Hepimizin malumudur ki, “minareyi çalan kılıfını da uydururmuş”. Atalarımız bu sözleri boşu boşuna söylememiş... Hatırlarsınız on bir sene önce karabatakların petrole bulaşmış bir şekildeki görüntülerini...
Bu görüntüleri bütün dünya televizyonlarına yayan ABD’nin CİA yönlendirmeli ajans ve kanalları, insanları ne kadar kolay bir şekilde etkilemişlerdi. Evet o zavallı kuşlar petrol içersinde ölüm-kalım mücadelesi ederken, bizler olayın geçtiği yerin Basra körfezi olduğunu düşünürken ya da düşündürülürken belki de “Atı alan Üsküdar’ı geçiyordu.” Aslında o kuşların o acıklı durumları, yine o malum çevrelerin kendi talan ekonomilerinin sonucunda, başka denizlerde batan ya da denize petrol akıtmış/sızdırmış olan gemilerin ürünüydü. Allahım! Ne korkunç bir şey? Atılan her adımı,olumsuz dahi olsa kendi lehlerine çeviren bir zihniyetin ne biçim tuzakları ile karşı karşıyayız?
Evet kuşlar Basra’da değil ama, başka denizlerde emperyalistlerin arsızlıklarının sonucunda telef olurken ve bunun üstüne aşağılık senaryo üretenler, Bağdat’ta bombalar altında can veren masum insanların çığlıklarının sesini hiçbir yere, hiçbir şekilde acıklı ve duyarlı bir şekilde duyurmuyorlardı. Neden? Artık gözümüzü açalım! Başka denizlerdeki kuşlar üstüne böyle senaryolar üretenler, Güneydoğuda bilmem ne kadar uranyum ele geçirilmiş ya da yakalanmış edebiyatıyla yeni yeni gündem maddesi oluşturup, taraftarlar bulmaya çalışmıyorlar mı dersiniz? Dikkat buyurun, bazı şeyleri tezgaha koymanın da tam sırası değil mi? Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri bu konuda kendi ülkelerinin varlığı ve dirliği için bu tip konuları ıcığına-cıcığına kadar inceleyip gündeme sokmalılar. Yoksa yerli filmlerdeki esas oğlanın cebine veya aracına eroyin saklayıp polise ihbar eden kötü adamın varlığını hissedemeyip, esas kızı da onun kucağına düşmüş/düşürülmüş bir şekilde ve son tahlilde de “Vesikalı Yarim” damgasını yemiş olarak hatırlamakta büyük fayda var diye düşünüyoruz.
ANGLO-SAKSON- YAHUDİ SERMAYESİNİN IRAK’A TARİHSEL YAKLAŞIMI
Sayın okuyucular bizi bu gazetede yedi aydır takip ettiyseniz eğer, şu düşünceye genel olarak ulaştığınızı sanıyorum. Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının dünyaya tam anlamıyla küreselleşme edebiyatı altında hakim olmaya çalıştığını, buna karşılık başta AB olmak üzere belirli güç merkezlerinin de bu yarışın mücadele boyutunda yer almaya gayret ettiklerini, ısrarla izah etmeye çalıştığımızı artık ezberlediniz...Yine aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti’nin elli altı yıl önce Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının kumpasına sokulduğunu ve bunun sancılarını Türk milletinin zaman zaman yoğun olarak yaşadığını, yalancı kurtarıcılarla da açılan yaralara pansuman yapıldığını ve Türk dünyasının diğer devletlerinin de bu sürece sokulmaya çalışıldığını, sürekli vurgulama gayreti içinde olduğumuzu, gördüğünüzü sanıyorum.
Anglo-Saksonların İngiliz kanadı tarihin sömürü girdabında, Ortadoğu’ya çok erken dönemde girmiştir. Bu girmenin örneklerini personel ismiyle birlikte şöyle verebiliriz: Kahire 1638 Santo Seghezzio, Selanik 1715 Richard Kemble, Basra 1728 Martin French, Bağdat 1798 Harford Jones, Halep 1799 John Barker, İskenderiye 1810 Peter Lee, Beyrut 1820 Peter Abbott, Şam 1830 John William Perry Farren, Tebriz 1837 Edward Walter, Kudüs 1838 William Tanner Young, Tırablus 1852 George Frederick Herman.
İngilizler Ortadoğu’ya temsilci mahiyetinde bu şekilde girerken, işgal ve bölgeye yerleşme anlamında da Cebelitarık 1704, Malta adası 1814, Sukutra adası 1834, Aden 1835, Kıbrıs adası 1878, Mısır 1882, Arap Yarımadası, Filistin, Ürdün, Irak 1918 de elde edilmiştir.
