yem olarak Kerkük’ün gösterilmesi, başka bir anlatımla tuzağa düşürülmemiz eylemiydi. TSK bunu yutmadı. Neydi bu tuzak, Kürt kartıydı. Özal Türkiye’ye, Kerkük’e girelim mesajı verdirirken, Türk-Kürt federasyonunu da gündeme sokuyordu. Yani demek istiyordu ki, Kerkük’ü almalıyız ve bunun bedeli olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin milli yapısını Türk-Kürt federasyonuna dönüştürme zeminine kaydırmalıyız. Bu istek görüntüde, bize Kerkük petrollerini kazandıracak ve Türk-Kürt federasyonuna yol açacaktı. Bazı saf vatandaşlar, bu yemlemeye kolayca takıldılar. Onlara göre Kerkük petrolüne ulaşıp, o gelir kaynağını kullanacaktık(!) Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı da, bu durum için mutluluktan uçacaktı (!) Fakat o saf kesimden kimse, Özal’ın bu politikasına karşı durup, nereden çıkardın bu Türk-Kürt federasyonunu, bunun ne ilgisi var, Kerkük petrolüyle demiyordu? Nihayet bu çıkmazı gören TSK, bu politikayı, karşı bir politikayla çıkmaza sokuyordu. Özal ise, TSK’nın bu karşı politikasına karşı da, cevap olarak çekiç gücü, daha doğrusu ABD askerini Güneydoğu’ya davet ediyordu. ABD bu politikaya balıklama dalıyordu. Çünkü bölgedeki sıtratejik politikasını sürdürmek ve bitiremediği Irak politikası için güvenlik koridoru oluşturmak zorundaydı. Bu durumu CİA’nın güdümüne sokan ABD, Çekiç Güçle de bölgedeki uzun yıllara dönük sıtratejisini uygulamaya sokmuştu. 1991-2002 arasındaki bazı olayları gözden geçirmekte fayda vardır: Eşref Bitlis olayı, Muaveneti Milliye’nin vurulması, Ebul Fez Elçibey’in görevinden ayrılması zemininin oluşturulması, Doğu ve Güneydoğu’da eylemlerde bulunan PKK’ya Amerikalıların destek vermeleri (Cudi Dağındaki operasyonlarda yaşananlar gibi) Kuzey Irak’taki beş bin kadar Kürt insanın yetiştirilmek üzere bölgeden alınıp Guam’a götürülmesi, bunların yetiştirildikten sonra başta İsrail olmak üzere belirli merkezlerden Kuzey Irak’a gönderilmesi. Kuzey Irak’ta Kürt devleti oluşumu için ABD’nin doğrudan vermiş olduğu destek, yönlendirme ve yardımlar. TSK’nın etkisini doğrudan kırabilmek için kendilerine dönük siyasi kadroların oluşum zeminini hazırlatmak için yaptırdıkları ajitasyon ve sağladıkları destekler. Kasım 2003 sonrası Amerikan modeli tipinde iki partili bir zemini istemeleri ve istetmeleri. TSK’nın dikkatini dağıtmak ve kamuoyunun bilincini sadece AB ve Kıbrıs’a kilitletmek vs... ABD tarafından Kuzey Irak’ta oluşturulan bu güvenlik koridoru nedense, kuzeyde Kürtleri koruma ve kollama merkezli yapılıyordu. Türkmenler ise bu koruma ve kollama merkezinin dışına itilip, yardımlardan da destek alamıyordu. ABD TSK’nın kartına karşı, Kürt Devleti’nin temellerini atmaya çalışıyor ve bunu da TBMM ve hükümetleri eliyle de onaylatıyordu. Hiçbir partinin de gıkı çıkmıyordu. Evet Özal’ın Kerkük’e girme düşüncesi tarihsel nedenlerden dolayı doğruydu. Yanlış olan petrolün yem olarak gösterilmesi ve Türk-Kürt federasyonu siyasetiydi. Fakat ona biçtirilen elbise ve bu elbisedeki politika buydu. Neden? Çünkü bu bir ABD saatli bombasıydı. Oysa, Kerkük Kürtlerin değil, Türkmenlerin bölgesinde ve onların elindeydi. Eğer bir birleşme ya da federasyon olacaksa, bu Kürtlerle değil, Türkmenlerle olmalıydı. Tarihsel, sosyolojik, kültürel, demokratik ve ekonomik nedenlerden dolayı böyle olması lazımdı. Özal ve ABD bize, niye Kerkük Petrolünü yem olarak gösteriyordu? Bu politikanın ve petrolün üzerinde Kürtler varmış gibi, neden olumsuz senaryolar çiziyorlardı? Bu sözde varolan Kürtleri, içinize alırsanız, petrole de sahip olursunuz anlayışındaki, yanlış ve kabul olunmayacak olan bir duaya, neden amin dedirtiliyorlardı? Neden? Elbette anladınız.
YENİ SEVRCİLERİN SON ADIMI
Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının ana sıtratejisinde, dünya hakimiyeti için açığa çıkan Türk ülkelerinin uyuşturulup, geleceklerinin karartılması düşüncesi ve eylemi esastır. Bu durum o ülkelerin çeşitli adlarla, içlerine salınan ajanlar aracılığıyla; sosyo-ekonomik,sosyo-politik ve sosyo-kültürel düzlemlerde yapılmaktadır. Bu alanda çok büyük mesafeler aldıkları tarafımızdan tespit edilmiştir. Sadece Azerbaycan’daki yaptıkları oyunlar, Baku-Ceyhan masalları da, buna en somut örnektir. Onlar yaklaşık on bir yıldır, Türkleri kandırmaktadırlar. Halbuki Karadeniz gibi bir denizin altından dahi, boruların döşendiği bir ortamda, Baku’dan Ceyhan’a borular, neden döşenemiyor? Bu döşenememe de, Amerikan kartellerinin yeri ve konumları nedir? Neden bir babayiğit çıkıp da, bu olumsuz durumları açık ve seçik anlatmıyor ya da anlatamıyor. Amerikan hükümetinin bu hattı desteklediğinin palavrası niçin kamuoyuna pompalanıyor? Amaç ve hedef nedir? Amerikan devleti, kartellerinin sesini kısamıyor mu? Yoksa Amerika’yı karteller mi yönetiyor? Tabii ki öyle...Aslında kaynağın başında ve sonunda Türk insanın olması istenmiyor. Dava petrol davası değil. Dava petrolün üstünde oturan Türklerin, kullanım da her zaman olduğu gibi, devre dışı bırakılması davasıdır. Aynı yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde olduğu, Anglo-Saksonların Irak, İran ve Azerbaycan coğrafyasında yaptıkları gibi...Bu görevi şimdi, ittifak halindeki lobileri ile yapıyorlar. Evet olay basit ama gerçek. Düşüncenin temel noktası, Türklerin petrol üzerindeki tasarruf ve kullanım hakları olmamalı. Politika bu ve onların yaptığı her şey bu düzlem üzerine kurulu. Bizler önce bunu görmeliyiz ve sonra da her alanda, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakıyla mücadele etmeliyiz;edenlerde destek vermeliyiz. Neden? Karşımızdaki malum ve zalim ittifak, çözülsün ve çöksün diye...Dünya üzerindeki sömürgen siyasetleri bitsin diye, anlayana...İşine ve dişine gelmeyene söz yok. Bu gün bu ittifakın, Azerbaycan’nın petrolleri üzerindeki etkisi ve yetkisi nedir? İlham Efendi bunları iyi bilir...Yoksul Azerbaycan Türkleri de sürünmenin tadını öyle bir aldılar ki, neredeyse Sovyetleri arar hale geldiler. Arayanlara kinle bakma, aratanlara bak! Al işte Afganistan hikayesi, Ladin ve diğerleri nerede? Yoksa hedef Türkistan’daki kaynakların kontrolü müydü?
Eski Sevr, doğuda Rum-Pontus, Ermeni ve Kürt devletlerinin oluşumunun sağlanması şeklindeydi. Bu oluşumun ana gayesindeki hedef, Türkiye ile Azerbaycan Türkleri arasında, tampon devletler olma adınaydı. Yeni Sevr’in ana düşüncesi de bu doğrultudadır. Fakat bu yeni devletlerin yapısı da, şu şekilde uzun vadede pilanlanmıştır. Kuzeyden güneye doğru: Gürcistan, Ermenistan ve Kürdistan... Hatta arada pürüz olabilecek her türlü çıkıntılar da ortadan kaldırılmaya çalışılacaktır. Bu konuda bir örnek de Sabah Gazetesinin 16 Kasım 2002 tarihli haberinde yatmaktadır: ’Ahıska Türkleri ABD Yolunda...’ Yani ileride gündeme gelebilecek ve Türklere bir derinlik sağlayabilecek imkan da ortadan kaldırılmak isteniyordu. Günümüzde iki Türk kütlesi arasında, üç ayrı tampon ve baraj devlet oluşturulmaya çalışılacaktır. Ancak o aşamadan sonra İran’ın parça parça edilebilme düşüncesi gündeme sokulabilir. Çünkü Türk dünyasına bu bölgede tampon olan yeni devletler belirlenmesi somutlandığı anda, sonrasındaki teşekküller, İran’ın tampon ve baraj olma durumunu bitirebilir. Yoksa şu ortamda mümkün değildir parçalanması. Çünkü ne Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı, ne de AB İran’ın parçalanmasına şu aşamada razı değillerdir. Yine, Yeni Sevr’in alt yapısı adına, o amaçla Ermenistan, Azerbaycan istikametinde büyütüldü ve de kimsenin sesi çıkmıyor.