İngilizler, Musul petrolünün talan edilmesinde,dünya kamuoyunda Bay yüzde beş olarak tanınan Kaluts Serkis Gülbenkyan’ı kullanmışlardır. 1914’lerdeki bu kullanılma da ne yazık ki İttihat ve Terakki Partisi’nin liberal kanadında yer alan Tanin gazetesi sahibi Hüseyin Cahit Yalçın ile dönemin Maliye Bakanı Sabataycı Cavit’inde önemli pozisyonları olmuştur.
Savaş sonrasında İngilizler Irak’ta kendilerine dönük bir devlet oluşturdular. Amaçları: “Irak’ın petrolü ve Hindistan yolunu emniyet altına almak için her şeyi göze almaktı. Burada uydu bir hükümet kurma yoluna gidilmiş ve 1920’de Fıransızlar tarafından kovulan Mekke Şerifi Hüseyin oğlu Faysal’ı Irak’a davet ettirip 23 Ağustos 1921 de uyduruk bir referandumla Kıral tayin edildi.” Bu devlet 1932’de yarı-açık sömürgeden kapalı sömürge sistemine soktular. 1958 yılında sol bir darbeyle Irak Kırallığı ortadan kaldırılır. Bu süreç sonrasında Irak SSCB yıkılana kadar onun çizgisine yakın bir politika takip eder.Maceracı Irak diktatörü Saddam Hüseyin 1980 yılında Hümeyni İran’ına saldırır. 1990’na kadar süren Irak-İran savaşı bittiğinde Saddam, politik olarak itibarını büyük ölçüde kaybetmişti. Bu durumu düzeltmek için Kuveyt’e saldıran Saddam’ın amacı kendi halkı üzerindeki itibarını arttırmak,on yıllık savaşın maliyet faturasını bir ölçüde Kuveyt’in üzerine yıkmak ve Arap dünyasında liderliğe oynamaktı. Yani iki kutuplu dünyadan Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı yanlılarının kendisine cephe alacağını, dünyanın diğer bir tarafının da kendisine destek olacağını düşünüyordu. Fakat işler düşündüğü gibi olmadı ve dünyada yalnız bırakıldı.
Bu yalnız bırakılma sonucunda Irak önemli ölçüde zarar gördü. ABD yönetimi tarafından üzerinde uygulan baskı sonucunda Irak kuzey, orta ve güney olmak üzere üç parçaya bölündü. Kuzey ve güneydeki ilgili bölgeler Anglo-Sakson uçaklarının yoğun denetimine sokuldu.
ABD’NİN HEDEFİ NEDEN IRAK?
Yirminci yüzyılın siyasi tarihindeki önemli mihenk taşlarından birisi de Sovyet sisteminin dağılması ile meydana gelmiştir. Bu yeni oluşum yüzünden yeni pazarlar ve talan edilecek alanlar ortaya çıkmıştır. Bunların başında yeni Türk ülkelerinin ellerindeki kaynaklar çok önemli unsurlar olarak belirmiştir. Bu yeni değerleri ele geçirip yönlendirmek için uluslararası sermayenin yoğun ve şiddetli bir mücadelesi gündeme gelmiştir. Bu yoğun mücadelenin ana şekli Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı ile AB bünyesindeki Cermen ve Latin gurubunun mücadelesi şeklinde belirmiştir. Türkler tepişen koçların arasında ezilen bir çocuk durumuna sokulmuşlardır. Bu koçlardan yaşlı ve güçlüsü olan Anglo-Sakson-Yahudi ittifak kanadı, AB kanadıyla mücadele ederken, Türkler üzerine de Irak ve Afganistan üzerinden silahlı açılımlar yapıp, Türklüğün sosyo-ekonomik geleceğinin önünü tarihsel anlamda kesmek uğruna müthiş taktik ve yöntemler uygulamışlar ve halende bu yolda kararlı bir şekilde gitmektedirler.
ABD açılan pazarlar uğruna AB ile tepişirken, 1991 deki Saddam’ın Kuveyt’i işgal etme eylemini kendi menfaatleri için dünya kamuoyunu da allayıp-pullayıp yeni bir sürece sokmuştur. Bu yeni süreç saldırı üstüne oturtulmuş ve o dönemin Türkiye’sinde baba Buş’tan daha Buş’çu olan Turgut Özal’ın ABD patentli Türk-Kürt federasyonu üzerindeki düşünceleri; Türkiye gündeminde yağdanlıkçı basın sayesinde gündeme sokulmuş, tüm zamanların Ortadoğu ve Balkanlardaki en hızlı vizyon ve misyon sahibinin (!) yanlış vizyon ve misyonlarının, üçün biri edebiyatı çerçevesinde, birin üçüne dahi denk düşmemesi ve Türk Silahlı Kuvvetleri kayasına çarpması neticesinde tuzla buz olmuştur.
Fakat Özal daha sonraki döneme sarkacak olan bir hareketin öncüsü de olmuştur. Buna göre Amerikalılar bölgeye davet edilmiş ve 36. Paralelden itibaren bir güvenlik bölgesi oluşturulmuş. Bu bölgede Kürtler istediği gibi at oynatmaya başlamışlardır. Bu sürecin uzantısı günümüzde “Kürt Devleti” çığlıklarına dönüşmüştür. Özal’ın bu konudaki tarihsel sorumluluğunu Dışişleri Bakanlığının eski büyükelçilerinden Şükrü Elekdağ şöyle yorumlamıştır:
“Ne var ki, bu tehdidi Körfez savaşı sonrasında zamanın Türk Hükümeti kendi elleriyle yarattı. Bu ağır ve affedilmez hatanın baş sorumlusu Cumhurbaşkanı Turgut Özal... Özal’ın basiretsizliği, askere danışma lüzumunu görmeden, Kürtleri Saddam’ın saldırısından korumak için Çekiç Güç adlı kuvvetin Türkiye’ye gelmesini ve Irak’ta 36. Paralelin kuzeyinde bir ‘Güvenlik Bölgesi’nin kurulmasını Başkan Buş’a önermesi oldu”
Türk-Kürt federasyonunun olmazlığını gören CİA yönlendirmeli ABD yönetimi, Irak üzerindeki teori ve yaklaşımlarını kısa vadede dondurup askıya almışlardır. Fakat Özal’ın Çekiç Güç talebini iler ki dönemlerdeki açılımları adına esas nokta olarak tespit etmişlerdir. Bu uygulamaya geçmişler ve 1991’den itibaren TBMM’nde her altı ay da bir Çekiç gücün konuşlanma olayını süreç içersinde ANAP, SHP,CHP,DYP, RP, DSP ve MHP onaylamışlardır.
Bundan sonra Irak üzerindeki politikalarının en büyük engelcisi olan TSK üzerinde müthiş bir baskı yapmaya başlamışlardır. Bu aşamadan sonra Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis bazılarına göre kaza, bazılarına göre ABD ajanlarının eylemi sonucunda hayatını kaybetmiştir. Aslında Eşref Bitlis’in ölümü eylemci Kürtler adına da Türkiye Cumhuriyeti’ne hizmet ederek Kürtçülüğün önünü tıkayan anlayış açısından yok olması sevinç yaratmıştı. Çünkü Türkler, “biz Kürtleri hiçbir zaman azınlık görmedik, kendimizden ayırmadık ve onları içersinden yetişen pek çok kişiyi de en üst kademelere kadar çıkardık” diyorlardı. İsmet İnönü,Turgut Özal, Hikmet Çetin, Kamuran İnan, Halis Toprak, Ağa Ceylan, İbrahim Tatlıses, Mahsun Kırmızıgül vb. bu durumun somut örnekleriydi. Orduda da bu durum söz konusuydu Bitlis’te bu örneklerden birisiydi. O zaman sözde Kürt milli mücadelesini tıkayan Kürt kökenli insanlarda ne olursa olsun temizlenmeliydi. İşte bu nedenle Kürtçüler sevinçliydi.
ABD boş durmuyordu. Adalar denizinde Muaveneti Milliye gemisi vuruluyordu. Üstelik komuta merkezinden. Bu vurulma olayı tek bir kişinin silah sistemlerini harekete geçirmesi ile mümkün olabiliyor muydu? Yoksa bu vurulma TSK’ne kapalı bir gözdağı verme olayı mıydı?
Azerbaycan Devlet Başkanı Ebul Fez Elçibey’i devirmek için Suret Hüseyinov denilen satılmış bir ajan kullanılmış ve o fırsattan istifade dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ilgi ve bilgisi dahilinde Haydar Aliyev yönetime taşınıyordu.
Cudi dağında 1994’lerde PKK direnişini Amerikalılar bilhassa lojistik anlamında sağlıyorlardı. Bunu dönemin Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş ve Jandarma Asayiş bölge komutanı Necati Özgen Ekim 2002 de Ceviz Kabuğu adlı yapımda açıklarken o dönemlerde o bölgede olan pek çok subay durumu elbette yaşayarak görmüşlerdi. Türkiye’nin ilgi ve bilgisinin dağıtılması da Abdullah Öcalan’ın teslim edilmesi ile sağlanıyordu. Burada AB’nin önüne geçen ABD Türk kamuoyundan puan alırken Kuzey Irak’taki ABD patentli Kürt oluşumunu göremiyordu.
Aynı şekilde Irak’ın tekrar gündeme sokulmasını tüm dünyadan isteyen ABD Türkiye özelinde, TSK üzerinde politik manevra adına, kendi desteklediği malum iki partili sistemi, holdingci basının yoğunlaştırılmış etkisiyle sabah-akşam kamuoyuna sunduruyordu. Zira icazet verilmişti.