YENİ SEVR’İN TEMEL NEDENİ

Yeni Sevr’in ana nedeni Türk dünyasının yeni açılımını durdurmak, daha doğrusu yerinde boğmaktır. Bu nedenle Azerbaycan Devleti’nin arazilerinin beşte birinin Ermenistan tarafından işgali karşısında sözde demokrasiden bahseden malum ülkeler, gerçekte gıklarını bile çıkarmadılar; halen de çıkarmıyorlar. Rusya’dan Amerika’ya. İngiltere’den Fıransa’ya tüm akbabalar gözlerini açtılar ve ellerini ovdular. Azerbaycan ve Türkiye Türklerinin tamponu ve barajı olan Müslüman İran’da var gücüyle Hıristiyan Ermenistan’a destek sağlayıp, koltuk çıkmadı mı? Fakat onlar kendi varlıkları adına, sömürgeci yapıları adına, gelecekteki kalıcılıkları adına belki de haklıydılar. Ya o yıllarda Özallı-Demirelli Türkiye, Ermenistan’ı durdurmak adına ne yaptı? Koskoca bir hiç! Gözümüzün önünde Türkler katliama uğradı. Onlar ise laf ebeliğinde boş sözcüklere sürekli doğum yaptırdılar. Hatta malum vizyoncu ve misyoncu Özal’ın, Azerbaycan Türkleri’ni din adına, Şia yaftasına sokarak dışlaması, Türk dünyasının geleceği adına, ne kadar talihsiz ve hazin bir tabloydu?! Gün gelecek bu sözleri sarfedenlerin, yoğun ajitasyonlara rağmen, ne tür bir insan olduklarını, Türk milleti öğrenecek! Zaten onları gerçekten öğrendiği zaman, tüm enternasyonalist ve küreselciler dahil olmak üzere, bu tipler, bunların savunucuları ve yakınları, ihanetlerinin bedellerinin gereği olarak, bu ülkeden utançlarından kaçmak için, birbirleriyle yarışacaklardır. Ya Türkiye’de milliyetçi geçinenler, ne yaptılar ve ne yapıyorlar? Konuyla ilgili olarak, hangi çözümleri ürettiler ve üretiyorlar? Bilen ya da duyan varsa, buraya gelsin. Onların sıtrateji üretim merkezleri, her halde kış uykusuna mı yatmıştı ya da başka bir dünyada mıydı? Dost acı söyler, ister kabul edilsin, isterse edilmesin; fakat gerçek olan Azerbaycan Türklerinin topraklarının beşte biri, yaklaşık on yıldır işgal altındadır. Kimsenin de kılı kıpırdamıyor. Bu durum, hangi insanlığa, hangi demokrasiye ya da neye sığdırılabilir? Bilmeyenlerin ve ilgilenmeyenlerin dikkatine! Önümüzde, birleşememiş ve ortak bir devlet şuuruna ulaşamamış, fakat potansiyel vaad eden otuz beş milyonluk bir topluluk var. Evet arkadaşlar! Belki bu durumu bizim ülkemizde, bize göstermiyorlar, anlatmıyorlar. Fakat Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının sıtratejistleri, Sovyetler Birliği, dağıldı dağılalı, bu kırılan fay hattını, kendi çıkarları adına bir yerlere oturtmak için, müthiş çabalar içersine girdiler. Bu kırılan fay hattı, Azerbaycan Türkleri ile ilgiliydi. Bu kırılmadan Baku merkezli Azerbaycan doğdu. Tebriz merkezli Güney Azerbaycan ve Kerkük merkezli Türkmenler, bu oluşumun uzun vadedeki çekim alanlarını oluşturmaktadırlar. Batılı sıtratejistler tüm bunları ve bunlardaki potansiyelleri görmekte ve gördükleri birikimlerin bütünleşmelerini önlemek için senaryolar oluşturmakta ve oluşturulan bu senaryoların hayata kendi çıkarları doğrultusunda geçirilmesine çalışmaktadırlar. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin doğusunda otuz beş milyonluk öz be öz Türk olan ve birleşmeyi bekleyen bir potansiyel var. Rahmetli Elçibey bu durumun Güney Azerbaycan boyutunu sürekli ölene kadar “Vahit Azerbaycan” sözleriyle tekrar edip durdu. Bunun bedeli olarak ne kazandı? Malum ve zalim ittifakın Türkiye boyutu dahilinde olmak üzere, yönetimden alaşağı edilmesine yol açıldı. Otuz beş milyonluk potansiyelin belki çok büyük çoğunluğu yılların uyutma ve uyuşturma taktiği sonucu, bunun farkında bile değil. Aynı şekilde böyle bir potansiyelin olduğunu, yetmiş milyonluk Türkiye’nin de pek çok insanı da bilmemektedir. Fakat batılılar bu durumu çok iyi biliyor ve bildikleri için de, yirminci yüzyılın başında Sevr’de koydukları, fakat Mustafa Kemal Paşa’nın faaliyetleri sonucunda engellenen politikalarını, günümüzde tekrar geçmişin bir rövanşını almak ve Türkleri tekrar bertaraf etmek mahiyetinde ortaya koymaktadırlar. Bunlara en büyük desteği gayri-milliliği esas alıp, ulus-devlet anlayışını reddeden guruplar vermektedir. Gelelim yetmiş milyonluk Türkiye’nin yanındaki otuz beş milyonluk, Baku-Tebriz ve Kerkük merkezli enerji kaynaklarına sahip olan coğrafyaya ve bu coğrafyadaki insanların ortak noktalarına... Bugün bu insanlar Azeri ve Türkmen diye ayrılmaktadırlar. Bu ayrılmada Osmanlı-Safevi Türklerinin, Sünni ve Şii yaklaşımlarının izleri çok fazladır. Bir ara Baku’dan Tebriz’e kadar tüm coğrafyaya hakim olan Osmanlı Devleti, bu toprakları süreç içersinde tamamen Safevi Türklerine bırakmış ve sınır Kasrı Şirin anlaşmasıyla kesinleşerek, günümüze kadar da gelmiştir. Selçuklu, Akkoyunlu gibi devletlerde, köklerini gördüğümüz bu bölge Türklerinin, kesin kes ayrışması, işte bu malum Osmanlı-Safevi hanedan ve din mücadelesi yüzündendir. Maalesef milli kimlik, dini kimliğin gölgesinde kalmış, Irak’ta bulunanlar Osmanlı nüfuzunun etkisiyle Sünni, Baku-Tebriz istikametinde kalanlar Safevi etkisiyle çoğunlukla Şii ağırlıklı dini anlayışı benimsemişlerdir. Çok sonraları bir millete takılan Azeri ismi de uydurmadır. Bu uydurma isim tutturulmaya çalışılmış, bazı çıkarcı beyinlerin de işine gelmiştir. Oysa bu bir coğrafyanın ismidir. Milletin değil. Biz kısaca Azerbaycan Türkleri diyoruz. Türk merkezli bakacak olanlar için de, doğrusu da budur. Gelelim Kuzey ve Güney Azerbaycanlıların Irak’taki Türkmenlerle bağlantılarına. Bu bağlantı, mezhep boyutunda (Sünni-Şii), yazı dilinde (Arap-Kiril-Latin harfler) ve yaklaşık beş yüz yıllık tarih sürecinde ayrı düşmelerine yol açmıştır. Fakat bunların yanı-sıra, büyük şairimiz Fuzuli’nin dilinde ve onun isminin şehirlere (Ermeni işgalinde) verilmesi ve heykellerinin dikilmesi anlayışında bir ortak algılama, anlama ve anlaşılma olayı vardır. Yine halen iki tarafın insanlarının konuşma dilinde, pek çok ortak yönlü bir yaklaşım ve anlayışın izleri bulunmaktadır. İşte bu ortak nokta ve de o Türklerin topraklarında olup da emperyalistlerin çeşitli ayak oyunları yüzünden o bölgelerdeki Türklerin bir türlü hakim olamadıkları petrol ve Türkiye’nin büyük potansiyeli, dünyaya sahip olan güç odaklarını rahatsız etmektedir. Bundan dolayı, boynuz kulağı geçmeden, bu hayin odaklar o boynuzu Saddam bahanesiyle kırmaya çalışmakta ve de araya bir kara çalı gibi, Gürcistan ve Ermenistan’dan sonra Kürdistan’ı yerleştirmeye ve de İran’ın şu an için bütünlüğünü korumaya çalışmaktalar. Fakat Türkiye’nin hedefini ise, kasıtlı olarak sadece AB ve Kıbrıs’a kilitlemektedirler. Gelecek ay bu bölgeyle ilgili çözüm önerilerimiz yer alacaktır. Önceki sayıda Kerküklü Dr.Nefi Demirci’nin bölgesi ile Gavurbağı ismi yanlış aktarılmıştır. Düzeltmeyi bir borç biliriz.


ufuk@ufukotesi.com

Bu yazı toplam defa okunmuştur.

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.

UFUK ÖTESİ.COM

BU YAZIYI TAVSİYE EDİN

Adınız  Soyadınız

E-posta adresiniz
Arkadaşınızın e-posta adresi

 

Yazdır  - Sayfanın Başına Dön 

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002