ANGLO-SAKSON-YAHUDİ SERMAYESİ AJANI BİR KÜRT
Size, yaşadığım bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim. O zaman Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının Kuzey Irak boyutundaki gelişmelerini daha somut olarak değerlendirebilirsiniz. Yıl 2000’di. Telaviv’den THY’nın Ankara-İstanbul seferini yapan uçağına binmiştik. Uçağın orta sıralarındaki koltuğa oturmuş bir şekilde arkadaşım M. ile sohbet ederken, arkadaşımın yan tarafında bulunan fizyolojik olarak Kürt tipli birisinin bir şey sorduğunu gördüm. O şahıs arkadaşıma Kuzey Irak’taki Duhak kasabasına İstanbul’dan nasıl gidebileceğini soruyordu.
Talebi karşısında şaşırmıştık...Bizimle Telaviv’den uçağa binmesi pasaportu hususunda bizi düşündürdü. Arkadaşımla birbirimize baktık ve kendisinin hangi ülkenin pasaportuna sahip olduğunu öğrenmek istedik. O da İsrail pasaportuna sahip olduğunu belirtti. Bu pasaportla Irak’a girmesi halinde Irak yönetiminin kendisini ele geçirmesi halinde sorun yaşayacağını belirttiğimizde, bu konuda Kuzey Irak’ta rahat olabileceğini beyan etti. Bunun üzerine Yahudi olup olmadığını sorduk. Kürt olduğunu söyledi. O zaman Kuzey Irak’taki ilgisinin ne olduğunu öğrenmek istedik? Orada kardeşlerinin ve akrabalarının olduğunu söyledi. Peki kendisinde neden İsrail pasaportu olduğunu söylediğimizde 1996’da bu bölgeden ABD tarafından çıkarılan beş bin kişiden biri olduğunu ve Guam adasına götürüldüklerini söyledi. Yani bu adam CİA’nın ajanlarından birisiydi. Demek ki Amerikalılar bu ajanlarını Kuzey Irak’a göndermeye başlamışlardı. Bu işin de önemli üs noktası İsrail idi. Arkadaşımla yaşadığımız bu olay, Kuzey Irak’taki Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının somut bir örneği idi.
TARİHTE TETİKÇİ HALKLAR VE MİLLETLER
Tetikçilik sadece, mafya bozuntusu üç-beş serserinin veya kan davası uğuruna beyni yıkanmış olan bir gencin ya da ideolojinin kör gözlüğünü takıp belirli yerlere saldıran bir militanın işi değildir. Tetikçilik bir ölçüde de mekana ve zamana göre belirli milletlerin çıkarları doğrultusunda yönlendirilen toplulukların, halkların ve hatta milletlerin dahi yaptığı bir faaliyet olarak tarihteki yerini almıştır. Türkler tarihleri boyunca yerleştikleri yerlerde tetikçi topluluklarla yüz yüze kalmışlardır. Anadolu’daki Türklere karşı, genelde Yunanlılar ya da Ermeniler çoğunlukla bu vazifeyi yerine getirmişler; zaman zaman da Araplar ve Kürtler de bu iş için emperyalizmin ateşini körüklemekle görevlendirilmişlerdir. Bu görevlendirme de görev alanların başındakilere ikbal sözleri verilmiş ya da devlet kurmaları hususunda kamuoyları aldatılmıştır.
Anglo-Saksonlar tarihleri boyunca Türklere karşı kara cephesinde sürekli tetikçi halklar ya da milletleri kullanmışlardır. Çanakkale Savaşları buna en iyi örnektir. Şair Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi: “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” dizeleri buna en somut delildir. Yine Çanakkale cephesi çerçevesinde Anzaklar da iyi bir örnektir. Sina cephesinde de Albay Lavrens yönlendirmesindeki Arapların tetikçilikleri pek meşhurdur. Anadolu’nun işgalinin taşeronluğu batı tarafından Yunanlılara, doğu tarafından Ermenilere verilmiştir. Fakat bu iki toplulukta Milli Kurtuluş Savaşımız sırasında Türk milletinden çok iyi dersler almışlardır. Ayrıca bu savaş sırasında Çerkez ve Kürt gurupları da aynı paralelde kullanılmaya çalışılmıştır.
Anglo-Saksonların teknolojik yeteneklerine rağmen, mazlum milletler karşısındaki savaşlarda tek başlarına başarı sağlayamadıkları en son Vietnam örneğinde de kanıtlanmıştır. Amerikalıların her türlü silahlarını denemelerine yüz binlerce insan öldürmelerine karşın bu cepheden de çekilmek zorunda kaldıkları bilinen bir gerçektir.
Amerikalılar, İngilizler pek çok savaşta hep yan yana olmaya özen göstermişlerdir. Çıkarları da bunu gerektirmektedir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Kore savaşı, Arjantin’e karşı Falkland Savaşı, Irak’a karşı 1991 savaşı ve Afganistan’a karşı yapılan son harekat bunun en iyi kanıtlarıdır. Ayrıca Irak!a karşı günümüzde kol kola hareket etmeleri de somut bir faaliyettir. Fakat tüm faaliyetlerde teknoloji kullanıldığı gibi başka başka destekler de talep etmeye gayret etmişlerdir. Bu gayret bazen BM kararları (kendi lehlerine olursa uygularlar; olmazsa eğer yine bildiğini okurlar ve Nato desteği...)
Anglo-Saksonların askerleri, varlık içinde yaşadıkları için can verme tabiyatına da sahip değillerdir. Bu askerler, bu nedenle mazlum milletlerin karşısında başarı sağlayamıyorlar. Belki bire on ya da bire yirmi insan öldürüyorlar fakat kaybettikleri bir kişi dahi olsa, o kişinin ailesinin ve toplumun cenazeleri görünce, ölmemesi gerektiği fikrini savunması yüzünden de savaşta rahat olamıyorlar. Oysa bizim insanımız, çocuğunu kaybettiğinde bir diğeri daha var, vatan uğruna feda olsun diyebilmektedir. Gerçi bu düşüncede medya ve Abdullah Öcalan vakası yüzünden git gide yıpratılmaktadır. Çünkü bu ülkenin tasasını çekenler, nedense masasında keyif yapamıyorlar. Bu ülkeyi masalarda yiyip bitirenler, ne yazık ki şerefsizlik zeminini bir bayrak gibi kamuoyu önünde ve vicdanında açık ve seçik olarak yükseltebiliyorlar
Evet Angıo-Saksonların askeri teknolojisi olsa da savaşamaz. Son tahlilde netice olarak piyadecilik yapmak zorundadır. Kara savaşında piyadecilikte ölüme en yakın andır. Bilhassa Amerikalıların canı tatlıdır. Sırt çantalarındaki, evlerindeki ve geleceklerindeki birikimlerini kaybedeceklerini düşündükleri anda, savaşma tempoları azalmaktadır. Marks ne demiş: “Dünyanın bütün işçileri, birleşiniz! Zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz bir şey yoktur.” Oysa Amerikalı askerlerin kaybedecekleri zincirleri yoktur ama, kaybedecekleri bir gelecekleri vardır. O yüzden sağlıklı bir şekilde savaşamazlar. Bu savaşmayı da yapmadıklarından Afganistan'da Kuzey ittifakının piyadeci gücüne sığındılar. Irak’ta da çapulcu Barzani’ni ile palavracı Talabani’nin güçlerine sığınıyorlar. Hem Irak’ın bölünmesi için hem de Türkiye’nin önünü kesmek için...Diyoruz ki, Saddam sadece çocukluk döneminin basit bir diş ağrısı, gerisi bahane...
IRAK’TA TÜRKLER VE TÜRKİYE
Irak bölgesine Türkler Emevi döneminden itibaren yavaş yavaş gelmeye başlamışlar, bu süreç Abbasi Büyük Selçuklu, Musul Atabeyleri, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safevi ve Osmanlılar şeklinde tarihsel bir sıra izlemiştir. Osmanlılar ilk defa Kanuni Sultan Süleyman döneminde bölgeyi ele geçirmişlerdir. Bu bölge Osmanlı-Safevi mücadelesine yol açmış 1638 yılında Sultan IV. Murat döneminde bölge bu kez tamamen Osmanlı yönetiminin eline tekrar geçmiş, bu süreç 3 Kasım 1918’e kadar sürmüştür
Mondros mütarekesinden sonra bölgeye tamamen İngilizler hakim olmuşlar, bu hakimiyeti pekiştirmek için kendilerine hizmet eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğluna bölgede bir devlet kurdurmuşlar. Bu devlet 3 Ekim 1932 yılına kadar yarı-açık sömürüdeyken, bu tarihten sonra kapalı sömürge şekline geçirmişlerdir. Bu durum 14 Temmuz 1958 yılına kadar böyle sürmüş bu tarihte sol eğilime mensup askerlerin darbesiyle yönetim değişmiş ve o yönetimin izleri günümüze dek gelmiştir. Saddam Hüseyin bu anlayışın bir diktatör numunesidir.
İngilizlerin Irak diye kukla bir çizgi devleti çıkarmalarına rağmen Türkiye ile bu devletin kuzeyindeki Musul bölgesi yüzünden sorunlar yaşanmıştır. Türkiye Lozan’da Irak sınırı dışındaki tüm sınırları kabul etmiş Irak sınırını İngilizlerle görüşmelere bırakmıştır. Bu konun gelişiminin öncesini Atatürk’ün ağzından dinleyelim: “ Mütareke imzalandığı gün ordularımız benim çizdiğim sınırlar üstünde idi. Bu sınır İskenderun Körfezi güneyinden Antakya’dan Halep ile Katma istasyonu arasındaki Carablus Köprüsü güneyinden geçerek Fırat Nehrine ulaşır. Oradan Deyrizor’a iner; daha sonra doğuya uzanarak Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi içine alır. Bu sınır ordularımız tarafından savunulduğu gibi, BİZİM İNSANLARIMIZIN OTURDUĞU VATAN PARÇALARIDIR”. Bu konuşmasının tarihi 28 Aralık 1919, yeri Ankara’daki Ziraat Okuludur. Atatürk benzer görüşlerinin 1 Mayıs 1920 de TBMM’nde de yapmıştır: “Milli sınırlarımız İskenderun’un güneyinden geçer, doğuya doğru uzanarak Musul’u , Süleymaniye’yi, Kerkük’ü içine alır. İŞTE MİLLİ SINIRIMIZ BUDUR”
Atatürk 21 Şubat 1923 günü Lozan’daki görüşmelerinde etkisiyle TBMM’ndeki gizli oturumda şunları söyler: “Musul meselesinin çözümünü savaşa girmemek için bir yıl sonraya bırakmak demek, ondan sarfı nazar etmek demek değildir. BELKİ BUNUN ELDE EDİLMESİ İÇİN DAHA KUVVETLİ OLABİLECEĞİMİZ BİR ZAMANI BEKLEMEKTİR. BUGÜN SULH YAPARIZ, BİR AY SONRA İKİ AY SONRA MUSUL MESELESİNİ ÇÖZMEĞE MİLLETÇE AYAĞA KALKARIZ. Fakat bugün Musul meselesini çözmek istediğimiz vakit bu meselede karşımıza yalnız İngilizler değil, Fıransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır. (...) Sözlerimi tamamlamak ve bitirmek için tekrar ediyorum ki mesele bunu takdir etmek ve değiştirmekten çok Temsilci Heyetini barış görüşmelerinde ortak teklifinde can alacak noktaya karar vermektir. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip savaşın hemen son bulacağına kani olamayız. Şüphesiz orada bir savaş cephesi açmış olacağız. Yani bunu ayrıca söz konusu etmek istersiniz mahzurlar kendi kendine meydana çıkar.
Sözümün en sonu şudur: Bakanlar Kurulu’nu kendi sorumluluğu içinde Temsilci Heyeti’ne yeniden talimat verip vazifesine devam ettirmek talep edilebilir. Ve yahut men edip savaşa başlamak olabilir” Bu konuyla ilgili olarak Kazım Karabekir hatıralarında Atatürk’ün:“Musul hakkında Haliç konferansında Fethi Bey siyaset yoluyla muvaffak olamadı. Sıra Karabekir’e geldi. O bu meseleyi asker kuvvetiyle başaracaktır”.dediğini belirtir. Fakat kendisinin de “İngilizlere harp açmak felaketli bir iş olur.”diye tespit yaptığını belirtir.
Atatürk’ten sonra dış politikadaki ilkesizlik her alanda olduğu gibi Irak Türkleri konusunda da sürüp gitti ve günümüze kadar da geldi. Düşününüz bir Türk Cumhurbaşkanı (VI. Cumhurbaşkanı ‘1973-1980’ Fahri Sabit Korutürk ) Irak’a gidiyor ve Türkmenleri görüyor ve onların ellerinde taşıdığı yazılı döviz bezlerini pankartlarını görüyor yazılar Arap harflerine dönük olmasına rağmen eski yazı döneminde yetiştiği için okuyup anlayabiliyor ve anlamazdan ya da bilmezden gelmek için irtica gibi kavramları öne sürmeye çalışıyor. Acaba bu mudur Atatürk’ün dış politikası?
Milli Selamet Partisi lideri Necnettin Erbakan’da 1980 yılının Temmuz ayında Irak’a Saddam Hüseyin’in davetlisi olarak gidiyor. 1980 Katliamı ile ilgili olarak “Irak’ta Türklere yapılan bir zulüm söz konusu değil “(10 Ağustos 1980 Tercüman ve Cumhuriyet) ile “Irak’ta öldürülenler suçlu idi” (Hürriyet 10 Ağustos 1980) şeklindeki Arapçı yaklaşımın ötesinde bir şey söylemiyordu. Bu muydu, Müslümanlık?
Ya solcular ve solun her türlü renk tonundakiler, sanki babalarının ceplerine girmişlerde bu konuyu ve bu bölgeyi sürekli görmezden gelmişlerdir. Oysa aynı kişiler on binlerce kilometre ötedeki Vietnam’ı ve Ho Amcalarını, Küba’yı ve Fidel dayılarını Che ağabeylerini her şeyleri ile bilmekteydiler. Ne yapsınlar onların beynini ütüleyenler ya da yıkayanlar öyle istemişler, öylede yapılmıştır. Görüldüğü gibi Irak Türkmenlerine karşı devlet ve devletten de öte hiçbir kimse olumlu bir şey söylemiyor.
Sonra da hazırlıksız yakalandık edebiyatı sürüp gitmektedir. Kardeşim her yerde her zaman mı hazırlıksız yakalanıyorsunuz? Sovyetler dağıldı. Hazırlıksız yakalandık dediniz. Hani sıkı Atatürkçüydünüz. Sabah-akşam bunu söylediniz. Atatürk dendiği zaman koro halinde “Yurtta barış cihanda barış” deyip insanları avuttunuz. Evet Atatürk “Yurtta barış” dedi. Fakat yurtta kavga ve isyan çıkaranları görünce, ne gerekiyorsa onu yapın dedi. Yani yurtta barış tek yönlü olmuyordu. Atatürk “Cihanda barış” dedi. Fakat zamanı geldiğinde kırk asırlık Türk yurdu dediği Hatay’^ı almasın da bildi. Cihanda barış olması için adil bir siyasi yapılanma, yani taşların yerine oturtulması lazımdı. O zaman gerçek anlamda barış olabilirdi. Kıbrıs böyle bir süreçti; Musul böyle bir süreçti. Atatürk’ün ömrü yetmedi. Kıbrıs işine girenler her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Musul için Atatürk’ün direktifi şudur: “BELKİ BUNUN ELDE EDİLMESİ İÇİN DAHA KUVVETLİ OLABİLECEĞİMİZ BİR ZAMANI BEKLEMEKTİR” Bu akılcı direktifin gereği hususunda diyeceğimiz, o zaman bu zaman mıdır? Evet deniliyorsa öyleyse hazır ol!
Bizim aydınlarımız ekseri sığ denizlerde boğulmamak için yüzdüklerinden ufuk ötesini göremeyip yorum yapamamaktadırlar. Yaptıkları yorumda eksik ve aksaktır. Sonra da hazırlıksız yakalandık ifadelerine sığınmak şeklindedir. Oysa Atatürk’ün Onuncu Yıl Nutku’nu adam gibi, şartlanmamış şekilde dinleyip, orada kaç tane Türk kelimesinin nerede ve ne şekilde geçtiğini bilseler tahlil ve teşhisleri daha doğru ve akılcı olabilirdi. Atatürk’ün Türk Dünyası için 29 Ekim 1933’te yaptığı konuşmayı bilselerdi. Hazırlıksız yakalanabilirler miydi?
Siz öyle bir Hariciye düşününüz ki “Mon-şer” geleneğinde Sabataycılara ve bilmem necilere teslim olmuş ve Türklük ile tek ortak noktası, beslendiği kaynağın Türk milleti olmasından öte nesi kalmış? Böyle bir anlayıştan, Kıbrıs, Yunan, Irak, Suriye Türklerinin ve diğerlerinin sorunlarını nasıl çözebilirsiniz? Günümüzde Irak üzerine tespit yapanlardan Dışişleri eski bakanlarından İsmail Cem durumu, Irak’ın kendi işi diyen ve Amerikalıların işini de zorlaştırdığımızı söyleyebilen konumda hareket etmektedir.(CNN Türk 20 Ekim 2002), Eski Mit müsteşarı ve aynı zamanda Bağdat ve Paris Büyükelçiliği de yapmış olan Sönmez Köksal, ‘Türkiye kuzey Irak’ı fiili olarak işgal ederse Türkiye için kuzey Irak bataklık olur’ demektedir. İşte ilgisiz bir anlayışın Osmanlı devletinden itibaren Fenerli mütercimlerin, Muzurus, Kara Todori Paşaların geleneksel yaklaşım modellerinin iz-düşümü... Bugünkü anlayışımızda dış Türkler için açık ve net bir politika takip edemeyen Türkiye, sadece onların Türkiye’ye gelip vatandaş olama isteğini çok güzel kırabilme becerisi göstermektedir. Oysa aynı Türkiye’de hükümet Fenerbahçe’de top koşturmuş olan zenci futbolcuları yani Okaça ile Uçe’yi hemen vatandaş yaparken onların birinin adını da Deniz olarak değiştirtmiştir. Bu nasıl denizse? Her halde Kara-Deniz...
Kuzey Irak’lı Nefi Demirci’nin vatandaşlık ile ilgili şu tespitine kulak verelim: “Gel de artık kendi kendine konuşma,yürürken mırıldanma, efendim oturma izni her insana, hele Türk ise her Türk’e verilmeli diyor,neden verilmiyor ki? Bir de soruyor bizi dinleyen bir hanımefendi, öyle ya Türk’e Türkiye’de oturma izni verilmesi için nelere katlanılmadı? Dinleyen her merciye baş vuruldu. Haklısınız, ama Marko Paşa’nın elinden bir şey gelmiyor. O yanlış bilgilendirilmiş, TÜRKLER YERLERİNİ TERK ETMESİN,ne pahasına olursa olsun dirensinler, biz daha sonra zamanı gelince bunları düşünür pilan yaparız.”İşte Türkiye’nin dış Türklere bakış açısı ilgisiz,pilansız sadece vatandaşlığa almamaya çalışma temelinde bir anlayış bu da nasıl bir anlayışsa...
IRAK TÜRKLERİNİN KADERİ: KATLİYAM, SÜRGÜN VEYA ASİMLASYON MU?
Irak’taki yönetim İngilizler tarafından Araplara verilince Irak Türklerine karşı üç türlü şiddet modeli geliştirmişlerdir. Bunlar: Katliamlar, sürgünler ve Asimilasyondur. Irak Türklerine karşı ilk katliam, 14 Mayıs 1924 tarihinde İngilizlerce Asuri ve Ermenilerden oluşturulmuş Levi denilen askerler eliyle yapılmıştır. 1936’da, 1946’da Gavurdağında, 14-16 Temmuz 1959 da, 1980’de ve 28 mart 1991 Altunköprü’deki akla ilk gelenler arasındadır.
Irak’taki Türklerin kaderlerindeki bir olumsuzluk örneği de sürgün ya da göç ettirilme durumudur. Göçler iki türlü olmaktaydı. Ya Irak dışına ya da Irak’ın bilhassa güney kısmına oluyordu. Bu durumda bölge nüfusunun yapısı da bozuluyordu. Bu sürgünlere örnek olarak “1937’deki Türkiye Dışişleri Bakanı Kerkük’ten geçerken ve Atatürk’ün 1938 vefatı münasebetiyle Kerkük çok ilgi göstermişti,dolayısıyla yüzlerce memur ve öğretmen güney vilayetlerine sürüldü.”
Araştırmacı Ziyat Köprülü göç konusunda şunları söylüyor: “Türkmenlere karşı uygulanan varlıklarını inkar etme ve onları göçe zorlama politikasının git gide şiddetlendiğini ve son 20 yılda bir devlet politikasına dönüştüğünü rahatlıkla görmek mümkündür” Bu göç ettirilenlerinde, iş ve ev bulmalarında zorlandıkları görüldüğü gibi bazı yerlerde de can güvenliği sorunu yaşamalarına yol açmıştır. Bu durum da dış göçü hızlandırmaktadır.
Irak’taki Türklerin başına gelen üçüncü büyük felaket Asimilasyona yani eritilmeye uğratılmaları arazi ve topraklarına Kürt ve Arapların yerleştirilmesi. ayrıca tarihsel bağlarının kesilmesi için yapılan faaliyetler akla gelmektedir. Bunlar arasında Kerkük Kalesini ortadan kaldırma çabaları ve Büyük Türk Şairi Füzuli’nin mezarını yok etme girişimleri ilk akla gelen olumsuz örneklerdendir.
Kürtlerin Türkleri bu bölgede eritme gayretine katılmalarının yanında Türklerin elindeki arazi ve şehirlere de sahip çıkma faaliyetleri vardır. Bunlardan en önemlisi Kerkük’ü ele geçirme faaliyetidir. Günümüzde Amerika’dan aldıkları ara gazla Kerkük’ü başkent yapacaklarını söyleyip durmaktadırlar. Gerçekten onlar Molla Mustafa Barzani döneminde de Kerkük’e talip olmuşlardır. Bu konuda: “Mesut Barzani’ni babası Molla Mustafa, Kerkük şehrini Kürtleştirmek için 1959 yılında komünistlerle işbirliği yaparak,Türkmenlere karşı yaptığı katliamın izleri hala hatıralardadır. ‘Kerkük Kürdistan’ın kalbidir’ sıloganı da kendisine aittir.”
Molla Mustafa’nın izinde giden Kürtlerle ilgili olarak Nefi Demirci şu bilgileri veriyor:“Kürtler elde ettikleri hakları kendi bölgeleri dışında Türk yöreleri içinde özellikle de Kerkük’te uygulama peşindedirler. Arzu ve hazırlıkları bu gün olduğu gibi Kerkük’tür. Kerkük şehridir. Petroldür. (...) Kürtler daha önce izahına çalıştığım gibi gözleri Kerkük’te fırsatı ganimet bilerek 18 Mart 1991’de Kerkük’e girerler, bir nevi işgal ederler. Terör estiren peşmergeler ilk önce Baas partisi mensuplarını cezalandırırlar, şehir daha önceki adetleri gibi (1959-1970) talan edilir. Türklerin kimliklerini ortadan kaldırmak için ‘NÜFUS’ ve ‘TAPU’ daireleri yakılır, kayıtlar yok edilir”. Irak’taki Türklerin asimilasyonu ile ilgili olarak Sait Ketene şunları vurguluyordu: “İş imkanları Ermeni, Asuri ve Kürtlere tercihen veriliyordu. Musul, Telefar ve Diyala’ da Araplaşma, Erbil’de ve Kerkük’te Kürtleşme faaliyetlerine sistemli bir şekilde hız verildi”. Devam edeceğiz.